YAZARLAR

'Hatıralar dün olmayı bırakacak şekilde anlatılabilirler'

Türkiye’de işçi sınıfı kültürü, daha ziyade bu sınıfın taleplerini kendi stratejik hesapları ve taktiksel politikaları içinde gören sol ve sosyalist entelektüeller tarafından yaratılmıştır. Türkiye’de işçi sınıfı kültürü, baskın olarak, sınıfın kendisinin yarattığı değil, kendisi için yaratılmış bir kültürdür.

“Köydeki fabrikanın sireni her gün öğleden sonra saat tam ikide çalıyordu. Joaquin Manresa da saat tam ikide köşede dikilip bekliyordu.

İşte, o sırada, yüzünü rüzgâra vermiş, pedal çevirerek, aynı saatte işten çıkan onca işçi kadının arasında o biricik kadın beliriyordu. Joaquin’in gözü diğerlerini görmüyordu.

Kimseyle kararlaştırılmamış bu randevuya o hiç geç kalmadı, ama kadın bisikletini hiçbir zaman durdurmadı.

Joaquin onun ismini asla öğrenemedi.

Onca yıl sonra, köyünden çok uzakta, başka bir haritaya, başka bir dile, başka bir ülkeye ait Porto’nun sokaklarını arşınlıyordu ki, birden o eşi benzeri olmayan fabrika sirenini, otuz iki yıl önce her günün en önemli anını haber vermiş olan o cırtlak, çirkin sesi bir kez daha duydu.

Köşeye dikilip bekledi.

Kimse geçmedi.

Kimse yoktu.

Siren şaşırmıştı.

O gün 1 Mayıs’tı.”

İşçinin emekçinin bayramında anlatılmak için ne güzel, ne hoş bir hikâyedir bu!

Kim bilir daha ne hikâyeler, ne hatıralar var anlatılmamış!

Joaquin’inkini bize Uruguaylı yazar Eduardo Galeano anlattı, ondan dinledik; bu dünyadan göçüp gitmeden kayda geçtiği sayısız insan hikâyesinden biri de buydu.

Bizim de hikâyelerimiz, hatıralarımız var 1 Mayıs’la ilgili.

Ama bilinenlerin çoğu böyle romantik değil.

Kan, gözyaşı, kelepçe, kurşun, jop... Trajik, daha çok.

1 Mayıs âşıklarından değil, 1 Mayıs şehitlerinden söz ediyoruz daha ziyade.

Osmanlı’dan (Selanikli işçiler tarafından ilk kez kutlandığı 1909’dan) beri bir tarihi var 1 Mayıs’ın. Ama bir kültürü yok.

Bu yokluk, genel olarak “işçi sınıfı kültürü”nün varlık/yoluk sorunudur.

Türkiye’de bir “işçi sınıfı kültürü”nün var olup olmadığını sormak, sebeplerini sorgulamak, yalnızca sınıf siyasetine yönelik politik beklentiler açısından değil, “modernleşme”, “yarı-feodal yapı”, “sanayileşme”, “göç”, “kentleşme” gibi yapısal sorunları olan bir ülkenin işçi sosyolojisini anlamak için de elzemdir. Bu uzun ve geniş tartışmanın şu kadarına değinmekte fayda var: Sınıf kültürü, ya işçi sınıfının doğrudan kendi üretimi olan bir kültürdür, ya da onun için, onun adına üretilmiş bir kültürdür. Yaygın görüş, her iki anlamıyla da Türkiye’de bir “işçi sınıfı kültürü”nün var olmadığı, en azından yeterince yaratılamadığı yönündedir.

