Hapishanesiz toplum arayışı
Dünyanın en korkunç olayı işkence ve kötü muamele en çok bu kurumlarda cesaret bulur ve gerçekleşir. Neredeyse her biri bir kötülük yuvasına dönüşmüş mekanlardır.
Zafer Kıraç* [email protected]
Kapalı kurumları kendisine konu edinen çok az kitap var, özellikle ruh sağlığı hastaneleri ve hapishaneler konusunda neredeyse iki elin parmaklarını geçmez. Çok kıymetli olduğunu düşündüğüm bu az sayıdaki çalışmaların bilinirliği de bir o kadar az. Çünkü hem okuyucusu az olur hem de medya pek ilgi göstermez bu kitaplara. Oysa yüzbinlerce insanın yaşadığı bu kurumlar inanılmaz sorunlar içinde varlığını sürdürür.
Dünyanın en korkunç olayı işkence ve kötü muamele en çok bu kurumlarda cesaret bulur ve gerçekleşir. Neredeyse her biri bir kötülük yuvasına dönüşmüş mekanlardır. Toplumun ilgisi olmayınca medya ve akademi de ilgi göstermiyor. Yani kapalı kurumlar sessizliğe, ıssızlığa ve karanlığa gömülüyor. Soruyorum size bu durum hepimiz için utanç verici değil midir?
Neyse ki son bir yıl içinde üç kitap peş peşe geldi yayınevlerinden. Çok umut verici ve devamı gelir umarım. Bunlardan birini yazmıştım bu köşede. İki akademisyen İpek Merçil ve Seçil Doğuç Ergin’in uzun emekleri sonucunda Dört Duvar Kadına Ne Yapar buluştu okuyucularıyla. Kadın mahpusların içeride neler yaşadıklarını bütün çarpıcı sonuçlarıyla okuyabilirsiniz. İkincisi, benim de bir yazı ile katkıda bulunmaya çalıştığım Adil Okay ve Görülmüştür Kolektifi’nin Korona günlerinde mahpusluk: Tutsakların korona günlükleri ismini taşıyor. Onlarca mahpusun yazıları, karikatürleri yer alıyor. Önümüzdeki günlerde mutlaka yazacağım. Kitap yasadığımız bu küresel salgında, hapishanelerde süren hayatı ve salgının içerde yarattığı ortamın yaşayanlar tarafından anlatılmasını sağlayarak gerçekleştiği için çok önemli tarihsel bir belge niteliğindedir.
Üçüncü kitapsa Hapishanesiz Toplum Arayışı. Münker Odabaşı, Türkiye’nin hapishane karnesini önümüze seriyor. Bir tartışma başlatmak istiyor. Bugünlerde oldukça heyecan verici bir istek. Kendi adıma böyle bir tartışmada, bütün insan hakları savunucularının katkı vermesi ve bu tartışmayı zenginleştirmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Kitabın yazarı, emekçisi Münker Odabaşı ile faydalı olacağını düşündüğüm bir söyleşi yaptım.
Kitapta 'Hapsetmenin kurumsallaşması' diye bir bölüm var. Ne demek istiyorsun? Nasıl bir kurumsallaşmadan söz edebiliriz? Bu, mahpuslar açısından iyi bir şey midir?
Foucault’nun ifadesiyle söyleyecek olursam, 17. yüzyıla kadar hapishane diye bir oluşum, kurum yok. Diğer bir deyişle, aslında son 300 yıldır hapishaneler yoğun bir şekilde varlık gösteriyor. Özellikle de Türkiye gibi ülkelerde kapatma yöntemi, sık kullanılan bir cezalandırma “sopa”sına dönüşmüş durumda. Yine Türkiye’den devam edecek olursak, hapishanelerin isimlendirilme konusunda da giderek sempatikleştirilmeye çalışıldığını söyleyebilirim. Hapishane iken “ceza” evine dönüşmüş, oradan da C.İ.K’e yani cezanın infaz edildiği kuruma evrilmiştir.
Burada tamamen devlet eliyle gerçekleştirilen bir kurumsallaşmadan söz edebiliriz, çünkü tarihteki ilk dönem hapishaneler bugünkü anlam ve işleve sahip değil. İlk dönem hapishaneler daha çok infazın gerçekleşeceği ana kadar birer durak mekân olarak kullanılmış ve hapishane adı altında binalar inşa edilmemiştir. Günümüzde ise artık devasa halde kampüs “cezakentler” inşa edilmekte, bunun için devasa bütçeler ayrılmakta ve bu mekânlarda binlerce personel “istihdam” edilmekte. Bu durum elbette mahpuslar için, özgür yaratılan insan için ciddi handikaplar barındırıyor.
