Hapishane mi? Depo mu?
Şimdiki ve daha önceki Adalet Bakanlarının hapishanelerin daha az kullanılmasına, suçla ilişkilenmeyi azaltacak çalışmalar içinde olunacağına dair hiçbir beyanları olmadı.
Zafer Kıraç* [email protected]
Hapishanelerde çok büyük sorunlar yaşanmasına rağmen, medyada ve kamuoyunda mahpusların sorunları ve her gün biraz daha artan inanılmaz insan hakları ihlalleri bir türlü enine boyuna ve derinlemesine tartışılamıyor. Türkiye hapishaneleri uzun bir süredir, insanı nesneleştiren birer ‘depo’ işlevi görüyor.
Bu yazımda, -daha önce verdiğim konferanslarda defalarca dile getirdiğim görüşlerimi- bir 'kapatarak cezalandırma' mekânı olan hapishanelerin Türkiye’de geldiği noktayı ve nereye doğru gittiğini anlatmaya çalışacağım. Bunun için izninizle 16 yıl öncesine, 2005 yılına, Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği’nin kurulduğu yıllara dönmek istiyorum. İnanılmaz bir heyecanla yola çıkmıştık, sivil toplum örgütü olarak hapishanelerde yaşanan insan hakları ihlallerini görünür kılmaya ve oluşturacağı çözüm önerileriyle önlemeye çalışacak, hiç olmazsa en az seviyelere indirilmesinde katkımız olacaktı. İnsan hakları çalışanları için bu çok motive edici bir duygudur. Çıkılan bu yolculukta onlarca hapishanede çeşitli çalışmalar, projeler gerçekleştirildi, müthiş bir gözlem ve deneyim biriktirildi.
2007 yılında Ankara’da, Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü çalışanları ile bu alanla ilgili üniversite hocalarını ve sivil toplum örgütlerini ve hatta (benim için çok önemlidir) eski mahpusları bir araya getiren ilk büyük konferansımızı yaptık. O konferansın açılış konuşmasındaki cümlemi paylaşmak istiyorum: “Kuruluşumuzdan bugüne, geçen iki yıl boyunca gördüğümüz en büyük eksiklik ve hata, sivil toplum örgütleri ile bu alanda çalışan resmî görevliler arasındaki ilişkilerde yaşanan zayıflık. Aramızda kocaman bir duvar var. Hapishane idareleri ve bakanlıktaki personelin, 'işimize karışmasalar iyi olur' direnci bir taraftan, diğer taraftan sivil toplum örgütlerinin birkaç başlık ve mahpus grubu dışında bu alana ilgisizliği, bizim en büyük sorunumuz olarak maalesef karşımızda durmaktadır.” 2007 yılında sarfettiğim bu cümleyi bugün de rahatlıkla tekrarlayabilirim; üstelik hapishanelerdeki kişi sayısı beş katına çıkmış ve insan hakları ihlalleri neredeyse toplumdaki herkesi rahatsız edecek kadar ortalığa dökülmüş durumda.
Şehir hapishaneleri inanılmaz bir hızla kapatılıp adına kampüs denen, şehirlerden oldukça uzak, deyim yerindeyse dağ başlarına kurulmuş, izolasyonun bütün şiddetiyle uygulandığı, içinden insanı çıkartsanız beton ve metal yığını, toprak ve bitkilerden uzak, bir ‘malzeme deposu’nu andıran yapılar var. Hem çalışanların hem içinde yaşayanların hem de ziyaretçilerin, avukatların hiçbir insanî ve duygusal anı yaşamasına olanak sağlamayacak biçimde kurgulanmış duygusu yaratan devasa yapılar.
Bu beton yığınları içerisinde 55 bin personelle gerçekleştirilecek sözde “rehabilitasyon” mekânı kampüs hapishaneler; Silivri, Şakran, Sincan, Maltepe ve daha sonra yapılan onlarcası. Adalet Bakanlığı'nın toplam 64 kampüs hapishane hedefine ulaşmasına az kaldı. Ne yazık ki! 2015 yılında 2020 yılı için öngörülen 300 bin kapasiteli kampüs yapılar planladılar ve gerçekleşti. 2025 yılı için iki katı planlanıyordur sanırım ve gerçekleşecektir bu istikrarlı gidişle.
