Halûk Sunat: Psikanaliz, ruhun başkaldırısı, ayaklanmasıdır

Halûk Sunat'la Pinhan Yayıncılık tarafından yayımlanan çalışması 'Birey Solunsalından Solun Melankolisine Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı'nı konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Yazar Halûk Sunat'ın son kitabı 'Birey Solunsalından Solun Melankolisine Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı' Pinhan Yayınları tarafından yayımlandı. Daha önce, ‘felsefe-siyaset/psikanaliz’ bağlamında 'Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla Spinoza Ve Felsefesi' kitabını okurlarla buluşturan Sunat'la 'Birey Solunsalından Solun Melankolisine Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı'nı ve kitabında andığı ‘yoldaşlığı’ konuştuk. 

Sizi tanıyarak başlayalım. Okurlarımıza kendinizi nasıl tanıtmak istersiniz?

Tanıtmak istediğiniz kitabım, ‘birey’i mesele edinen ve onu sorunsallaştırdığı zeminde —nihayetinde— ‘solun melankolisi’ne de yorum getiren bir metin olduğu ve bütün bunları ‘psikanalitik duyarlık’la yapmaya özendiği için, özellikle vurgulamalıyım, ben bir psikanalistim. 1980’de İ. Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oldum (yani, ’70’li yılları üniversitede tattım), kısa dönem pratisyen hekimliğimi takiben İ. Ü. İstanbul Tıp Fakültesi’nde psikiyatri uzmanlık eğitimimi tamamladım. Beni psikiyatriye yönlendiren psikanalizin, —doğası gereği— herhangi bir kuruma doğrudan bağlı olmaksızın yürütülmesi gerektiği için serbest olarak mesleğimi sürdürdüm (analizde olanın: ‘analizan’ın muhatabı bir kurum değil, ‘analist’ olmalıdır, zira). İlk kitabım 'Birey Sorunsalı/Psikanaliz ve Eleştirel Bir Bakışla Marksizm'den (1999, Papirüs Y.) bu yana, estetik-poetik (‘yaratıcı tavır’), siyaset ve felsefe zemininde, psikanalitik duyarlıkla birçok kitap yazdım; psikanalitik kuramın önermelerine söz konusu alanlarda (teyit edici) karşılıklar bulmak ve göstermek için değil, ilgili meseleleri bir başka duyarlıkla (hassasiyetini psikanalizden tedarik eden bir bakışla) ele almak üzere.

Şehrim İstanbul’dan (kentsel dönüşüm, vs. sebeplerle) ayrılmak zorunda kaldım, sekiz yıldır (çok şükür!) Antalya Konyaaltı’nda yaşıyorum, mesleki olarak emekli konumundayım, okuyorum, —ihtiyaç duyduğumda— yazıyorum, yürüyorum, yüzüyorum.

Psikanaliz ve Marksizmle iç içe geçmiş bir yoldaşlığınız var. Nasıl oldu, söz konusu yöneliminize sizi hazırlayan sebepler neydi?

İlkokuldan başlayarak hep hekim olmak isterdim (‘doktor’ olmak!). Herhalde özgecil temelde değil; çok başarılı bir öğrencinin kendinde (narsisistik yükleriyle) idealleştirdiği bir menzil olarak. E, olduk sonunda ama o ‘başarı’ hattında koşturanın, —hele hele yoğun bir okuma alışkanlığı varsa— hayatın o menzilden ibaret olmadığını fark etmesiyle ya da ettikçe, menzilinde tadilat yapması da kaçınılmaz oluyor. Benim tadilatım da, tıp ama psikiyatri, psikiyatri ama psikanaliz, psikanaliz ama… diye, siyasete, felsefeye, yaratma meselesine (çoğunluk, yazınsal yaratıcılığa, estetik-poetik sorgulayışa) dek uzandı.

Üniversite öğrencilik yıllarım 1974-80 arası, zaman (tıfıl da olunsa) siyasi özneler olmayı kışkırtıcı, eh herhalde altyapım da müsait olduğu için “solcu” da oldum. Eleştirel bir bakışı her zaman muhafaza ve tedarik etmeye özenmişsem de, Marksist —o minvalde, komünist. Kuramsal düzlemde de, psikanaliz ve Marksizm yoldaşlıklarımın iç içe geçmesi —ol hikâyeden mülhem— kaçınılmazdı elbet.

