Hatay: Depremden altı ay sonra
Hatay’ın yeniden inşasının diğer kentlerden daha zor olduğunu vurguladım. Ancak Hatay’ın diğer kentlerden olumlu yönde ayrıştığı bir yanı da var: Kentteki sivil toplumun örgütlülüğü. Hatay’da uzun yıllardır faaliyet gösteren kuruluşlar da düşünüldüğünde, bu çarpıcı rakam Hatay’ın katılımcı bir yeniden inşa için uygun şartlara sahip olduğunun kanıtı.
Marmara Depreminin yıl dönümünde, Hatay Büyükşehir Belediyesinin davetiyle, farklı üniversitelerden yirmiye yakın bilim insanı Hatay’da buluştu. Bu buluşma, depremin hemen ardından Mart ayında, İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı İstanbul Planlama Ajansı (İPA) desteğiyle kurulan Hatay Planlama Merkezi’nin (HPM), kentin yeniden inşasını ve afete dayanıklı bir kimliğe kavuşmasını amaçlayan çalışmalarının bir parçasıydı.
Hatay Planlama Merkezi’nin kuruluşunun, CHP’li belediyeler arasında bilgi ve kaynak paylaşımı açısından belki de bu dönemde yapılmış en önemli iş olduğunu söylemek abartılı olmaz. Hatta bu ortaklaşmayı, 70’lerin toplumcu belediyecilik deneyimi ile bile karşılaştırmak mümkün. O dönemde başta Ankara, İstanbul ve İzmit belediyelerinde yaşanan deneyimler, danışman kadroları olarak görev yapan kentleşme uzmanları aracılığıyla paylaşılmış ve kuramlaştırılmıştı. Bugün de, basitçe İBB’nin deprem sonrasında bölgeye ulaştırdığı yardımların bir parçası gibi görünse de, HPM’nin kuruluşu ve faaliyete geçmesi bundan çok daha kayda değer katkı. Zira Merkez, hem altyapı hem de uzmanlık birikimi açısından nitelikli bir yapı olan İPA’nın desteğiyle sadece birkaç ay içerisinde bile İstanbul ve Hatay’da paralel süren dikkate değer bir çalışma yürütmüş. Kentin bilimsel bir yaklaşımla planlanması için gerekli veriler toplanmaya başlanmış ve bu süreci katılımcı bir biçimde örgütlemek için gerekli altyapı hazırlanmakta. Şimdiye kadar yapılan çalışmalar ve biriktirilen veriler bir web sitesi aracılığı ile erişime de açılmış durumda: hatayplanlamamerkezi.com. Bilgiye/veriye dayanan, akılcı ve şeffaf bir planlama yaklaşımını önde tutan bu girişim umut vadediyor.
Ancak iktidar, hızlı ve kapalı kapılar ardında yürütülen karar alma süreçleriyle deprem bölgesinin tamamında olduğu gibi Hatay’da da bildiği gibi hareket ederek yaşanan kaosu derinleştiriyor. Gerek yıkımın en ağır yaşandığı yer olması, gerek tarihsel dokusunun özgünlüğü, gerekse de çokkültürlü sosyal dokusunun yok olma tehlikesiyle karşı karşıya oluşu Hatay’ı tüm deprem bölgesi içinde özel bir yere koyuyor. Çok açık ki, Hatay’ın yeniden inşası diğer kentlere kıyasla birkaç kat daha zorlu bir problem. Buna karşılık devlet kurumları neredeyse birbirlerinden haberleri yokmuşçasına hareket ediyorlar; belki ortaklaştıkları tek nokta CHP’li belediyeleri mümkün olduğunca süreçlerin dışında tutmak (doğrusu başka kentlerdeki AKP’li belediyelerin de süreçlere pek dahil olabildiği söylenemez). Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının Hatay için bir master plan hazırlama işini bir mimara verdiğine ve bunun için 60 kişilik bir ekibin çalışmakta olduğuna dair duyumlar var. Öte yandan, sivil inisiyatifler bünyesinde mimar ve plancıların Hatay için fikir ve öneri geliştirme gayretleri sürüyor. Bu kaotik ortamda serinkanlı, bilimsel ve katılımcı bir sürecin yürütülmesi sadece Hatay’ın ayağa kaldırılması için değil, bugün iflas etmiş bulunan kentleşme politikamızın yenilenmesi için de öncü bir model oluşturabilir.
Hatay’daki kurumsal kaos maalesef sadece planlama çalışmalarıyla sınırlı değil. Özellikle Antakya kent merkezinde tarihi dokunun gördüğü yıkım, enkaz kaldırma çalışmaları ile katmerlenmiş durumda. Depremin hemen sonrasındaki manzara, sokak ve caddelerin göçen yapılarla iyice daralmış olduğu, hareket etmenin de, yardım ulaştırmanın da iyice zorlaştığı bir tabloydu. Altı ay sonra ise, bu kez kaldırılan enkazın ardından ortaya çıkan geniş boşluklar sonucunda, tam tersine, ölçeği kaybolmuş bir kentsel doku var; kentsel olduğuna da, hâlâ bir doku teşkil ettiğine de inanmanın oldukça güç olduğu bir kentsel doku. Her yanda iş makineleri, kamyonlar ve tüm kente çökmüş olan moloz tozu. Hayat bu beyaz-gri tozun içine hapsolmuş; çocuklar bunun içinde oynuyor, yemekler bunun içinde yeniyor. İnsanların durmadan soluduğu bu tozun içinde bulunan asbest ve benzeri zararlı bileşenleri düşünmek ürkütücü. Hasarlı olup da yıkılması gereken yapıların çokluğu düşünüldüğünde Hatay’ın daha birkaç yıl boyunca bu faaliyete sahne olacağını kestirmek zor değil. Bu yüzden de hâlâ ciddi sağlık tedbirleri gerektirdiği halde bu önlemler alınmadan sürdürülen bu faaliyetlerin acilen denetim altına alınması gerekiyor.
