Hangisi daha zor? Ölmek mi, yaşamak mı?
İşleri yük taşımak olan kamyonlar, bu defa yaşam kırıntısının bile kalmadığı ölü bir şehri taşıyor. Çalışan kepçelerin yavaşlığı acı nefesin soğuk toprağa karışmasından…
Selma Sayar
“Kaldı işte; çayımız bardakta, çocukluğumuz sokaklarda, mutluluğumuz kursağımızda, sevdiklerimiz uzakta, gülüşlerimiz fotoğraflarda...”
6 Şubat 2023. Saatler gece yarısı 4.17’yi gösterirken, Maraş’ın Pazarcık ilçesinde 7.7, yine aynı gün saat 13.24’te Elbistan’da 7.6 şiddetinde meydana gelen depremlerde on ilde hayatın akışı derinden sarsıldı.
Deprem anından itibaren ekrana kilitlendik, sevdiklerimizden gelecek iyi bir haberi bekledik. Ne telefonumuza ne de mesajlarımıza yanıt veren vardı. Ölümün öteki adı varsa o da o aradaki bir ömre sığdırdığımız birkaç saatlik zamandı. Beklemenin kara rengini o anlarda hissettik. Nasıl bir durumun içinde olduğumuzun hiç kimse ayrımında değildi. Her geçen saatte artan yaralı ve ölü sayısı endişe, korku ve acı eşiğimizi zorluyordu.
İçim acıyla doluydu ve depremin yarattığı travmayı yerinde görmek, birilerine sarılmak, konuşmak, acısına ortak olmak istiyordum.
Antakya Sanat Derneği’nin çağrısıyla Mersin’den şair Yonca Yaşar, şair-yazar Aydan Yalçın, İstanbul’dan oyuncu-yazar Gül Gülsün Yıldız, Ankara’dan TYS Ankara Temsilcisi yazar Süreyya Köle ve Adana’dan yüzü kadar, yüreğiyle yanımızda olduğunu her an hissettiğimiz İpek Dönüm ve yaşadığı korkuya, henüz yaşanılanlarla yüzleşmeye hazır değilken yardımcı olmak için bizimle gelen Sevgi öğretmenimizle beraber 16 Mart Perşembe sabahın erken bir saatinde yola koyulduk. Doğrusu her yönüyle zor bir gezi olacağını biliyorduk. Zulamızda ne varsa yüklendik ve çıktık yola.
İlk rotamız Antakya’ya bağlı Serinyol’du. Yüreğimiz derin bir acıyı yüklenmişken, yaşanılanları anlamlandırmaya, bir isim bulmaya çalışırken, yeşilin değişik tonlarına bezenmiş Belen’den geçtik. Doğa kendi doğallığında akarken, birkaç saat sonra bir kıyamet sahnesine şahitlik edeceğimize ihtimal vermiyorduk doğrusu.
İskenderun yol ayrımından sonra o ana kadar sadece ekranlardan gördüğümüz görüntülerin gerçeğiyle yüz yüzeydik. Sağa sola bakıyorum, tek parça olan neredeyse bir ev bile yok. Bir korku dehlizinden geçiyor gibiydik. Birbirinin üzerine yıkılmış kağıttan evler, yolları dolduran moloz yığınları, genzi yakan kesif bir toz kokusu…
İşleri yük taşımak olan kamyonlar, bu defa yaşam kırıntısının bile kalmadığı ölü bir şehri taşıyor. Çalışan kepçelerin yavaşlığı acı nefesin soğuk toprağa karışmasından…
Onca moloz nereye dökülür? Dökülen yerlerde hayat nasıl devam eder? On ya da yirmi yıl sonrasında yaratacağı hastalıkların ne olacağı, yanıtı belirsiz sorular…
Bir korku filmi çekiliyor olsa daha az yaralayıcı olurdu. Ne yazık ki “asrın felaketi” bütün kötücül haliyle yüzümüze bir şamar gibi inmişti.
Serinyol’da bizi Antakya Sanat Derneği’nin başkanı Edip Yeşil, Tunay Devrim, Behçet Ekşili ve diğer dostlar karşıladı. Her zamankinden farklı bir buluşma. Sözsüz bir kucaklaşma. Gözlerdeki hüzne soğuk beton eşlik ediyor. Acıyı iliklerimizde hissettiğimiz, şehrin en işlek caddesi iken şimdi sokaklarının bile birbirine karıştığı Atatürk Caddesinden geçiyoruz. Şehrin öte yakasını görmek kelimeleri kifayetsiz kılıyor. Taşla betonun müthiş uyumuyla her gidişimde adeta büyülü bir yolculuğa çıkaran, çan, hazzan ve ezanın aynı karede yer aldığı, bin bir çeşit baharat kokusunun mayhoşluğunda gezdiğim Saray Caddesine geliyoruz. Yıkılan ve oraya yığılan taş duvarlar. Perdeler, koltuk kenarları, defterler, oyuncak kafalar, aile fotoğrafları ve aklınıza gelecek her şey. Anılar sanki hiç yaşanmamış gibi yığılmış üst üste. Taş, duvar olmaktan hiç bu kadar utanç duymamıştı belki de.