'ŞEMA BASİT VE NETTİ; TEK YOL DEVRİMDİ, ÖTESİ KENDİLİĞİNDEN GELİRDİ'

‘Solcu’ ve ‘birey’ olma/kalma halleri arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Neredeyse hemen her sol kuşakta yaşanan bir tartışma ya da bir gerginlik konusudur; birey olma/kalma ile sol örgütlülük anlayışı arasındaki ilişkiyi siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şöyle açıklık getirmeye çalışayım; andığım ilk kitabım 'Birey Sorunsalı', iki iç kitaptan oluşmaktaydı: ‘Psikanaliz’ ve ‘Eleştirel Bir Bakışla Marksizm’. Psikanaliz bölümü, —aradan geçen yirmi küsur yılın biriktirdiği sorulara da yanıt verme duyarlılığıyla— Pinhan Yayınları tarafından 2020’de yayımlandı: ‘Freud'un Psikanalizi/Kuram, Uygulama, Kültürel Açılımlar’. Diğeri, yine Pinhan Yayınları tarafından yayımlanan, sizin de teveccüh gösterdiğiniz kitabımsa, ‘Eleştirel Bir Bakışla Marksizm’in güne taşınmış, genişletilmiş ve zenginleştirilmiş hâli.

Önsöz’ünün bir yerinde şunu soruyorum: “Peki, neden, ‘birey, psikanaliz ve Marksizm’?” Ve şöyle yanıtlamışım: “İlgisinin merkezine bireyi koyan ve toplumsal/kültürel olanı bireyden kalkarak anlamaya/çözümlemeye çalışan psikanalizle, toplumsal/maddi-kültürel olana bireyi ıskalayarak bakan Marksizmin kesişim ve birbirlerine eleştirel bakış üssü birey olduğu için.” Hatırlayacaksınız; genç Marx, —Kutsal Aile ile birlikte toyluk eseri olarak anılsa da— '1844 Felsefe Elyazmaları'nda, üretici güçlerle üretim ilişkisi arasındaki çelişkiye konumlandırdığı ‘yabancılaşma’yı, kişinin kendi özüne, yani ‘insani öz’üne kendisi tarafından ve kendisi için sahip çıkamama maluliyeti olarak anıyordu: ‘Bilimsel’ nitelikli olgunluk eserlerine kıyasla daha insancı ve ideolojik. Önceki gelişmelerin bütün servetiyle kendine tam olarak dönemeyen, doğa ve ötekilerle ilişkisinde yabancılaşan; nesneleşme ile kendini pekiştirme, özgürlük ile zorunluluk, birey ile tür arasındaki kavganın gerçek çözümünü bulmaktan aciz, güzelliğin ölçülerine göre yaratabilme yetisinden uzak insandan söz ediyordu. Hayatın maddi gerçekliğinin insandaki yankısından ama ‘insan’dan.

Birey Solunsalından Solun Melankolisine Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı, Haluk Sunat, 256 syf., Pinhan Yayıncılık, 2021.

‘Sol örgütlülük anlayışı’na dair sorunuza geleceğim ama şunu söylemeliyim; 'Komünist Manifesto', asıl yabancılaşmanın aşıldığı (insanın kendiyle bütünleştiği, emeğini kendisinin kıldığı, kendisini yeniden yarattığı) bir özgürlük, yaratıcılık, kendi geleceğine sahip çıkma çağrısı olmalıydı. Lakin, Marksist sol siyaset o ufku kerteriz almaktan (hem amelinde, hem emelinde) hep uzak kaldı. Madem ki, yabancılaşma, sınıf çelişkisine indirgenebiliyordu, öyleyse ufka, söz konusu çelişkiyi daim kılmaya ve yeniden üretmeye muktedir devletin ele geçirilmesi yerleştirilmeliydi. Şema basit ve netti; tek yol devrimdi, ötesi kendiliğinden gelirdi. Dolayısıyla, böylesi bir anlayışın, örgütlülük anlayışı olarak, amelinde ve emelinde ‘bireysel varoluşsal özerklik’ini talep eden (gerçek komünist) katılımcılara kapısı kapalıydı. Merkezi bürokratik yapılanması ile parti/örgüt ve neferleriydi mevzu. Zamanında da Engels, kendisi ve Marx adına günahın bir kısmını üstlenmişse de ('Joseph Bloch’a Mektup', 1890), sökün eden hiyerarşiler, tahakküm kültürü, özgürlük ve yaratıcılığa itibarsızlık olmuştur.

