Hangi çağda yaşıyoruz?
Memleketin içinde bulunduğu çağın aşağı-yukarı Avrupa’nın 17. yüzyılına denk geldiğini ileri sürebilirim. İngiltere'de Pastoral ahali nasıl bir sistem inşa edecekleri muamma olan parlamentaristler yerine aristokrasiyi tercih etme eğilimindeydi. Aristokrasinin baskıcı ve asalak olduğunun onlar da farkındaydılar ama onlar en azından köylüye toprak ve kalacak barınak veriyor onu soygunculara, haydutlara, ‘ite uğursuza’ karşı koruyordu. Kral kötü bile olsa köylü kiminle muhatap olacağını biliyordu.
Yukarıdaki sesleniş genellikle şikayet maksatlı kullanılır. Yolunda gitmeyen işler, bozuk alt yapı, hukuksuzluk, ayrımcılıklar, kaba saba davranışlar veya zamanında alınmayan önlemler söz konusu olduğunda en çok dile getirilen söylemlerden biridir. Ama ben bu feryadı duyduğumda gerçekten de hangi çağda yaşadığımız sorusu aklıma gelir. Dünya tarihinin bir tekrarlar dizilimi olmadığının farkında olmakla birlikte memleketin içinde bulunduğu çağın aşağı-yukarı Avrupa’nın 17. yüzyılına denk geldiğini ileri sürebilirim. Yaklaşık on yıldır da gerek derslerde gerekse dost sohbetlerinde bunu savunuyorum.
Neden 17. yüzyıl? Çünkü bu dönem enteresan bir geçiş çağıydı. Avrupa’da şiddetli bir mezhep mücadelesi vardı. Kalvinciler, Lutherciler, Anglikanlar, Cizvitler, Hussçular birbirini yemekteydiler. Ortalık kurtuluşçu, bin yılcı, kıyametçi dinsel tarikatlardan geçilmiyordu ve bunların her biri de kurtuluşun anahtarının kendisinde olduğunu savunmaktaydı. Bütün mezhep ve tarikatlar aynı zamanda gizli cemiyetler kurmuşlardı, ortalık komplocu kaynıyor ve herkes birbirinden şüpheleniyordu. Dini tarikatlar beğenmedikleri ‘kafir’ kralları devirip ‘inançlı olanları’ tahta çıkarma derdindeydiler. Gençlerin bugün özgürlük simgesi yaptıkları Guy Fuwkes (öl. 1606) aslında derdi Protestan kralı öldürmek olan fanatik bir Katolikti. Dinsel iktidarların muhalefeti de dinseldi. Kötülükler kralın X veya Y mezhebli olmasından kaynaklanıyordu. Doğru mezhepten kral tahtta oturursa Tanrı da ülkeyi kutsayacaktı. Fransa’da daha iyimser bir çağ olan 16. yüzyılın sonunda Protestan-Katolik ayrımını aşan bir yurttaşlık kavramı getirmeye dönük çabalar başarısız olmuştu. Nantes Fermanıyla (1598) sağlanan görece hoşgörülü yapı ‘Güneş Kral’ XIV. Louis tarafından rafa kaldırılmış, Protestanlık yasaklanmış ülke tek kral ve tek inanç yoluna sokulmuştu. Güneş Kral’ın sefalet içinde yaşayan çoğunluğu Katolik olan halkı ise (XIV. Louis dönemi şatafatı için Gérard Depardieu’nun başrolde olduğu Vatel adlı filmi tavsiye ediyorum) bu karardan pek memnundu. Bunu kendilerinden daha zengin olan Protestanlardan alınan haklı ve adil bir intikam olarak görmekteydiler. Protestanların zenginliğine kızıyor ama Katolik kralın şatafatına ses etmiyorlardı.
