YAZARLAR

Hatay’da yeniden inşa: Yetki, erk, katılım

Katılım, çok iyi çözülmüş projelerin sunulması veya bunlar üzerine görüşler alınması değil, kullanıcılar açısından kendini gerçekleştirme, hatta Hatay koşullarında kendini iyileştirme süreci olarak düşünülmeli ve böyle ele alınmalı. Konferansta konuşan bir Antakyalının şu ifadesi belki de en güçlü mimari eleştiri değil mi: “Bizi bize bıraksalar…”

Hatay’ın afet sonrası yeninden inşa süreci, 20-21 Mayıs 2024 tarihlerinde, Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü (IFEA) tarafından İstanbul’da düzenlenen uluslararası bir konferansa konu oldu.(1) Hem afet sonrası yeniden inşanın teknik boyutlarını, hem dünyanın farklı yerlerinden deneyimlerin olumlu ve olumsuz derslerini ele alan oturumların yanında, konferans, uluslararası, ulusal ve yerel ölçekte kurum ve inisiyatiflerin deneyimlerini de tartışmaya açtı. Tesadüf eseri, konferansın hemen öncesi Hatay’daki sürecin bir kez daha kamuoyu gündemine taşınmasına sebep olan bir dizi olaya sahne oldu. Bu sayede güncel gelişmeler de konferans gündemine sirayet etti. Bu yazıda, oldukça verimli ve öğretici geçen bu etkinlik vesilesiyle Hatay’daki inşa süreci üzerine gelişmeleri değerlendirmek istiyorum.(2)

Hatırlanacağı gibi, Hatay’daki yeniden inşa süreci, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı ile yapılan (içeriği belirsiz) protokoller kapsamında Türkiye Tasarım Vakfı’na (TTV) emanet edilmişti. TTV ve Kentsel Yenileme Merkezi (KEYM) koordinasyonunda, Bünyamin Derman (DB Mimarlık) tarafından yürütülen planlama ve tasarım çalışmaları, Antakya merkezinde belirlenen pilot proje alanında bir dizi mimarlık ofisi eliyle yürütülmekteydi. İşe bu çalışmalar 30 Nisan’da TTV tarafından Hatay’da, İstanbul’dan özel uçakla getirilen bir grup meslek insanı ve akademisyene sunuldu. Henüz bu tanıtımın başlattığı tartışmalar sürerken, bu kez 8 Mayıs’ta Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki, pilot proje alanının çevresindeki çok daha geniş bir alanda TOKİ ve Emlak Konut tarafından 140 bin konut için projelendirme ve ihale yapıldığını “müjdeledi”. Aynı anda, pilot proje sürecinde gerilimler olduğu, bakanlığın üretilen projeleri uygulamayacağı ve TOKİ’nin bu bölgeyi de projelendireceği yönünde söylentiler dolaşmaya başladı. Yani aylardır tartışılan, çeşitli boyutlarıyla eleştirilen ve bunun karşısında mimari niteliğinin yüksekliğiyle savunulan projelerin bir çırpıda çöpe atılması söz konusu.(3)

Sürecin ne yöne ilerleyeceğini kestirmek mümkün değil; yine de giderek içinden çıkılmaz hale gelmekte olan bu süreçte bana önemli görünen bazı noktaların altını çizmek gerekli. Yazının boyutlarını zorlamamak adına aşağıda yalnızca üç başlığa değineceğim.

'-MIŞ GİBİ' YETKİ PAYLAŞIMI

Bir yanda acil müdahale gerektiren bir afet hali söz konusu. Bir yanda da etkin bir kamu otoritesi, sivil toplum kuruluşları ve teknik birikimi yüksek yetkin bir mimar grubu var. Peki, bunların hepsinin bir arada olduğu yerde bugün karşılaştığımız fiyaskoyu nasıl açıklamalı? Bu sorunun cevabı tam da yetki paylaşımının “-mış gibi” yapılmasında. Aslında AKP iktidarında çokça gördüğümüz bir durum bu, özellikle mimarların dahil olduğu süreçlerde. Bir sürü örnekte aslında yetkilendirilmeyen ama yetkilendirilmiş gibi yapılan meslek insanları idarelere meşruiyet sağlamaktan öteye gidemedi. “İyi bir şey yapma olasılığı”nın iktidar ağacının en ince dalı olduğunu her seferinde ağaçtan düşerek öğrendiler (ya da öğrenemediler). Bazen kamuoyunda meşruiyeti bulunmayan bir girişimde proje müellifi olarak, bazen yerel yönetimlere özveriyle danışmanlık sunarak. Peki neden mimarlar? Bu soruya aşağıda döneceğim.