Sizce de ‘farkındalık’, psikanaliz ve Marksizmin kesişim noktası olarak anılabilecekse; farkındalığın, —her ikisi için— bilme/bilgi ve pratikle ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz? Farkındalık üzerinden, gerek psikanaliz, gerekse Marksizm, bireyi/toplumu değiştirici/dönüştürücü olabilir mi/nasıl?

Benim de sıklıkla başvurduğum Marksist filozof Louis Althusser (kendisinin de psikanaliz tecrübesi vardır), ‘toplumsal’ ve ‘beşeri’ bilimler alanında o vakte dek duyulmadık —ve öngörülmeleri de tamamen olanaksız— iki keşfin, 16-19. yüzyıllar arasında yükselip iktidara yerleşen burjuvazinin hâkim kültürel değerlerini allak bullak ettiği tespitini çoğunluğun da kabullendiğini ifade ederken bu iki keşfi, Freud’un ‘bilinçdışı’nı, Marx’ın ‘tarihsel maddecilik ve sınıf mücadelesi’ni keşfedişi olarak anar. Kabaca söylersek, psikanalizde, analizanı (Jacques Lacan’ın kullanıma soktuğu üzere, —analizde olan kişinin kendini analiz eden ‘fail’ olması anlamında— ‘analizan’ı) değiştiren/dönüştüren bilinçdışına bastırılanın bilince kazandırılmasıdır. Nesne yatırımından (gün ışığına çıkıp ben/lik’e katılımdan) alıkonan dürtüsel istemin (temsilci idea üzerinden) bastırılmasıyla oluşan bilinçdışındaki malzemenin bilince çıkarak benin nesne ile ilişkisine kazandırılmasıdır, psikanalizdeki farkındalık. Tabii ki bu, analizanın başucunda bekleşerek (ya da, analizanın tefekküre yatmasıyla) gerçekleşecek bir şey değildir. Bastırılmış olanın, savunma örüntülerine, dirençlere, düşlere ve analistle ilişkiye (‘aktarım/transferans ilişkisi’) sızan/onları yapılandıran hüviyeti içinde (analistin yüksüz ve yansız dinleyişi, yer yer ayna tutuşu ve yorumsal müdaheleleriyle) gerçekleşen bir farkındalıktır: Düz bir bilgi değil, yaşayarak (ve yaşanmışın içinden yol alarak) ‘ilişki’ içinde farkındalık; maddi-pratik değer ve işleyiş kazanan farkındalık (dikkat edilirse, ‘maddeci’ ve ‘diyalektik’). Yaratıcı nitelikli edimsel bir deneyim. (Geçerken şunu da belirteyim ki; ‘yaratıcı’ sanatsal edim de, ‘yaratıcı/devrimci’ siyasi edim de benzer bir hatta yürür ya da öyle olmak suretiyle yaratıcı nitelikte olurlar).

Peki, Marksist bilme/farkındalık sorunu nedir? Yeniden yabancılaşma meselesine dönersek; yabancılaşma, emekçinin, üretim süreci içinde emeğine, emek ürününe, kendine ve ilişkilerine taşra düşmesi, bir başka deyişle, sınıfsal çelişkinin ayırdında olmaksızın ‘kendinde’ bir sınıfsallık içinde yaşamasıysa, Marksist bilme/farkındalık da, emekçinin, mevcut durumunun (görüngüsel düzeyde, yabancılaşma hâlinin) sınıf çelişkisinden (sermaye-emek çatışmasından, sömürü ilişkisinden) kaynaklandığı gerçeğinin bilincine ermesidir. Değişme/dönüşme o şuurun/farkındalığın kazanılmasıyla olacaktır; yabancılaşma içindeki kendiliğin ayırdına varılması ve onu verili kılan gerçekliğin yıkılıp yeniden kurulması (sınıf çelişkisinin giderilmesi) siyasi pratiğiyle. Dikkat edilirse, hem psikanaliz hem de Marksist anlayışta, ‘bilen/bilgiye sahip olan’ değil; farkındalığını ‘ilişki’ içinde kuran ve farkındalığıyla ilişki/pratik içinde değişen/dönüşen bir özneden/failden söz etmiş oluyoruz. (Marx’ın, Feuerbach Üzerine Tezler’inin, bilhassa, 1, 2, 3 ve 11.’sini birlikte hatırlayalım!)