Depremden birkaç gün önce orada olduğumu, soğuk havaya rağmen caddelerinden akın akın insanların geçtiğini, hiç vazgeçmediğim Ferah Künefede tatlımı, Çağlayan Restoran’da yediğim dönerimi, uzun Çarşı’dan aldığım zahterimi, Simge Marketten koyu kıvamında öğütüp aldığım kahvemi anımsadıkça hüznüm katmerlendi. Gördüklerim karşısında göz pınarlarım sel gibiydi.
Saray Caddesinde Antakya Sanat Derneği ve Türkiye Yazarlar Sendikası ortaklaşa bir basın açıklaması yaptık. Çağrı bütün sanatçı dostlara idi. “Gelin, görün ve tarihe not düşün” demek içindi. Görünen bu çağrının amacına yavaş yavaş ulaştığıydı. Zira bizden sonra Türk Tabipler Birliği Ali Özyurt Kültür Edebiyat Sanat Kolu kalabalık bir grupla ziyaret edecekti deprem bölgesini. Bunları gördükçe ve duydukça Antakyalı olmaktan bir kez daha onur duydum. İnsanlar her şeyini kaybetmesine rağmen oraya geri dönme umudunu yitirmiyordu. Antakya’ya duyulan minnet ve aidiyet duygusu sanırım çok az şehre nasip olur.
Basın açıklamasından sonra Sevgi Parkı’ndaki çadırları ziyaret ettik. Derneklerden siyasi partilere kadar pek çok kurumun çadırı vardı. Dayanışma en üst seviyede ve çok düzenli yapılıyordu. Gönüllü dostların telefonları susmak bilmiyordu Çadırların arasında gezinirken Ali İsmail Korkmaz’ın çadırına, berisindeki Berkin Elvan Oyuncak Evi’ne takılıyor gözüm ve içimdeki acıyı yanı başımdan akan Asi’nin kararan sularına akıtıyorum. Heybemizde getirdiğimiz eşyaların bir kısmını orada bırakıp rotamızı Samandağ’ına bağlı Sutaşı mahallesine sürdük. Depremde en çok zarar gören yerlerden biriydi. Burada da farklı değil hiçbir şey. Etrafta yıkılmış binalar, yaşayan insanlara bir anda sinmiş çöküş, bitkinlik ve çaresizlik, yokluk. Bölgeden gitmeyen ve gidemeyenler o yığıntının arasında yaşamaya çalışıyor.
Artçı sarsıntılar öyle çok ki insanlar çadırlarda kalmaya bile korkar olmuş. Burada yemek yapan bir gönüllü grupla sohbet ediyoruz. Isparta Yalvaç’tan gelmiş ve günlerdir yemek pişirip dağıtıyor. Onları izlerken pek çok trajik olaya da tanık oluyorum. İnsanların köye gelen herkesi yardım kuruluşu sanıp etrafını sarması, sıraya girmek yerine birbirini ezer gibi dağıtılan eşyalardan almaya çalışması çok can sıkıcıydı. Her şeylerini kaybetmiş bu insanlar sanki bundan böyle hiçbir şeye sahip olamayacakmış duygusuyla hareket ediyordu. Sonra başka bir çadıra geçtik. Kalabalık bir aile. Amca, dayı, teyze, hala hemen hemen herkes var ve başka bir şehre gitmeme kararı almışlar. 78 yaşındaki Daviye Latifeci teyzenin bakışındaki donukluk ve manasızlık sözle ifade edilemeyecek kadar can yakıcıydı. Teyzenin bir yakını vardı ki gözyaşları dinmek bilmiyordu. Yıllarca yanı başında yaşayan komşularının depremde enkazın altında kalışını, çaresizliğini, onların sesini üç gün boyunca duyduğu halde kurtarmak için çırpındığını, tek bir kurtarma ekibi dahi yardıma gelmediği için çaresizce ölümlerine seyirci kaldığını, her gece kulaklarında onların yardım çığlıklarının çınladığını dehşet içinde anlatıyor ve sonra ekliyordu, “Ben niye yaşıyorum ki? Kalanlar, keşke ben ölseydim, keşke ben de ölseydim diyor. ” O anda herkes aynı şeyi hissetti. Hangisi daha zor? Ölmek mi, yaşamak mı?
Zamanın dakikalarla sınırlandığı o anları mütemadiyen konuşarak doldurmaya çalışmak, gülümsemeyle gözyaşının birbirine karıştığı duygu dünyasında buluşmak çadırda bulunan herkesi mutlu etti. Daha sonra sevinç kucaklaşmasında buluşma temennisiyle ayrıldık oradan rotamızı Samandağ’ına çevirdik.