Hapishane sürecinden devletin ve toplumun amacı ve beklentisi nedir? Ayrıca senin beklentini merak ettim.
Devlet ve toplumun amacı, daha doğrusu hapsetmedeki temel mantık, bireyin ıslah olması, sağlıklı bir şekilde tekrar toplumsal yaşama dönmesi ve “içeriye” girdiğinden daha gerilemiş bir şekilde çıkmamasıdır. Hür yaratılmış olan insanı özgürlüğüyle sınayarak, “terbiye” ederek onun daha iyi “yola geleceği” inancı vardır. Fakat hapsetmenin bireyi ıslah etmediği, kapatmanın cezalandırmada doğru bir yöntem olmadığı bilinen bir gerçek. Ayrıca özgürlüğüyle sınanarak hapsedilen insan hem bedenen hem de ruhen sakatlanıyor. Dolayısıyla hapis, bireyi ıslah etmediği gibi kimliksizleştiriyor ve benliksizleştirebiliyor. Birey “içeri” girdiğinden daha gerilemiş bir şekilde çıkabiliyor.
Öte yandan devlet aslında “aykırı” davrananları şehrin dışında bir yerde, dört duvar arasında toplayarak “dışarda” olanlara şu mesajı da veriyor: “Rahat olun, güvendesiniz, 'ayrıksı'lar gözetim altında”. Benim beklentime gelecek olursak, şahsen kapatmanın, yaratıcı tarafından özgür yaratılan birey için ceza olamayacak kadar ağır bir yaptırım olduğuna, hapishanesizliğin cezasızlık olmadığına ve artık hapishanelerin misyonlarını tamamladığına inanıyorum. Ve hapsetme dışı alternatif tedbirler için hemen şimdi diyorum.
Türkiye'de cezalandırma kültürü ve mahpusluk üzerinden bakarak hapishaneleri değerlendirir misin?
Güncel örneklerden yola çıkalım. Mesela Ömer Faruk Gergerlioğlu. Yakın bir zamanda hapse girdi. Neden peki? Veya Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Ahmet Altan vs. vs. burada ismini sayamayacağım kadar insan neden kapatılma “sopasıyla” karşı karşıya. Çünkü Türkiye gibi cezalandırıcı, özellikle de hapsederek cezalandırma kültürüne sahip toplumlarda hapis, “öteki”yi sindirme veya susturma aracı olarak kullanılabiliyor. Her kapatılan bireyin “hain”, “terörist” veya “kesin suçlu” olarak lanse edilmesi, bebeklerin, çocukların hapsedilmesi, çemberin dışındaki tüm “öteki”lerin toptan “hain” ilan edilmesi Türkiye’nin cezalandırma kültürünü net gösteriyor aslında.
Bu durum sadece son yıllarda değil, Cumhuriyet tarihi boyunca da böyle olageldiği söylenebilir. Hatta daha da ileri götürürsek, Türkiye’nin kurucuları o dönem yola çıktıklarında Osmanlı yönetimi tarafından “hain” ilan edilmiş, yargılanmış ve haklarında fetvalar verilmişti. Fakat o dönem yargılanan veya cezalandırılanlar şartların değişmesiyle birlikte “vatansever” ve kahraman ilan edildi. Dolayısıyla cezalandırma kültürünün ve “vatansever” ile “hain” söylemlerinin bu denli “fırıldak” olması hapishanelerin dolup taşmasına, aşırı doluluk oranlarına ve binlerce hak ihlaline neden olabiliyor.
Hapishanesiz toplum anlayışından ne anlamalıyım? Bunun gerçekleşmesi için ihtimaller ve engeller neler?
Hapishanesiz toplum arayışı/anlayışı şudur aslında: Hapishanesizliğin cezasızlık demek olmadığı gerçeğini göz önünde bulundurarak bireyi sakatlamadan, toplumsal yaşamdan koparmadan cezalandırmaktır. Mahpus nüfusunu ciddi oranda azaltan Avrupa Konseyi ülkelerinde olduğu gibi hapsetme dışı seçenek, yaptırımlar geliştirmek ve uygulamaktır. Diğer bir ifadeyle ki bu en sevdiğim mottodur, “yakıtı insan olan” mekânları yakıtsız bırakarak “yakıtı insan olmayan” bir sistem arayışıdır hapishanesiz toplum.
Bakın, Yaratıcı koyduğu kuralları ihlal eden Âdem ile Havva’yı ihlalin yaptırımı olarak cennetten çıkarmıştır, fakat dikkat edin hapsetmemiştir. Çünkü hür yaratılan insan için özgürlük yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Tekrar ifade edecek olursam kapatma ceza olamayacak kadar ağır bir yaptırımdır. Dolayısıyla her ne gerekçe ile olursa olsun özgürlük sınırlandırılamaz, engellenemez ve vazgeçilemezdir. Yeryüzünde kendi türünü kapatarak “terbiye” etmeye çalışan, onu sakatlayan ikinci bir tür yoktur. Hapishanesiz toplumun tek engeli düşünmemektir. Sistem bize hapishanesiz bir toplumun var olma ihtimalinin dahi olamayacağını dayatmasıdır. Düşünmekten ve tartışmaktan korkmamalıyız.