Sorunuzun kışkırtmasıyla şunu da eklemek isterim (zamanı ruhunun, sol melankolik savrulmanın ya da sol kifayetsizliğin bir gösterini olarak da anılabilir); günümüzde, sözüm ona, değiştirici/dönüştürücü meziyetleriyle sıklıkla felsefelere/felsefecilere başvurulmakta. Bugünlerde pek revaçta olan Spinoza ve felsefesine reva görülen muamele gibi, güya önermelerine sadakatle tepeden tırnağa sevinç kesilmek vaadi mi istersiniz, küresel kapitalizm gerçeklik ve tarihselliğini bir yana bırakıp Spinozacı telkinlerle (‘etik’ felsefesini ve ‘demokrasi’ açılımını/siyasi edimsellik hattını ıskalayıp) ahlaki sağaltım vaaz edişler mi… Evet; 11. Tez!

'MARKSİST ESTETİĞİN ANILAN DURAKLARDAN GEÇİP VARDIĞI YER, KENDİ KURUCU GERÇEĞİNİ İNKÂR DEĞİLSE NEDİR?'

Kitabınızın, ‘Sanat/Yaratma Bahsi’ bölümünde, Marksizmde yabancılaşmanın aşılması, özgürce kendini var edişten yoksun bırakılmış (esaret altına alınmış) emekçinin —etkinliğine dönük bilinci kurarak— yeniden özgürleşmesi ve kurtuluşu olarak tanımlanmışken, Marksist estetik adına sanatçıya özgür yaratma şansı tanınmadığından söz ediyor ve bunun bir kendini inkâr olup olmadığını soruyorsunuz okura. Bunu siz nasıl yanıtlıyorsunuz, doğrusu merak ettik.

Kitabımda bir dipnotta geçiyor andığınız vurgu. Marx ve Engels’in —müstakil çalışmaları olmasa da— Marksist estetik adına değinilerini ve Marksist estetiğin sonraki serüvenini kısaca toparlarsak şunları söyleyebiliriz: Marx, ‘estetik’ edimi, üstyapısal bir öğe olarak değerlendiriyor ve ekonomik temeldeki değişmenin estetik bilinci de değiştireceğini ifade ediyor (maddi dönüşümün/koşulların bilinçteki/ideolojik kattaki yansıması olarak estetik edim). Fakat, 'Alman İdeolojisi'nde (1845) Marx, bilince yansıyarak ideolojik bilinci kuranın bir tür kırılmanın (“camera obscura”) eseri olduğunu da ihsas ediyor. Bu duyarlık bana, bir yandan bilinçdışı süreçleri, diğer yandan da ideolojiyi bilinçdışı süreçler içinde mütalaa eden Althusser’i hatırlatmıştı (“İnsanlar ve sahip oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki camera obscura’daymış [karanlık oda] gibi başaşağı çevrilmiş bir biçimde görülüyorsa…”). Şimdi, yabancılaşma, konuştuğumuz üzere, insanın türsel niteliklerinin ketlenmesi ise, yaratma edimini dürten (bir ihtiyaç olarak kendisini dayatan) şey de ketlenmiş özgürlük/yaralanmış bilinç (dolayısıyla, yabancılaşmanın kendisi) değil midir, diye soruyordum o dipnotta. Yabancılaşma bir ‘belirtisel’ (‘symptomatic’) biçimleniş (uzlaşı) ise; bilinçdışına bastırılarak (‘camera obscura’) yatıştırılmış (farkındalık/bilinç alanından uzaklaştırılmış) çatışma, ters-yüz edilene/çarpıtılana dönük duyarlıkla bilince çıkarılıp (onun uyarınca) yabancılaşma kırılacak ve özgürleşilecekse; Marksist estetiğin de onu arkalaması gerekmez mi(ydi), diye soruyordum.