Evrensel ölçekte işçiliğin kültürel üretimin bir konusu haline gelmesi, işçilerin bir “sınıf bilinci” edinmeleriyle, yani işçilerin tarih sahnesine açıkça bir “sınıf” olarak çıkışıyla olmuştur. Tarih sahnesine açıkça bir “sınıf” olarak çıkan işçi, şüphesiz, Avrupa’nın (ve ABD’nin) on dokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyıl başlarındaki modern sanayi proletaryasıdır. Türkiye’de “işçi sınıfı” dediğimizde ise, işçiliği böylesi bir “sınıf” kavramı içinde tanımlayabilme olanaklarının son derece sınırlı olduğu bir gerçeklikle karşı karşıya kalıyoruz. Fakat belirtmek gerekir ki bunun tek sebebi Osmanlı’dan beri Türkiye’nin “işçisiz bir ülke” olması değildir. Osmanlı, şüphesiz işçisiz sayılırdı; toplam nüfusun 18,5 milyon olduğu 1915 yılında, İmparatorluğunun sanayi kuruluşlarında toplam istihdam sadece 38,8 bin kişiydi. Cumhuriyet’in maddi dünyasının da bir “işçi evreni” olduğu pek söylenemez; Türkiye’de 1980’de bile çalışan nüfusun yüzde 55’i tarım sektöründeydi. Açıklayıcı ilave bir neden, kapitalist modernleşmenin klasik deneyimlerinde sosyal hak ve politikalar aracılığıyla gelişme fırsatı bulmuş olan “sınıf meşruiyeti”nin Türkiye’de olanak bulamamış olmasıdır. İşçi sınıfının varlığı ve meşruiyetini gerçekte hiçbir zaman kabullenmemiş olan devlet, Türkiye’de işçi örgütleri, sendikalar ve aydınlara yönelik baskılar aracılığıyla işçilerin bir “sınıf” oldukları bilincini edinmelerinin önüne geçmiştir; devletin sola uyguladığı baskı, işçinin kendi sınıfını temsil etme kabiliyetini de engellemiştir.

Bu sebeple, Türkiye’de işçi sınıfı kültürü, daha ziyade bu sınıfın taleplerini kendi stratejik hesapları ve taktiksel politikaları içinde gören sol ve sosyalist entelektüeller (yazarlar, çizerler, müzisyenler, şairler, sinemacılar) tarafından yaratılmıştır. Türkiye’de işçi sınıfı kültürü, baskın olarak, sınıfın kendisinin yarattığı değil, kendisi için yaratılmış bir kültürdür. Nitekim sosyalist sol mücadelenin en yoğun olduğu 1970-1980 arası dönemde, dayanışma, birlik, sendikalaşma, örgütlülük gibi ilkler, “grev kırıcı” ve “patron adamı” olmamak gibi değerler, ülkenin kültürel üretiminde (edebiyatında, müziğinde, sinemasında) gerek ana tema, gerekse bir motif olarak kendine etkin şekilde yer bulabilmiştir.

1970’lerin kültürel üretimindeki bu yoğun işçi etkisi 1980’lerde başlayan “sınıftan kaçış”la yok olup gitti. Bugün ise teknolojik ve endüstriyel gelişme süreçlerinin biçimlendirdiği günümüz sınıf ilişkileri içinde işçiliğin eski etkinliğini ve önemini yitirdiği söyleniyor. Buna bağlı olarak, sınıf gerçekliğini yeniden tanımlama girişimlerine tanık oluyoruz. Bütün bu sürecin açıkça gözlenebildiği büyük kentlerimiz, aynı zamanda Türkiye’nin kültürel üretiminin de merkezleridirler. Bu üretimin aktörleri (yapımcılar, yönetmenler, reklamcılar, yazarlar, çizerler, besteciler) ise 70’li yılların sol ve sosyalist entelektüellerine hiç benzememekteler. Yeni kültür üreticilerimiz global sermaye ile uyumlu zümrelerdir; üretimlerine, dünyayı algılama ve yorumlama biçimleri yön verir. Üstelik hem fiziken (istihdam koşulları açısından) hem de ruhen (ideolojik olarak) “mavi yakalılar”dan kopmuşlardır. Onların ürünlerinde işçi namına görünenler, kendi yaşam alanlarında rast geldikleri hizmet sektörünün vasıfsız emekçileridirler; plazaların güvenlik ve temizlikçileri (vb.) oldukları gibi, tüketim zevklerine hitap eden yerlerin (cafe, bar, restoran ve benzerlerinin) çalışanları ile yine aynı zevkin talep ettiği emek yoğun lüks ürünlerin (organik tekstil, etnik/yöresel yemekler ve benzerlerinin) üretim ve servisini gerçekleştirenlerdir.

