YAZARLAR

Hans Ulrich Krafft'ın gözüyle Halep

Krafft'ın anıları 500 sene önceki Osmanlı toplumunun küçük bir sahasına anlık bir projektör tutuyor. Bu elbette objektif bir bakış değil. Ama önceden de söylediğimiz üzere okyanusu oluşturan küçük ama önemli damlalardan biri. Bu nedenle Türkiye'de sekülerizmin kaynaklarına duyduğum ilgi nedeniyle bu kitabı önemli bir mehaz olarak görüyorum.

Geçen haftadan devam... Bu sefer Osmanlılara esir düşmüş bir Alman tacirin macerasıyla toplumsal tarihimize bakalım. Adamımız Hans Ulrich Kraffft (1550-1621) 1573 yılında, 23 yaşındayken Osmanlı Suriye’sine ticaret amacıyla geliyor. Bağlı bulunduğu şirket iflas edince borçlarından dolayı -kendi anlatımıyla iş ortağı Yahudilerin de onu suçlamasıyla- Halep'de zindana atılıyor. İki sene kadar hapis yattıktan sonra 1577’de serbest kalıyor.

Zindanda haline acıyanlar 'gel Müslüman ol da seni kurtaralım' dedilerse de o dinlememiş. İki sene boyunca Arap, Kürt, Türk vb. Müslüman halkın adetlerini gözlemlemiş. Krafft bizim daha önce bazı yazılarımızda yer verdiğimiz örneklere benzer şekilde, Müslümanların şarabı haram saydıklarını ama gizli gizli de içtiklerini yazmış.* Tutuklanmadan önce Halep valisinin evine konuk edilmiş. Vali en iyi dostu olan bir Suriye Ermenisiyle sofra kurup içiyormuş. Alman tacir gelince kimin daha çok şarap içeceği konusunda bir yarışma yapılıyor. Vali körkütük sarhoş oluncaya dek yarışma devam etmiş. Gayrimüslimlere ve yabancılara şarap satışı yasak olmadığından Krafft hapishanede bile istediği zaman şarap getirtebiliyormuş. Onun bu 'ayrıcalığının' farkında olan gardiyanları da "n'olur bizim içinde sipariş et" diye ricacı olmuşlar. Krafft da hapishane koşullarını daha rahat hale getirecek olan bu fırsatı kaçırmayarak onlara da şarabından pay ayırıyormuş. Bu öykü bana kendi askerlik maceralarımı anımsattı. Askerlikte de böyle bir 'dayanışma ağı' vardır, kantinci yazıcıya sigara bulur, yazıcı öbürünün nöbetini öğlen saatine yazar, revirci berikisine istirahat verir böyle geçinip giderler.

Hans Ulrich Krafft, 

Krafft'ın gardiyanları sürekli şarap içip duruyorlar. Ama içtikleri anlaşılmasın, nefesleri kokmasın diye meyan köküyle gargara yapıyorlarmış. Krafft bu doğu diyarında kuralların rüşvet karşısında eriyiverdiğini hemen keşfediyor. Verdiği şaraplarla ve rüşvetlerle kendini 'sevdirdikten' sonra tutukluların ayaklarına vurulan demir prangasını gardiyanlara çıkarttırıp biraz rahat ediyor. Bu yöntemlerle hayli masrafa girse de rahat bir hapis yaşamına kavuşmuş.

Krafft'ın Almanlığı hapishanede de kendini belli ediyor. Bu dönemde Almanya günümüzde olduğu gibi mekanikte en ileri ülkelerden biriydi. Krafft'ın yanında taşıdığı kurmalı saatler herkesin hayranlığını kazanmış. Kendisi aynı zamanda hapiste saat tamirciliği yaparak da geçimini sağlıyor. Çok ilginç bir anekdot da şöyle. Krafft yanındaki astronomi kitapları ve takvimlerle Ay'ın, Güneş'in hangi gün tutulacağını önceden söylüyor. Zindan imamı 'böyle şeyleri ancak Allah bilir' diyerek onu azarlıyor. Krafft da imama 'o zaman gel bahse girelim on gün sonra Ay tutulacak' diyor. On gün sonra gerçekten de Ay tutulduğunda imam mosmor oluyor. Zindan ağası (yüzbaşısı) Krafft'a  'Frenk bunun olacağını nasıl bildin?" diye soruyor. Krafft mütevazı davranarak kendisinin özel bir yeteneği olmadığını Almanya'da bu tür gök olaylarının zamanlarının hesaplandığı cetveller bulunduğunu söylüyor. Yüzbaşı "Frenkler, Allah gökte ne yapıyor hepsini biliyorlar' diyerek 'Batı hayranı beyaz Türklerin' 500 sene önce de var olduklarını gösteriyor. Krafft’a büyük saygı duyan yüzbaşı onun kalede (zindanda) daha güzel bir odada kalmasını sağlıyor.