Engels ve sonrasına uzanalım; Minna Kautsky ve Margaret Harkness’e mektuplarında, yazarın siyasi seçiminin karakterleri ile arasına girmemesi, yazarın kendi kahramanına hayranlık duyacak bir mesafesizlikte kalmaması gerektiğine; tezli romana karşı olmamakla birlikte, tezin, işlenen durumun ve eylemin kendisinden doğru metne katılması icap ettiğine falan değinse de, giderek Marksist estetik adına ‘toplumcu’ ulvi kaygılar ağır basmış; estetik, sanatsal olanın “gerçek/çilik” mihengine vurularak incelenmesinin bilimi, derken, ulvileştirilmiş siyasi ideallere görünürlük kazandırılması estetik kaygının kendisi olmuş. Giderek, söz konusu ideallerin müfettişleri gerçekçi tavrın bekçisi ve takipçisi kesilmiş; “yansıtma” diye anılan gerçekçilik estetik maluliyet ve masumiyet sınırlarında da kalmamış, Lenin’den başlayıp Plehanov, Lunaçarski, vs. üzerinden kat edilen yol kaba-saba (siyasi yaptırımlarıyla zalimane) “Stalinist/Jdanovcu Sosyalist Gerçekçilik”e kadar uzanmıştır.

Sorunuza gelirsek, yaratmaya dönük ihtiyaç, bireyin ilişkilerinin maddi tarihselliği içinde yaşadığı/yaşayageldiği çatışmalarından (psikanalizin duyarlık ve anlayış alanında kalan “ruhsal gerçeklik”inden) yakıtını temin ediyorsa ve bastırılmış çatışma bileşenlerinin bilince ağdırılmasıyla (yaratının imgesel gerçekliğine taşınmak suretiyle) yabancılaşmanın ketlediği özgürlük yaratma edimi içinde hayat bulacaksa; soruyordum, —yabancılaşmanın aşılması, özgürlük ve kurtuluş vaadiyle komünist ufka doğru çıkılan yolda— Marksist estetiğin anılan duraklardan geçip vardığı yer, düpedüz kendi kurucu gerçeğini inkâr değilse nedir? (Andığım ‘Bahis’te, Marksist estetik açılıma katkıda bulunan Christopher Caudwell ve onu eleştirerek tez metnini kuran Murat Belge’nin tespit ve tekliflerini eleştirerek kendi estetik-poetik anlayışımı paylaşmaya da çalışıyorum —tabii, söz konusu anlayışın daha ayrıntılı olarak 'Hayal, Hakikat, Yaratı' [Bağlam Y., 2001], 'Boşluğa Açılan Kapı' [Bağlam Y., 2004], 'Romanları Yaşamak' [Notabene Y., 2018] ve 'Yaratıcı Tavır' [Notabene Y., 2019] kitaplarımdan okunabileceğini de hatırlatarak.)

İfadenizin bütünü içinde —genel geçer kabullerin hilafına— psikanalizin ‘yaratıcı’ bir hüviyeti ve işleyişi olduğunu vurguluyorsunuz; bunu biraz açmanız mümkün mü?

Kitabımın arka kapağına aldığım paragraftan yararlanarak kısaca ifade edecek olursam; psikanaliz, verili kendi ile başı hoş olmayanın hoşnutsuzluğunu sorunsallaştırıp kendini kuran hakikate doğru yol alma çabasıdır. Mevcuda iz düşüren namevcudun, —hayalet misali— birtakım emarelerle bilince musallat olan tekinsizin peşine düşüldüğü; kuruluşun maddi tarihselliği içinden yol alıp şimdinin (‘varoluşsal özerklik’e hürmet ve hevesle) yeniden inşa edildiği bir eylemlilik olduğu için yaratıcı bir edimdir, psikanaliz. Yaratma cesaretini, itkisini ve yakıtını (dolayısıyla, hakikatliliğini) bilinçdışı ile münasebetinden tedarik eden; o münasebetledir ki, kendisini hem psikoterapilerden hem de felsefelerden farklı kılan bir eylemlilik.

Psikoterapiler, ruhun iyileştirimi, sağaltımı, tımarı ise; psikanaliz, ruhun başkaldırısı, ayaklanmasıdır. (Okurun, “Hangi psikanaliz?” sorusu hesaba katılmak üzere.) Aslında, kitabımda, böylesi bir psikanalitik duyarlıkla, yaşananda uç veren melankolimizden hareketle tekinsiz(liğ)in peşine düşüp kurucu hakikatimize doğru yol almaya, “komünist arzu”nun (bir anlamda, “genç Marx’ın”) nerede/nasıl bastırılmış olduğunu anlamaya, maluliyetimizle tımar olup komünist arzuyu ayaklandırmaya; dolayısıyla, demokratik, eşitlikçi ve özgür yeni bir dünyanın umudunu; inanç, içtenlik ve tutkuyla kendini gerçekleştirme cesaretini canlandırmaya özendiğim de söylenebilir.