Adalet Bakanlığı'nın sitesinde ceza infaz kurumları (CİK) için “rehabilitasyon” yapılacak, ‘mahpuslar topluma kazandırılacak’ yazar ve on binlerce personel bu masala inanır ya da inanır gibi yapar. 55 bin personelin dağılımına baktığınızda bunun amaçlanmadığını çok iyi anlayabiliyorsunuz. 53 bin infaz koruma memuru, 2 bin psiko-sosyal ekip (psikolog, sosyal çalışmacı, öğretmen). Bugün itibariyle 276 bin mahpusa düşen psiko-sosyal ekibin sayısı zaten o ürküten ve korkutan cevabı veriyor. Kaldı ki 276 bin mahpus ve 53 bin infaz koruma memuru ile ilgilenmek zorunda olan bu ekibin bilgi ve becerisi de sınırlı ve bu kadar kişiye ulaşmanın imkânsızlığı altında, yeni edindiği rol hiç de destek rolü değil, adeta bir güvenlik elemanına dönüşmüş ruh hali ve davranışı karşımıza çıkıyor. (1)
Sadece fiziki mekân ve personel üzerinden anlattıklarım, sanırım buranın hapishaneden daha çok, bir depo olarak yönetildiğinin göstergesi olmaya yetecektir. Bunlara ek olarak üniversitelerin ve sivil toplum örgütlerinin çalışmalar yapmasına da izin verilmeyerek, bu depoda hem çalışanların hem mahpusların ruhlarında ve bedenlerinde derin yaralar açılmakta, yeni düşmanlıklar için zeminler oluşturulmaktadır. Kişinin hem kendisine olan saygısının zedelendiği hem de topluma olan inancının daha da zayıfladığını düşünüyorum. Bu yapılar hem personel hem de mahpuslar için sağlıklı yapılar değildirler ve hızla kampüs hapishaneler yapımına son verilmelidir. Zaten şiddet üretmenin zemini olan kapalı mekânlar bu halleriyle, çalışanları daha da kötücül bir atmosfere ve davranışa sokmakta, mahpusların ise kapatılma dışında başkaca hukuka, akla ve vicdana aykırı muameleler yaşadığı, suç mekânlarına dönüşmektedir.
Mesela çok değil, 5 yıl önce Şakran Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü içerisinde bulunan, çocuk hapishanesiyle ilgili bir belge gündeme gelmiş, kamuoyuna yansımıştı. Bir müdürün kendi imzası ile o çocuk hapishanesinin nasıl işlediğini görmüştük. Onları ben desem çok fena şeyler olurdu. Yani herhangi bir yerde onları ben diyemem ama müdür diyordu. Aslında müdür yazdıklarıyla, çok net bir şekilde kapalı mekânların hem çalışanlar hem orada yaşayan çocuk mahpuslar için nasıl şiddet ürettiğini ortaya koyuyordu.
Yedikule zindanlarına baktığımızda, Diyarbakır 5 No'lu hapishanede yaşananları hatırladığımızda, Sinop’a gidin orada duruyor müze olarak, “tabutluk” diye bölüm var, adı öyle... Ya da Ulucanlar’a gidebilirsiniz kötü muamelenin, işkencenin türlü türlü halleri yaşanmış. Dolayısıyla kötü muamele hep olmuş ve olmaya da devam ediyor. Ben inanıyorum ki önümüzdeki bir 10 yıl sonra, belki 15 yıl sonra Silivri hapishanesini oturup tartışmaya başlayacağız. Kabul edecek yani birileri, kabul etmek zorunda kalacak, çünkü iyi bir şey çıkmıyor oradan. Hem sayısal veriler olarak hem de rehabilitasyon çalışması anlamında korkunç bir tablo var ortada.
Ceza infaz kurumunda bulunan kişi sayısı son beş yıla baktığımızda her yıl yüzde 12-15 artış göstermiş. 2015 yılında 177 bin 262, 2016 yılında 200 bin 727, 2017 yılında 232 bin 340, 2018 yılında 264 bin 842 ve 2019 yılında 291 bin 546 mahpus var hapishanelerde. 2020'de Covid-19 salgını gerekçe gösterilerek düzenlenen, eşit ve adil olmayan bir afla yaklaşık 50 bin mahpusun tahliye edildiğini tahmin ediyorum. 28 Şubat 2021 tarihi itibari ile hapishanelerde 276 bin 438 kişi var. (2)
Burası benim için bir depo. İnsanların yıllarca içinde yaşadıkları bu yapılara depo demek kaba görülebilir. İçindeki mahpusları tenzih ediyorum. Orada çalışanları tenzih ediyorum. Ama bir depo. Burada hayat belirtisi yok. Uzayda, boşlukta bir yer. Bu mekânın olumsuzluklarını konuşmak için bu köşedeki yerim yetmeyecek. Sivil toplum örgütlerinin bu mekânların yapılış amacına ve tasarımına müdahale etmesi gerekiyor. Ve bundan 64 tane daha yapılıyor şu anda. Biz bunu önlemek zorundayız. Hep beraber.