Minibüslerin günde iki kez yolcu taşıdığı bir köy okulunda okuyup karnesindeki bütün notları pekiyi getirdiği için, ödül olarak yaz tatillerini geçirme fırsatı yakaladığım ve tatilimin bitiminde gözyaşına boğulduğum, deniziyle, güzel insanlarıyla, ikramıyla hayatımın masalını yaşatan Samandağ.
Şimdi gördüğüm ise, etrafta ara ara görünen insan siluetleri, o kadar. Yaşam belirtisi yok dedirtecek cılız ışıklar. Bir de hiç kimse yokmuş, hiç olmayacakmış ve hiç binmeyecekmiş gibi görünen küçücük otobüs durakları.
Şehrin girişinde gözümüze ilk çarpan şey yıkılmış ve yarı yıkılmış binalardı. Koca koca apartmanların elini dolduracak bir moloz yığınına dönmüş olması iç yakıcıydı. İnsanlar kendi çabalarıyla yaptıkları derme çatma çadırlarda yaşama tutunmaya çalışıyor. Ulaşması gereken yardım henüz Kaf Dağı’nın öteki ucu kadar uzak. Çok değil birkaç hafta önce izledikleri bir korku filminde gösterilenler şimdi yaşamlarının tam merkezinde bütün dehşetiyle duruyor. Gördüklerimizi söze dökmek düşündüğümüzden çok daha zor. Çünkü Seneca’nın dediği gibi “Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar dilsizdir.”
Acıyı sırtımıza yüklenip İskenderun’a doğru yola koyulduk. Orada bizi Nazlı dostumuz karşılıyor. Yaşanılan kâbusun uzaklarda kaldığını hissettiren, üşüyen ruhumuzla bedenimizi ısıttığımız sobanın etrafında birbirimize deva olmaya çalışıyoruz. İçilen çaylar uzun soluklu kurulacak dostlukları müjdeliyor. Orada bizleri mutlandıran, yüreğimizde umut çiçekleri açtıran gelişmelere şahitlik ediyoruz. Antakya Sanat Derneği’nin İskenderun ayağında gönüllü dostların kurdukları konteyner merkezini ziyaret ettik. Antakya’da henüz yaşam belirtileri tek tük yeşerirken Karaağaçlı’da yaşam daha canlı devam ediyor. Ahbap Derneği’nin desteğiyle kurulan konteyner merkezde çocuklar ve gençler derslerine başlamış bile. Canla başla çalışan Tunay Devrim, Fatma Hoca ve ismini sayamadığım pek çok dostun çabaları kısa sürede meyvesini verecek. Çok proje var hayata geçirmek istedikleri. Bu konuda destek aldıklarını ve yollarına kararlı şekilde devam ettiklerini görmek yüreklerimize su serpiyor. İyiliğin galip çıkacağına olan inancım artıyor. Çünkü bu deprem iyilerle kötülerin, merhametsizlerle merhametlilerin savaşıydı sanki.
İskenderun’dan sonra Nur Dağı ve Maraş Pazarcık’a da uğradık. İnsanlar farklı olsa da yaşanılan çok tanıdık. Yıkım korkunç görünüyor. Çadır kente dönüşmüş Pazarcık. Burada yaşam koşullarının Antakya’ya göre iyileştirilmiş olması dikkatimizi çekiyor. İçten içe isyan ediyorum, sanki bir ayrımcılığa maruz bırakılmış kadim kentim. Muntazam kurulmuş Afad çadırları, bacasından duman tüten sobalar yaşamın cılız belirtisi. Orada görevli bir eğitimci dostumuzdan dinliyoruz sebebini. Bu bölge göz önünde olduğu için, her gelen siyasetçinin uğrak yeriymiş. Dış dünyaya yaşamın rutine döndüğünün haberleri buradan servis ediliyormuş. Öte yandan geceden yağan yağmur bereketini esirgemiş bu kez. Her taraf çamur içinde. Her şeye rağmen canla başla çalışıp yaralara merhem olan pek çok kurum çarpıyor gözümüze. İnsanların dayanışması hüznümüze bir örtü çekiyor sanki. Beraberimizde getirdiğimiz defterleri, kitapları, boya kalemlerini, balonları pay ediyoruz çadırlar arasında. Çocuklar dağılmış o saatte. Anlık da olsa yüzlerindeki gülümsemeyi göremeden yüreklerimizi orada bırakarak arabalara biniyoruz. İçimdeki sesim ev neresi, vatan nedir? Diye soruyor. Ahmet Ümit’in satırlarına sığınıyorum. 'Sahi nedir vatan? Bir toprak parçası mı, uçsuz, bucaksız denizler, derin göller, yalçın dağlar, verimli ovalar, yemyeşil ormanlar, kalabalık şehirler, tenha köyler mi? Hayır, bütün bunların ötesinde bir anlam taşır vatan. Ne sadece bir toprak parçası, ne su havzaları, ne ağaç silsilesi… Annemizin şefkati, babamızın saçlarına düşen ak, ilk aşkımız, doğan çocuğumuz, dedelerimizin mezarlarıdır vatan…’