Krafft her ne kadar mütevazılık yapsa da Ay tutulmasını önceden bilmesi dilden dile yayılıyor. Halep'in her yerinden insanlar onu ziyaret ederek, gaipten haber vermesi için para vermeye başlıyorlar. Her ne kadar falcı olmadığını bu yazılanların bilim olduğunu söylese de kendini bir süre sonra el ve bakla falı bakarken buluyor. Rönesans insanı olarak o da Doğuluların cahilliğiyle alay ediyor. Ay tutulurken insanların damlara çıkıp tencere tava çaldıklarına şahit oluyor ve buna bir anlam veremiyor. Bu aslında başka seyyahların da şahit olduğu bir gelenek. Halk Ay'ın bir ejderha/yılan tarafından yutulduğuna inanıyordu ve ejderhayı korkutup kaçırmak için bu şekilde gürültü yapmaktaydı.

Hapishanede falcılık yapan Krafft'ın müşterilerinin çoğu kızlarına hayırlı eş arayan yaşlı kadınlarmış. Her Batılı çağdaşı gibi genç Krafft'ın da Doğulu kadınların yaşamına büyük bir ilgi duyduğunu görüyoruz. Halep'e vardığında soluğu hemen esir pazarında alıyor. Tabii esir pazarı öyle oryantalist tablolarda olduğu gibi kadınların çırıl çıplak sergilendiği bir yer değil. Ama Krafft yeteri kadar avans verildiğinde kadınların en azından göğüslerinin alıcılara gösterildiğini yazmış. Bir Rönesans insanı olarak Krafft kadınların haline acıdığını yazmış. Tek başına bir genç kadının asla sokağa çıkamayacağını ve fahişe muamelesi göreceğini söylüyor. Bu nedenle kadınlar 'daima dörder ya da daha fazla gruplar halinde dolaşırlar' diyor. Bir erkeğin kendi karısıyla dahi sokakta konuşması ayıplanır diye ekliyor. Toplumsal ahlak normlarını temsil eden din adamlarına karşı ise çağdaşları gibi keskin ön yargıları var. Tam olarak suçlamada bulunmasa da bir gün bir imamı hadımlardan birinin odasından çıkıp alelacele hamama giderken gördüğünü söylemiş.

Krafft'ın anıları 500 sene önceki Osmanlı toplumunun küçük bir sahasına anlık bir projektör tutuyor. Bu elbette objektif bir bakış değil. Ama önceden de söylediğimiz üzere okyanusu oluşturan küçük ama önemli damlalardan biri. Bu nedenle Türkiye'de sekülerizmin kaynaklarına duyduğum ilgi nedeniyle bu kitabı önemli bir mehaz olarak görüyorum.

Antika seccade (solda), 1920'li yıllar, canlı, çok renk saçaklı namazlık. Mekke ve cennet tasvirli sağlam, sorunsuz, tezgah el-dokuma koleksiyon.(sağda). 

Not: Yeni Model Seccadeler Üzerine

Bu yazı serisinde zaman zaman 'gelenekten kopuş' meselesine değiniyorum. Son seccade olayında dikkatimi çeken bir şey oldu. O da mevzubahis 'seccadenin' hiç de seccadeye benzememesi ve daha çok Yağcıbedir kilimlerini andırmasıydı. Eskiden seccadelerin üzerinde Mescid'ül Aksa, Kubbetü's Sahra, revaklar içinde Kâbe, Mekke, Medine manzarası ya da herhangi bir caminin resmi olurdu. Bu olay vesilesiyle ecdatdan kalan 80-100 yıllık ipekli dokuma seccadeleri dolaptan indirip baktım. Hepsinde de söylediğim gibi anıtsal simgeler var, ki bunlar herhangi bir kilimden ayrılsın seccade olduğu belli olsun. Oysa şimdi bu olay vesilesiyle yeni üretimlere baktığımda yeni ürünlerin minyatür halı gibi olduğu görülüyor. Üzerlerinde standart kilim desenleri var. Yani bu yeni tipleri halıdan ayırmak mümkün değil. Acaba resmin günah olduğuna dair iddialar mı geleneksel seccadelerimizde böyle bir değişime yol açtı? Bu vesileyle aklımdaki soruları da paylaşmış olayım.

*Hans Ulrich Krafft, Türklerin Elinde Bir Alman Tacir, Çeviren: Turgut Akpınar, İletişim Yayınları, İstanbul 1997.

 


U. Töre Sivrioğlu Kimdir?

1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.