Harun Candan: İlgimi güncelden ziyade 'eskimeyen' çekiyor
Harun Candan'la Doğan Kitap tarafından yayımlanan romanı 'Sonsuzluğun İlk Günü'nü konuştuk. Doğan, "İnsana dair ne varsa, elimden geldiğince yer vermeye çalıştım" dedi.
DUVAR - 1987 yılında İzmir’de dünyaya gelen Harun Candan, 18 Mart Üniversitesi’nde Halkla İlişkiler ve Reklamcılık okur. Çeşitli ajanslarda metin yazarlığı yapan Candan, 2014 yılında ilk romanı 'Hayalname'yi yayımlar. 2016’da TRT’de çalışmaya başlayan ve bir buçuk yıldır da TRT 2 kanalında metin yazarlığı yapan Candan, son yedi yılda beş roman kaleme aldı.
Son olarak 'Sonsuzluğun İlk Günü' isimli romanını Doğan Kitap’tan yayımlayan yazar Candan’la bir araya geldik ve geniş bir tarihsel aralıkta süzülen romanını konuştuk.
Peş peşe romanlar yayımlıyorsunuz. Kaleminizin olgunlaştığını ve üretken bir dönem yaşadığınızı düşünüyor musunuz?
Son kitabımla beraber beş roman oldu. Yazım esnasında ve yayınevine gönderene kadar dosyayı tekrar tekrar okuduğum için midir bilmiyorum, yayımlandıktan sonra hiçbir kitabımı elime alıp okumadım. Okur gözüyle kıyas yapamasam da herhalde olgunlaşmıştır kalemim. Zaten insanın yaptığı iş içine sinmiyorsa yapmaması lazım. Bir de şu var… Her kitabım bir öncekinden daha iyi demiyorum elbette, ancak içten içe gayem bu. Hep daha iyisini, daha güzelini yazabilmek. Bu da ister istemez, bir zamanlar “peş peşe” yazılan romanların bir süre sonra aralarına mesafe girebileceği anlamına gelebilir. Yaşayıp göreceğim sanırım.
'Sonsuzluğun İlk Günü'nün, güncel sorunlarla, pandemi kriziyle de ilişkisi olduğunu düşündüren olaylar var. Sanatçının gündemle olan ilişkisi her daim tartışılagelir. Siz bu bağlamda ne düşünüyorsunuz? Ayrıca metni pandemi sürecinde mi kaleme aldınız?
Doğrusu gündemi takip eden birisi değilim. Benim ilgimi güncelden ziyade “eskimeyen” çekiyor. İşin aslı, bu açıdan bakınca çoğu sorunun zaten hep güncel olduğu da aşikar. İnsanoğlu bin yıl önce de savaşıyordu, şimdi de öyle. Sadece silahlar değişiyor. Kitaplarımı ise hikâyenin başı ve sonu belli olmadan yazmaya başlamam. Bir şey görüp sonradan onu kurguya dahil etmem pek mümkün değil. Mesela kitap MÖ 536 ve 2099 yılları arasında beş farklı zaman diliminde geçiyor, bunlardan günümüze en yakın olanı 2000’lerin başı. Onun bile üzerinden yirmi yıl geçmiş.
Pandemi meselesine gelirsek… Distopya ya da kitabım için daha belirgin olsun, “kıyamet sonrası dünya” diyelim, burada insanlığın sonunu getirecek felaketler aşağı yukarı bellidir. İklim felaketi, meteor, virüs, nükleer savaş, zombiler… Ben iklim felaketi ve virüsü işlemeye karar vermiştim. Yazım sürecinde pandemi başladı. Tabii çok farklı bir deneyim oldu. Gelecekte geçen bir felaket hikâyesi hayal ederken kendimi o dünyanın içinde buldum. Terk edilmiş ıssız metropolleri kaleme alırken, sokakların bomboş olduğunu görmek çok tuhaf bir histi.
'ÖNEMLİ OLAN HAYALLE GERÇEK ARASINDAKİ DENGEYİ YAKALAMAK'
'Sonsuzluğun İlk Günü' okuru, temas ettiği hikâyenin ne kadarının gerçek, ne kadarının hayal olduğu konusunda düşündüren bir metin… Bu durum her kurmaca metinde vardır elbet ama sizinkinde atmosfer hayal üzerine kurulmuş gibi… Ne düşünüyorsunuz?