Melankoli ve yas bağlamında ‘solun melankolisi’ gibi sert bir meseleyi de gündeme getiriyorsunuz. Solun kendi tarihiyle hesaplaşmasında, Walter Benjamin’in, “torunlarımızın kurtarılması idealiyle değil, köleleştirilmiş atalarımızın imgesiyle” beslendiğimiz gerçeği geçerliyse, “geçmiş zaman olgusu” üzerinden solun yenilgisini ve melankolisini nasıl değerlendirdiğinizi de bizimle paylaşır mısınız?

Kitabımın son (5.) bahsi olarak ele alıyorum, solun melankolisini. ‘Duvar’ın 1989’da yıkılışı, Sovyetler’in 1991’de dağılışı ile perçinlenen; solun, hüzün, kırıklık, keyifsizlik, mecalsizlik ve öfkeyle örülmüş “melankolik ontolojisi”ni nedensellik bağlamında anlamaya çalışıyorum. Aynı meseleye kafa yormuş Wendy Brown, Jodi Dean, Enzo Traverso ve Alain Badiou gibi müelliflerden el alarak, —eleştirel bir yaklaşımla— nasiplenerek... Tabii işin içinde “melankoli” olduğu ve psikanalitik duyarlıkla Marksizme yoldaşlığa soyunduğum için Freud’un ‘Yas ve Melankoli’si rehberim olmak üzere.

‘Sol melankoli’ lafını sarf eden Walter Benjamin’in niyeti, hâlet-i rûhiyyesi ne imiş, berikiler melankoliye dair ne demiş, andığınız sözüyle Benjamin zikrettiğim müelliflerden hangisinin yorumuna —ve dolayısıyla, melankoliden çıkma önerisine— yakın düşüyormuş, bu söyleşi çerçevesinde anlatılabilecek gibi değil. Sadece, solun melankolisini (Wendy Brown’a yakın düşerek ve psikanalitik duyarlılığımla) “kurucu ideal”iyle ilişkisi üzerinden açıklıyorum ben. Mutlaklık, şaşmazlık beklentisi ve tümgüçlülükle yatırımlandırılmış bir idealin nazarında yürünen ve nihayetlenen bir yolculuk olarak. Hakikatin o olduğunun bilincine vararak (kurucu hakikatimizle yüzleşerek); ’komünist ufuk’tan gözümüzü ayırmamakla birlikte, ‘olası başarısızlıklar uzamı’nda yol almaya gönül indirebilmiş ve ‘hareket’ içinde sına(n)maya açık bir zihniyetle donanarak yeniden yola düzülmenin sağaltıcı olabileceğinden bahisle. “Tarihin meleği” enkazdan alamadığı gözleriyle günün fırtınasına kapılıp sürüklenmeyecekse, bakışımız bir ‘son bakış’ olarak enkaza çakılıp kalmayacaksa… diyerek.

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Kitap düzeyinde yeni bir çalışmam yok. Hannah Arendt, “Yalnızca başkalarıyla konuşabildiğim için kendi kendimle de konuşabilirim, yani düşünebilirim” diye not düşmüş 'Düşünce Güncesi'ne. Konuşabiliyor muyuz? Arendt’le aynı bakış açısına yerleştirebileceğimiz Mihail Bahtin’in ihtiyaç duyduğu karşı söz alış (mukabele) şansına sahip miyiz? Ne bileyim, şu konuştuklarımız bağlamında, etrafta ‘sitemkâr sol ahlakçılık’tan (ipe sapa gelmez suçlamalar, vs.) öte bir şey görebiliyor muyuz? Öte yandan, kitap yayımlatmak da meşakkatli. Bir yayınevi, Birikim, vb. dergilerde (psikanaliz-felsefe/siyaset bağlamında) yayımlanmış yazılarımı bir kitapta toplamak niyetimi paylaştığımda, “Biz o tür metinleri ancak yabancı yazarlardan olursa çevirip yayımlıyoruz” demişti. Şimdilik ve son olarak, kızım Barış Emek’e ithaf ettiğim bir kitabım olduğu için sevinçliyim. Günler nasıl mı geçiyor, işte böyle…