Hatay’da, daha önce gördüğümüz örneklere benzer bir süreç, daha ekstrem koşullarda işledi. İktidarın ideal bir yönetişim modeli olarak sunduğu işleyişte, iktidara yakın bir vakıf (TTV) sivil toplumu temsil ediyor, tüm yetkiyi devralmış görünen bu STK da, “iyi tasarım” prensibiyle meslek insanlarını örgütlüyor. Dikkat edilirse ne TTV’ye verilen yetkinin ne olduğu belli, ne TTV’nin arkasındaki sermaye grubunun bu inşa faaliyetinin neresinde durduğu, ne de hangi işin ne kadar profesyonel, ne kadar gönüllü yapıldığı. Bu iş bölümünün muğlak karakteri önemli. Zira çok özgün bir taşeronlaştırma modeli üretiyor; sorumluluğun değil sorumsuzluğun paylaşıldığı bir model bu. Her an herkes sorumluluğu bir başkasına atabiliyor.(4) Ve sonunda bir bakıyoruz ki, iktidar tüm sürecin fişini bir anda çekebiliyormuş. Peki aradan geçen zaman?

BEKLEMEK: MAĞDURİYETİN ÖTESİNDE MADUNİYET

Geçtiğimiz yirmi yılda özellikle büyük metropollerde konut alanlarında uygulanan kentsel dönüşüm süreçlerinde uzayan -uzatılan- bekleme halleri ciddi mağduriyetler yarattı. Ve bu tip mağduriyetin politik bir niteliği var.(5) İlginç bir nokta şu: kentsel dönüşüm süreçlerinde yaşanan uzatılmış bekleme hali bazı durumlarda hak sahiplerine örgütlenme ve müzakere konusunda hareket alanı da açtı (örneğin yerel seçimlerin yaklaşması gibi durumlarda). Ancak Hatay’ın bugünkü koşullarında söz konusu olan, mağduriyetten (gadre -haksızlığa- uğramaktan) öte maduniyet, yani sesinin/ sözünün elinden alınmış olması.

Konferans katılımcılarından Gilbert Nicolas’ın ifadesiyle, “belki de afet sonrası toparlanma, fiziksel inşadan çok, ayağa kalkmaya çalışanların sesini duymakla ilgilidir.” Bu çarpıcı tespit çok kritik bir noktaya temas ediyor. Gerçekten de konferansa katılan yerel inisiyatif temsilcilerinin hepsi, gerek sözleriyle gerekse ruh halleriyle, kendi hayatlarına dair karar süreçlerinin dışında bırakılmış olmalarının yarattığı bıkkınlık ve çaresizliği ifade ettiler.

Öyleyse, yeniden inşa sürecinde katılımın yokluğu/ eksikliği, basitçe hayıflanacağımız, “olsaydı iyi olurdu” diyebileceğimiz bir durum değil. Yani katılımın varlığı pozitif, yokluğu ise nötr bir hal değil -özellikle de böylesi travmatik koşullarda. Aksine, katılımın yokluğu kentsel yapılanma sürecini (ister metropollerde konut alanlarını veya kamusal mekanları konu alan kentsel dönüşüm olsun, ister afet sonrası yeniden inşa) eşitsiz koşullara büründürüyor.

Her kentsel (politik) süreç, tarafı olan aktörlerin de dönüşümünü içerir. Müzakere konusu olan kentsel yatırım/ hizmet/ mekân kadar, müzakereye katılan aktörler de dönüşür. Ve bu dönüşüm süreci erk ile ilişkilidir. İngilizcede “empowerment” kavramı, özellikle görece daha az politik erk sahibi olan aktörlerin güçlenmelerini, aşağıdan yukarı iktidar alanlarının artışını anlatır. Bu kavramı Türkçe’de karşılayan bir terimimiz yok. (Bir kavramın bir dilde yokluğu, o kavrama ve işaret ettiği olguya dair o dilde ve kültürde pek düşünülmediğinin göstergesi olmalı.) Öyleyse şunu söyleyebiliriz; afet sonrasının travmatik koşullarında kent sakinleri, katılımı dışlayan projelendirme ve inşa süreciyle, bırakın güçlendirilmeyi, madunlaştırılıyor.