Salgın hastalıklar hayatın normaliydi ve bunlara karşı önlem alınmaması gerektiği; zira hastalıkların Tanrı’nın günahların bedeli olarak gönderdiği var sayılmaktaydı. Zaten her türlü doğal felaketin Tanrı’nın planı dahilinde olduğu düşüncesi hakimdi. Bir yanda bir avuç bilim insanı yerleşik kalıpları yıkmaya çalışırken toplumsal duyarlılık cadı avlarına yönelmiş durumdaydı. Gerçi 17. yüzyıl öylesine bir deliler çağıydı ki çoğu zaman Engizisyonda yargılananlar Engizisyondakilerden daha ‘delice’ bir dindarlığın peşinde koşmaktaydılar. Ortalık Hermetik gizemcilerden, Kabalacılardan, maddelerin içini görebildiğini iddia edenlerden, ruhunun şeytan tarafından ele geçirildiğine ve Havva’nın bedenlenmesi olduğuna inananlardan geçilmiyordu. Bu enteresan hareketler karşısında Kilise de şaşkına düşmüştü. Kilise çoğu kez rasyonel aklın koruyucusu gibi davranmak zorunda kalmaktaydı.
17. yüzyılda mutlak monarşiye karşı İngiltere’de parlamentaristler mücadele halindeydiler. Parlamentaristleri genellikle kıyı şeridinde Hollanda’yla, Fransa’yla ticaret yapan, dünya pazarlarına açılmak isteyen orta sınıflar destekliyordu. Köylerde yaşanan nüfus patlaması ve ekecek arazi kalmaması sonucu şehre yeni umutlarla gelmiş zanaatkar/işçiler de onlara yakın durmaktaydı. Bunlar krala ödenen vergilerin fazlalığından, sarayın masraflarından ve siyasal alanda yeterince söz haklarının olmamasından şikayetçiydiler. Ülkenin tüm zenginliklerini onlar yaratmakta; ama talepleri hiç önemsenmemekteydi. Ödedikleri vergiler şatolarında keyif çatan asalak aristokratlar veya kilise tarafından çar çur edilmekteydi. Halbuki bu vergiler yeni gelişmekte olan tekstil sektörüne yatırılarak on binlerce işçiye istihdam sağlanabilir ve İngiltere dış pazarlarda daha etkili olabilirdi. Londra gibi sanayi ve ticaret merkezlerinin, liman şehirlerinin halkı bu sebeple parlamentaristleri destekliyordu.
Kral ise ülkenin kırsal alanlarında genellikle tarımla, çobanlıkla ve yerel ticaretle geçinen, Galler, Northumberland, Kuzey-Güney Yorkshire gibi pastoral alanların köylüsünden, eşraftan ve papazlardan destek almaktaydı. Pastoral ahali kentlilerin aksine uluslararası ticaretin gelişmesinden ve yeni iş sektörlerinin yaratacağı sonuçlardan korkuyordu.
Parlamento yanlısı olan Londralılar dış dünya ile yaşanan krizlerden memnun değillerdi. Mezhep savaşları yüzünden Katolik İspanya idaresindeki Hollanda pazarının daraldığını görmekte ve bu çatışmanın sona ermesini istemekteydiler. Bu durum aynı zamanda iç pazarı da daraltmaktaydı. Onlar için iş yapılacak kişilerin Katolik, Lutherci veya Müslüman olması fark etmiyordu. Oysa Yorkshire’lı için Hollanda’yla kriz çıkması önemli mesele değildi. Zaten yaşamlarında hiç Hollandalı da görmemişlerdi. Katolik ‘dinsiz’ İspanya’nın peyklerine kralın haddini bildirmesi onlara gurur bile veriyordu. Oysa Hollandalıları ve İspanyolları küstürmek Londra tekstil sektörünün yatırımcıları ve iş umudu arayan gençler için hiç arzulanmayan bir şeydi. Yorkshire’lı köylünün anlamak istemediği şey çok sevdiği kralının donanma kurmak, ordu donatmak için bu şehirli ‘züppelere’ ve onların ‘dinsiz’ iş ortaklarına mecbur olduğuydu.