Enkaz kaldırma faaliyeti Antakya tarihi merkezinde koruma prensiplerine tamamen aykırı bir biçimde sürüyor. Burada tarihi dokuyu oluşturan yapıların özensiz bir biçimde ‘temizlenmekte’ olduğu görülüyor. Kültür Bakanlığı’nın yürüttüğü bu operasyonun sonucunda Antakya’nın tarihi merkezinde bulunan özgün dokunun üçte biri yok edilmiş durumda. Burada dikkat çekici olan nokta şu: Bakanlık yetkililerinin ısrarla niteliksiz betonarme yapıların kaldırılacağını vurgulamalarına rağmen geleneksel dokunun iki katlı yapılarının hedef alındığı görülüyor. Bakanlığın buradaki stratejisinin hızlı bir temizliğin ardından rekonstrüksiyon -eskinin görünümünü yeni yapılarla üretme- olduğu anlaşılıyor; ki bu da yeni bir Sur (Diyarbakır) vakası ile karşı karşıya kalacağımız anlamına geliyor. Dahası, tarihi merkezde yürütülen özensiz enkaz kaldırma faaliyeti yerin üstünde ve altında bulunan arkeolojik katmanların da zarar görmesine sebep oluyor.
Bir yandan yıkım ve enkaz kaldırma çalışmaları sürerken bir yandan da barınma mekânları üretilmiş ve üretiliyor. Altı ayda bu açıdan ne yapıldığına bakıldığında da tuhaf bir plansızlık göze çarpıyor. Normalde afet sonrasında, önce acil geçici barınakların üretilmesi beklenir, sonra kalıcılaşabilecek uzun vadeli barınakların ve en son aşamada da acele edilmeden, iyi planlanmış, kentle entegrasyonları çözülmüş kalıcı konut alanlarının inşası gerçekleştirilir. Oysa Hatay’a baktığımızda geçiciymiş gibi inşa edilmiş ama daha yıllarca kaldırılması mümkün görünmeyen bir sürü yerleşim var. Geçici yaşam çevrelerinin yıllara yayılan bir ömrü olacağı düşünülerek ve bu çerçevede bir planlama ile inşa edilmesi gerekirken, sanki bir panik haliyle üretilmişler. Hatay’ın her yanı konteyner kentlerle dolu ama ne bunların kendi içinde iyi işlediğini söylemek mümkün ne de bu yerleşimlerin birbirleriyle ilişkisinin kurgulandığını. Bu geçici yerleşimlerin bazıları hâlâ çadır kent hüviyetinde ve oldukça iptidai koşullarda olanları var. Çoğunluğu güvenlik kaygısıyla tellerle çevrilmiş durumda, zira kentte hırsızlık konusunda yeterince önlem alınabilmiş değil.
İlginç olan ise bu konteyner kentlerin hıza enformelleşme eğilimi göstermeleri. Konteyner kentlerin hemen dışında, yol kenarlarında ve kavşaklarda kaldırımlara yerleşmiş konteyner dükkanlar mevcut. İnsanın aklına, geçici barınma çevresi olarak inşa edilen fakat on yıllara yayılan varlıklarıyla artık şehirlere dönmüş bulunan mülteci kampları geliyor. Kentin çevre yolu şimdi yaya hareketinin yoğun olduğu bir omurga. Çevre yolu boyunca kamu kurumlarının birimleri, bankaların şubeleri vb. bir dizi ofis konteynerler içinde hizmet veriyor; bunların önlerinde birikmiş araç ve yaya yoğunluğu yol boyunca tuhaf bir ritim oluşturuyor. Kalıcılıkla geçicilik arasındaki ilişki planlama değil kendiliğindenlik tarafından belirleniyor.
Hatay’ın yeniden inşasının diğer kentlerden daha zor olduğunu vurguladım. Ancak Hatay’ın diğer kentlerden olumlu yönde ayrıştığı bir yanı da var: kentteki sivil toplumun örgütlülüğü. Sadece depremden sonra Hatay’da formel ve enformel nitelikte yüze yakın yapı ortaya çıkmış. Hatay’da uzun yıllardır faaliyet gösteren kuruluşlar da düşünüldüğünde, bu çarpıcı rakam Hatay’ın katılımcı bir yeniden inşa için uygun şartlara sahip olduğunun kanıtı. Dileyelim ki bu şartlar, bilimsel ve teknik uzmanlık ile örgütlü bir toplumsal yapının bir araya geldiği sağlıklı bir planlama ve yeniden inşa sürecini doğurabilsin.