Bakanlık yetkilileri bu yazıyı yalanlamaya çalışacak ve her şey yolunda diyeceklerdir. Eğer bir mekânı kurdunuz ve her şey yolundaysa, o zaman kapıları açarsınız “buyurun” dersiniz. “Burada kötü şeyler olmuyor, siz yalan söylüyorsunuz” dersiniz. İzleme yapabiliyor muyuz biz? Hayır. Her ile gittiğinizde İzleme Kurulları var. Onların seçimlerine bakıyorsunuz, nasıl seçiliyorlar? Yani ben İzleme Kurullarının eğitim toplantılarına katıldım ve çoğunda dehşete düştüm, “böyle bir izleme kurulu olamaz” diye. Hasta mahpusun ambulans yerine ring aracında gitmesine onay veren doktor bir izleme kurul üyesi var. “Doğru, öyle gitmeli” diyor. Ben diyorum ki: “Doktor Bey ambulansla gidecek bu mahpus. Gerekirse güvenlik önlemi alınacak eğer bu hasta mahpusun kaçma ve kaçırılma tehlikesi varsa. Ama siz bir doktor olarak, doktor izleme kurul üyesi olarak ring aracında gitmesine izin veremezsiniz.”
Sonuç olarak şunu söylemek mümkün: Sayıları 10’u geçmeyen sivil toplum örgütünün önünde engeller varsa, bize bu mekânda bir “iyileştirme” gerçekleştirme veya eğer iyiyse de bunu aktarabilme şansı verilmiyorsa burada bir problem var demektir.
Dünya genelinde bu alana ilişkin çok fazla deneyimler ve insan haklarına dayalı yapıların ve işleyişlerin olduğunu görüyoruz. Alanın bir güvenlik tekelinden çıkartılıp interdisipliner bir alana gelmesi gerektiği ortada. Dünyadaki iyi örnekler de insan haklarına dayalı onarıcı bir hapsetme uygulaması ile güvenlik ayrılmış durumda; bizde ise iç içe geçmiş ve herkesin korktuğu bir yapıya dönüşüyor. Bu alana ilişkin sivil toplum örgütü raporları dikkate bile alınmadı. Daha evvelkiler ve şimdi ki Adalet Bakanı dahil hapishanelerin daha az kullanılması, suçla ilişkilenmeyi azaltacak çalışmalar içinde olacağına dair hiçbir beyanları olmadı. Adalet Bakanlığı'nın kendi verilerine bile bakıp analizler yapmadığı ortada, yapsa ortada çok büyük başarısızlık olduğunu görecektir.
Hapishanelerinde kalan kişilerde, Adalet Bakanlığı'nın ‘topluma kazandırma’ amacının aksine hiçbir umut veren gelişmenin gerçekleşmediğinin altını çizmek gerekiyor.
Hapishanelerde kalan kişilerin sorunlarıyla toplum ilgilenmiyor; devlet bağımsız izlemeye izin vermeyerek kapalı mekânlar üzerine yapılan çalışmaları zorlaştırıyor. Bu alanda çalışan sivil toplum örgütlerinin çoğalmasına ve bağımsız izlemeye izin veren bir mekanizmaya ihtiyaç var. Bu mekânlar şiddet ürettiğinden, kapalı mekânlarda olası kötü muameleyi yapan ilk kişiler oranın çalışanları olacağından, oranın şeffaflaşması gerekir. Hapishaneler “depo” olmaktan kurtarılmalıdır. Tutuklular ve hükümlülerin birer “insan” olduğu unutulmamalıdır. Hangi suçu işlemiş olurlarsa olsunlar onlar birer insandır ve hakları vardır.
Mahkeme kararıyla hapishaneye... Zamanı gelince tahliye kararıyla dışarıya... Peki hapishanede geçen süreçte yaşananlar? Hapishanelerde geçen süreçte mahpusların akıl ve beden sağlıkları hepimize emanettir. Korumak zorunluluğumuz vardır. Hiçbir mahpus içeri girdiğinden daha gerilemiş olarak o kurumdan çıkmamalıdır. Aksine eksikleri tamamlanmalı varsa öfke kontrolü, bağımlılık gibi rahatsızlıkları giderilmelidir. En önemlisi, bütün mahpuslar hapishanelerde “insan onuruna” uygun bir yaşam ortamında cezalarını çekmelidir.
Ceza “işkence”ye dönüşmemelidir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde ‘işkence ve kötü muamele yasağı' vardır. Üçüncü madde şöyledir: "Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ve aşağılayıcı muameleye ya da cezaya maruz bırakılamaz."
Son söz olarak hepimizin sağlığı açısından iyi bir karar alınmalıdır. Uluslararası kurumlarca kabul edilen, "hapsetmeye son çare olarak başvurulur" ilkesi olabildiğince kullanılmalıdır, bu ilkenin bir mantığı vardır ve uyulmalıdır. İntikamcı adalet yerine, onarıcı adalet anlayışına bir an önce geçilmelidir.
1- https://data.tuik.gov.tr/Kategori/GetKategori?p=Adalet-ve-Secim-110
2- https://cte.adalet.gov.tr/Home/SayfaDetay/cik-istatistikleri12012021090932
*İnsan Hakları Çalışanı