Zaten kitap tam olarak böyle başlıyor. “…söyleyeceklerimin ne kadarının hakikat, ne kadarının efsane olduğunu ölçecek bir tartıdan mahrumuz.” Bu, ikinci cümle. Şöyle düşünelim, Van Gogh gökyüzüne baktı ve onu bizim gördüğümüzden daha farklı gördü. Kısaca hayal gücü diyelim buna. Tarihe baktım ve yazdım. Bir tarihçi gibi değil tabii, bir romancı gibi. Sonuç, hayalle gerçeğin birbirine girdiği bir dünya. Lidyalılar bir savaşa girdiler ve yenildiler, bu tarihsel gerçek. Ama orada yaşanan dramı hayal gücümle yazdım; ya da Çanakkale’de on altı yaşında bir Anzak askerinin mezar taşını görmüştüm. Neredeyse aynı yaşlarda bir Anzak’ı yazdım. Önemli olan hayalle gerçek arasındaki dengeyi ve ahengi yakalamak. Umarım başarmışımdır.
Metin, tarihin dehlizlerine de gidiyor, geleceğe de… Bir yanıyla bir tarihi roman, bir yanıyla distopya… Yer yer macera, yer yer aşk da eklemleniyor. Tür bakımından romanınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, bunun sebebi, büyük bir insanlık hikâyesi yazmak istememdi. Dolayısıyla insana dair ne varsa, elimden geldiğince yer vermeye çalıştım. Aşk da var ayrılık da. Tutku, hırs, suç, fazilet, masumiyet, savaş, esaret, hastalık, doğum, ölüm… Farklı türler bir arada, tam olarak ne ad verilir bilemiyorum.
'YAZDIĞIM HİKÂYELERİN ZAMANLARI VE MEKANLARI HİÇBİRİMİZE UZAK DEĞİL'
Mekânsal bağlamda yorumlandığında roman, yeryüzünün tamamında geçiyor, denilebilir. Akdeniz’den okyanuslara, Amerika’dan Kalküta’ya kadar tüm dünya romanın dekorunu oluşturuyor. Bu durumun yazınınızın evrenselliğine etki ettiğini, yabancı okur için ilgi çekebileceğini düşünüyor musunuz?
Evet, yeryüzü bizim evimiz. Beş yüz yıl evvel esir düşmüş bir Afrikalının derdiyle de, Kore savaşında ölen bir çocuğun hüznüyle de dertlenmemiz gerekir. İnsan olmanın gereği bu. Hiç kimse doğacağı memleketi ve anne babayı seçmiyor. Kalküta’da kast sisteminin en altında da doğabilirdik, savaşın yerle bir ettiği bir şehirde de… Ya da su savaşlarının yapıldığı karanlık bir gelecekte… Yazdığım hikâyelerin zamanları ve mekanları aslında hiçbirimize uzak değil. “Onlar” biz de olabilirdik. Ve elbette uzaklarda bir yerlerdeki hayatlara dokunmak, haritada yerini gösteremeyeceğim yerlerde okunmak isterim. Kitap da buna uygun gözüküyor.
Dile, masalsı bir üslup hâkim… Hikâye her ne kadar geçmişte ve gelecekte salınsa da dile her daim bir masal havası eklemleniyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Üslup yolda mı şekillendi, yoksa başlangıçta bu dili kuracağınız belli miydi?
Dil üzerine epey kafa yordum. İki bin beş yüz yıl önce geçen bir hikâye yazıyorsam, iki bin beş yüz yıl evveline gidip, okuma bilen birini bulup, metni ona verdiğimde anlamlandırabilmeli diye düşündüm. Keza diğer zaman dilimleri için de öyle. Mesela 15. yüzyıl İngilizcesinin argosunu araştırdım. Herhalde o zamanki insanlar kızınca karşısındaki “salak, aptal” demiyordu. Dilin atmosfere katkısı çok fazla. Gelibolu’da geçen kısımları 1900’lerin başında konuşulan Türkçeye yakın bir üslupla anlatmaya çalıştım ki hikâye okuru iyice sarıp sarmalasın.
Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
Sanırım ben bir kış yazarıyım. Yaz mevsimi her zamanki gibi yazıdan uzak durarak geçiyor. Aslında bir değil iki hikâye var aklımda. Ancak ikisi de polisiye ve ben galiba suç edebiyatından biraz uzaklaşmak istiyorum. Şimdiye kadar bir kitabı yazarken, sonrasında ne yazacağımı da bilirdim. Bu defa beni neyin beklediğini ve ne zaman geleceğini bilmiyorum.