Orta tabakalar kralın vergilerinden şikayetçiydi ama onlar da bu vergilerle kırsal alanla zengin kentler arasında bir denge sağlandığı gerçeğini umursamıyorlardı. Neticede asalak aristokratlar kendi bölgelerine sanayi ticaret merkezlerinden akan gelirin bir bölümünü köylüye dağıtmaktaydılar. Pastoral ahali bu sebeple nasıl bir sistem inşa edecekleri muamma olan parlamentaristler yerine hizmetleri karşılığında belirli güvence sağlayan aristokrasiyi tercih etme eğilimindeydi. Aristokrasinin baskıcı ve asalak olduğunun onlar da farkındaydılar ama onlar en azından köylüye toprak ve kalacak barınak veriyor onu soygunculara, haydutlara, ‘ite uğursuza’ karşı koruyordu. Oysa bu şehirli burjuvaların bunu bile yapıp yapmayacakları şüpheliydi. Eğer kral ve aristokratları düşerse, bu ‘züppe’ şehirlilere karşı onları koruyacak kimsenin kalmayacağına inanmaktaydılar. En kötüsü de kral ve derebeyi kötü bile olsa köylü kiminle muhatap olacağını biliyordu. Oysa parlamentoda her kafadan bir ses çıkmaktaydı. Kimin muhatap alınacağı belli değildi. İşte 1642 yılının İngiltere’sindeki manzara buydu.
YAZARA ULAŞAN ŞİKAYETLER
Yazıları takip eden meslektaşlarımdan bana dönük serzeniş var. Mesleki problemlerden bahsetmememden şikayetçiler. Türkiye’de tarihi eserlerin korunmaması, arkeologların, sanat tarihçilerinin iş bulamaması, müzelerin personel sorunları, kötü restorasyonlar, deprem bölgesinde tarihi yapıların moloz muamelesi görmesi gibi konularda yazılar bekliyorlar. Bundan sonra ara sıra bu minvalde acil sorunlara değinmeyi planlamaktayım.
Şimdilik bunlardan birine değineceğim. Malumunuz AFAD’ın ve Kızılay’ın idari personelinin liyakatı ile mimarlık fakültesine atanan teolog dekan mevzusu kamuoyunda bolca tartışıldı. Okurlardan birinden gelen bilgiye göre öğrencilere mimari ve restorasyon eğitimi veren Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Güzel Sanatlar Meslek Yüksekokulu Müdürlüğü’ne de Türk Dili uzmanı olan Prof. Dr. Musa Duman müdür olarak atanmış. Restorasyon eğitimi alan öğrenciler “Rölöve Alım Teknikleri”, “Geleneksel Yapılarda Uygulama Yöntemleri”, “Müze ve Müzecilik”, “Restorasyon Proje Teknikleri”, “Yapılarda Bozulma Nedenleri” gibi dersler görüyorlar. Akademik kadronun başında bulunan Türk Dili uzmanı Musa Hoca’nın akademik geçmişinde ise “Evliya Çelebi Seyahatnamesine Göre 17. Yüzyılda Ses Değişmeleri”, “Kıbrıs Ağzının Morfolojik Kaynakları”, “Vasiyyet-name, Birgili Muhammed Efendi, Dil Özellikleri”, “Takısız Tamlama”[1] gibi yayınlar görülüyor. Musa Hoca, Eski Anadolu Türkçesi ve Osmanlıca Grameri dersleri de vermiş...
Ne fark ederki! Ha Eski Türkçenin morfolojik özellikleri; ha yapı mukavemeti ve denetimi... Ha Evliya Çelebi dönemi Türkçesinde hareke kullanımı ha kubbe taşıyıcılarında tromp, payanda veya pandantif kullanımı. Zaten insan kendi dilinin, kültürünün kaynaklarını bilmeden yapı mukavemeti bilinse ne olacak? 17. yüzyıl cümle çatısını bilmeyen, kırma çatıyı beşik tonozunu bilse ne fayda? Böylesine şanslı öğrencilerin elinden çıkacak restorasyonların benzerlerini aşacağına inanıyorum. Bence bundan gayri mimarlık ve restorasyon bölümlerinde “17 Yüzyıl Türkçesi Morfolojisi” ve “Tarihî Metinlerdeki Takısız Tamlama” zorunlu ders olarak okutulmalı. Bu vesileyle Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi'ni bu ileri görüşlü tavrı sebebiyle kutluyorum.
[1] Makalenin tam künyesi şöyle: “Tarihî Metinlerdeki Işığında “Takısız Tamlama” Konusu Üzerine”, Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Yayınları, Kayseri, c. I, s. 255- 262. Bu başlığı anlayamadım. Doğrusunun “Tarihi Metinlerin Işığında” olması gerekmiyor mu? Dilbilgisi uzmanı okurlardan acil cevap bekliyorum.