Sonuçta, Türkiye’de işçiliğe dair kültürel üretimin, sınıfın kendisinin ürettiği bir kültür olarak özerkleşmesi bir yana, kendisi için bir kültür olarak gelişebilmesi de mümkün olamadı. Elde kalan, ikonik ifadesini, Murat Belge’nin 1977 yılında “Birikim” dergisinde yazdığı yazı ile solun kültür dağarcığına yeni bir tartışma konusu olarak dâhil olan, “pazusu iri kafası küçük” işçi çizimlerinde bulan bir kültür oldu.

Sınıf hareketi, kendine özgü (ve elbette yetkin) bir kültürün gelişmesini sağlayacak tarihsel ve siyasal ilişkileri gerçekleştirebilmiş olsaydı, şüphesiz çok daha başka simgeler, semboller, temalar, imajlar görecektik. Türkiye işçi sınıfı, belki E.P.Thompson’ın anlattığı İngiliz işçi sınıfına, “tıpkı bir vaizi dinlemek için yaptığı gibi, sosyalist bir hatibi dinlemek için kilometrelerce yol tepen”, “okuma yazma bilmediği için siyasal bildirileri arkadaşlarına okutan”, “uzun karar tasarıları oluşturmaya muazzam zaman ayıran” İngiliz işçi sınıfa benzemiyor. Veya Marx’ı kendine hayran bırakan Fransız işçi sınıfına, “çalışma ile sertleşmiş çehrelerinde insanlığın soyluluğunun parladığı”, insanlığın tarihsel kurtuluşunun pratik unsurlarının kendi aralarında hazırlandığı “uygar toplumun bu barbarları”na da benzemiyor...

Sınıf hareketi tarihimizin bir Fransız, bir İngiliz yürüyüşüne erişme imkânı olmadığı için, Türkiye işçi sınıfı, işçiyi kendi politize olmuş  zihninde kapitalizmi yıkacak bir kuvvet olarak konumlandıran solcuların yürüyüşüne tâbi oldu. Bu bizim tarihi yapmak için “dolaysızca önümüzde bulduğumuz, geçmişten devreden verili koşullar”dı. Başka koşulların varolması beklenemezdi. “Eğer mücadeleye ancak son derece elverişli şanslarla girilmesi gerekseydi, tarihi yapmak elbette çok kolay olurdu” diyor Marx. Ve tarih yapmakta başka şeylerin, mesela içlerinde “hareketi yönetmeye ilk çağrılan önderler”in de bulunduğu bazı “rastlantılara” çok bağlı olduğunu söylüyor. Solcu entelektüeller, Marx’ın deyimiyle, “hareketi yönetmeye ilk çağrılan önderler”dendir. Ama ne olursa olsun, sömürücü ve adil olmayan bu dünyayı ortadan kaldırma görevi tarih tarafından işçi sınıfına verilmiştir.

O yüzden... Murat Belge’nin yazısında dikkat çektiği “iri pazulu, küçük kafalı” işçi çizimleri çok eleştirildi ama... Kafa ile kol arasındaki orantısızlığa ilişkin tüm haklı eleştiriler bir tarafa... O çizimler, örneğin Napolyon Bonapart’ın İtalyan Antonio Canova’ya yaptırdığı, kendisini Roma tanrısı Mars olarak tasvir eden heykeli gibi, bir kibrin dışa vurumu değildir.

Bugün işçi sınıfının bayramı. Bugün 1 Mayıs.

Hatıralarımızı anlatmaya devam edeceğiz. Üstelik, ne denli trajik olsa da.

Galeano’nun dediği gibi: “Hatıralar şimdiye dönüşmek için dün olmayı bırakacak şekilde anlatılabilirler.”