Kampüs ceza infaz kurumlarını değerlendirir misin? Olumsuz buluyorsun kitapta. Ayrıca iktidar çok övünüyor bu mekanlar ile ve medyanın da katkısıyla iyi ve doğru bir iş yapılıyor algısı hâkim. Bu algıyı değiştirmek için neler yapılabilir?
Kampüs CİK’ler aslında birer “cezakent”tir. Çünkü bu devasa halde inşa edilen ve kampüs adı altında sempatikleştirilen bu mekânlar ciddi mahpus nüfusuna sahip mekânlardır. Neden “cezakent” diyoruz çünkü bu mekânlar Türkiye’deki birçok ilçeden daha büyük bir nüfusa sahip, şehrin dışında bir yerleşke üzerinde kurulu, ulaşımın zor olduğu devasa halde inşa edilmiş yerlerdir.
Maalesef mevcut iktidarın açmakla övündüğü, yücelttiği ve “modern” mekânlar olarak sunduğu bu yapılar dördüncü kuvvet olan medya tarafından da yeniden yeniden üretilip servis ediliyor ve “fabrika gibi cezaevi” söylemiyle yüceltilerek okuyucuya sunuluyor. Bu algının değiştirilmesi için öncelikle mahpus odaklı bir habercilik anlayışının geliştirilmesi, iletişim fakültelerinde ve sivil toplum örgütlerinde tıpkı kadın odaklı, çocuk odaklı, mülteci odaklı habercilik alanlarında olduğu gibi mahpus odaklı habercilik derslerinin de olması elzemdir.
Mahpus odaklı habercilik nasıl olmalı, bu konuda ilkeler var mı veya nasıl bir yöntemle bu ilkeler oluşturulabilir?
Olaylara mahpus gözüyle, mahpusun penceresinden bakmaktır. Mahpus odaklı habercilik çok yeni bir alan aslında. Bu konuda daha önce yapılmış bir çalışma yok bildiğim kadarıyla. Hak savunucuları ve gazetecilerin bir araya gelip, bu alanda hak odaklı bir çalışmanın nasıl yapılabileceği noktasında fikir alışverişinde bulunması, tartışması, el kitapçıkları hazırlaması gerekir. Benim naçizane dikkatimi çeken noktalar şunlar aslında: Mahpusun kişilik hakları kapsamında yüzünün buzlanması, isminin açık olarak verilmemesi yani kodlanması, kapatılma mekânlarında yaşanan ihlallerin daha fazla dile getirilmesi, kapatılma mekânlarının yüceltilmemesi, “modern” mekânlar olarak sunulmaması, “fabrika” metaforunun kullanılmaması, işçi mahpusların emek sömürüsünün görmezden gelinmemesi, mahpusların ötekileştirilmemesi vs. gibi bir dizi ilke sıralanabilir.
Bu kitabı bu alanla ilgili başkaca kitapların takip etmesi ne güzel olur. Önümüzdeki süreçte böyle bir niyetin var mı? Ve bu alanla ilgili çalışma yapacaklara önerilerin neler?
Umarım bundan sonra yapılacak olan çalışmalara küçük de olsa bir katkı sunar. Hele ki bu pandemi döneminde mahpusluğun ne demek olduğunu bir nebze de olsa anlayabildiğimizi, empati yapabildiğimizi ümit ediyorum. Unutmayalım ki insan, haklarıyla insandır. Dolayısıyla “içerde”kilerin özgürlüğü “dışarda”kileri de özgürleştirecektir. Özgürlük hepimiz için biricik ve tektir.
Son olarak şunu ifade edeyim. Önümüzdeki süreçte kapatılma ve mahpus odaklı habercilik üzerine elbette devam etmeyi düşünüyorum. Bu alanda çalışmak isteyenler için de şunu söyleyebilirim, evet kaynaklar az ama çok kıymetli çalışmalar da yok değil. Dayanışma ile çok daha iyi işler başarılabilir. Nitekim CİSST’in ve sizin çok önemli katkılarınız oldu. Ne diyeyim, mahpusları unutursak kalbimiz kurusun. Ya hep birlikte ya da hiçbirimiz…
Kapalı kurumları merak eden ve bu konuda araştıran, konuşan, yazan ve çizen herkese çok teşekkür ediyorum.
*İnsan Hakları Çalışanı