MİMARLARIN KENDİLİĞİNDEN İDEOLOJİSİ

Yukarıda sorduğum “Neden mimarlar?” sorusuna dönerek bitireyim. Althusser, “Felsefe ve Bilim İnsanlarının Kendiliğinden Felsefesi” başlıklı makalesinde “kendiliğinden ideoloji” diye bir kavram ortaya atar. Bu kavramla kastettiği şey, bilim insanlarının politik görüşleri veya paylaştıkları bir dünya görüşü değil, meslekleriyle kurdukları hayali ilişkidir. Bu kavramı mimarlara adapte etmek hiç zor değil. Zira mimarlar, modernizmin güçlü şekilde belirlediği “ethos”ları ve iktidar sahibi işverenlerle ilişkilerini belirleyen pragmatizmleri ile böylesi bir kendiliğinden ideolojiye sahiptir. Bu çerçeve mimarlara “doğru”yu “iyi”ye ve giderek “güzel”e indirgeme olanağı verir.

Mimarların kendiliğinden ideolojisi prizmasından, örneğin Hatay’daki proje sürecinde mesele bir tasarım problemi görünümüne bürünür. Oysa mimarın kafasında en iyi çözümü ve en güzel projeyi geliştirdiği süreç, sahada toplumsal kaygı üretiyor. Katılım, çok iyi çözülmüş projelerin sunulması veya bunlar üzerine görüşler alınması değil, kullanıcılar açısından kendini gerçekleştirme, hatta Hatay koşullarında kendini iyileştirme süreci olarak düşünülmeli ve böyle ele alınmalı. Konferansta konuşan bir Antakyalının şu ifadesi belki de en güçlü mimari eleştiri değil mi: “Bizi bize bıraksalar…”


NOTLAR:

(1) Konferans programına şuradan ulaşılabilir.

(2) Sürecin daha önce ele aldığım boyutlarını tekrar etmeyeceğim. Hatay merkezindeki yeniden inşa faaliyetine ilişkin bu köşede yazdığım şu yazıya ve Arredamento Mimarlık dergisinin son sayısında yer alan “Antakya Dosyası” içindeki şu yazıma bakılabilir: B. Batuman, “Afet Kentleşmesi: kırılganlıkları yeninden üretmek,” Arredamento Mimarlık 363, Mart-Nisan 2024, s. 47-50.

(3) Hatay’da yaşanan sürece ilişkin kapsamlı bir değerlendirme yapan ve kafa yormamız gereken bir dizi soru soran Şerif Süveydan’ın kaleme aldığı yazı mutlaka okunmalı.

(4) Geçmeden şunu da aktarmalıyım: IFEA’nın düzenlediği konferansın programında konuşmacılar arasında görünen Bünyamin Derman “son anda başka bir işi çıktığı için” konferansa katılmadı. Bu ölçekte bir işi üstlenen böyle kurumsal bir ofisten “temsil yetkisi olan” başka kimse de gelmedi.

(5) Bu konuda şu makaleye bakılabilir: D. Ay ve M. Penpecioğlu, “Dönüşümsüzlük ve Beklemek: Devlet Öncülüğündeki Kentsel Dönüşümün Kurumsal Darboğazları ve Güvencesiz Mekanları”, İdealkent 35, 2022, s. 6-39.


Bülent Batuman Kimdir?

Adana’da doğdu, Ankara’da yaşıyor. ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı, doktorasını New York Eyalet Üniversitesi-Binghamton’da tamamladı. Bir süre Mersin Üniversitesi’nde görev yaptı; halen Bilkent Üniversitesi’nde Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı ile Mimarlık Bölümlerinde öğretim üyesi. Kentsel tasarım ve modern şehirciliğin kültürel politikaları üstüne dersler veriyor. Araştırma konuları arasında yapılı çevrenin toplumsal üretimi, modern mimarlık ve şehircilik kuram ve tarihi, kentsel siyaset bulunuyor. Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nde ve Avrupa Mimarlar Konseyi’nde yönetim kurulu üyeliği yaptı. Journal of Urban History ve Praksis dergilerinin yayın kurulu üyesi. Yayınlanmış kitapları şunlar: The Politics of Public Space (2009), Mimarlığın ABC’si (2012), New Islamist Architecture and Urbanism (2018; Milletin Mimarisi başlığı ile Türkçeleştirildi, 2019), Kentin Suretleri (2019), Cities and Islamisms (derleme, 2021).