YAZARLAR

Hayat hakkı, istikbal hakkı

İnsan ciğerinde, hatta soluyan polislerde bile kalıcı hasar bırakan gaz; protestocu halka karşı, devletin kolladığı şirket menfaatini savunmak içindi. Yoksa protestocu da yoksul hanelerdendi, polis de. İşte “emekli öğretmen” Metin Lokumcu orada, Başbakan’ın ziyareti sırasındaki HES protestosunda gazla öldü.

Cumhurbaşkanı Ankara’da öğretmenlere iftar yemeği verdi, “öğretmenler için yaptıklarını” anlattı.
Aynı esnada Trabzon’da “emekli öğretmenin ölümü” davası vardı.
Biri devleti yöneten, diğeri devleti protesto eden bu iki insanın yolu 11 yıl önce, bir bahar günü kesişmişti.

Bugünün Cumhurbaşkanı o gün başbakandı.
Bugünün ölü öğretmeni o gün canlıydı.
İkisi de Karadenizliydi; başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına gelen Rizeliydi…
Öğretmenlikten 54 yaşında toprağa giren ise Kozlulu.
Olay yeri Artvin Hopa, olayın sebebi doğaya saldıran HES’ler idi.


2022 Nisanında, yani 11 sene sonra hala devam edip Trabzon’da görülen davada, sanık ve tanık polisler, Erzurum’dan Hopa’ya nasıl götürüldüklerini, gazı nasıl kullandıklarını anlattılar; kâh inkâr edip sonra biraz hatırlayarak.
Nihayetinde söyledikleri “emir kulu” olduklarıydı.

“Halk çocuğu” polislere verilen “emir” de, halktan insanları, köylüleri, yöre ahalisini, tabiatı ve hayatı korumak isteyeni; bugün elektrik faturanızla pes ettirenlerden HES şirketleri menfaatine PES ettirmekti.
İnsan ciğerinde, hatta soluyan polislerde bile kalıcı hasar bırakan gaz; protestocu halka karşı, devletin kolladığı şirket menfaatini savunmak içindi.
Yoksa protestocu da yoksul hanelerdendi, polis de.

İşte “emekli öğretmen” Metin Lokumcu orada, Başbakan’ın ziyareti sırasındaki HES protestosunda gazla öldü.
Dava olduğu için “öldürüldü” diyebiliriz tabii. “İstemsizce, ölümüne sebep olundu” diyelim!

O günün başbakanı, o ölümün hemen ardından “Tabi bu arada bir tanesi de kalp krizi geçirerek, kimliğini bilmiyorum, üzerinde durmaya da gereğini duymuyorum, kalp krizi sonucu ölmüş” dedi.
İlk “gaz ve kalp krizi raporları”na rağmen, “bir tanesi” Lokumcu’nun bir kalp rahatsızlığı olmadığı da rapora bağlanacaktı.
Gazın etkileri ise artık dünyaca malumdu!

O günün başbakanı, ölümden yine kısa bir süre sonra, o zaman kendisine “bağzı sorular” sorulabilen TV’lerden NTV’de, “Lokumcu’nun akrabası olduğunu… Kendisinin başbakanın memleketinde öğretmenlik yaptığını” söyleyen Ruşen Çakır’a şunu da ifade etti:
“Ben öncelikle tabi, sizin akrabanız olması sebebiyle başınız sağ olsun diyeyim. Ama size bazı resimleri inşallah arkadaşlarım ulaştırsınlar, bir de ses kasetlerini ulaştırsınlar. O ses kasetlerini dinlediğiniz zaman, bir de o resimleri gördüğünüz zaman, acaba emekli bir öğretmene bunlar yakışır mı diye, herhalde siz de akrabanız da olsa, hakkı teslim etmeniz gerekir diye düşüyorum."

“O resimler” bugün davada, ama onlar o fotoğraflar değil! Polisin gaz atarken “resimler”i.
Ben o zaman da anlamamıştım, bugün de yeniden okuyunca yine anlamadım:
Akrabası da olsa, hangi “hakkı” teslim edecekti, şaşkınlıkla “ama o öldü” diyebilen gazeteci?
Lokumcu’nun oğlu Ulaş hangi “hakkı” teslim etmeliydi?
Gaz neticesinde ölümün hakkını mı teslim edecekti?

KEŞKE, KEŞKİ, BARİ

Keşke 11 yıl sonra, artık Cumhurbaşkanı olmuş Başbakan şöyle bir hak teslim etseydi, “Mübarek Ramazan”da iftara iftiharla seçilmiş öğretmenlere seslenirken:
“11 yıl önce bir meslektaşınız müessif bir olayda maalesef can verdi. Bugün onun Anayasa’daki gösteri ve protesto hakkını teslim ederek kendisini rahmetle anıyorum.”
Tabii böyle olmuyor! Hiç zor değil ama olmuyor.

O günlerde bunları da yazıp durmuşum:

Bir yazım, yurdun dört bir yanından yürüyüşe geçen ve Ankara kapısına varan “HES protestocuları”na dairdi.
Yoksa, HES’çi sermayeyi Ankara’da zirvelerde ağırlarken, HES istemeyenleri Ankara’ya sokmayan devlete, hükümete mi dairdi?
Demişim ki…
Anadolu’nun dört köşesinden, ama büyük ama küçük dereler aktı; yürüyüp birleşip Ankara’ya vardılar.

Sanki Timur’un filleridir Anadolu halkı.
Sanki işgal ordusudur.
Ankara kapandı. Bir yol kenarına sıkıştırdı onları.
Polis Ankara’yı ve HES’leri cansiperane koruyor.
Sanki polis özelleşmiştir, sanki maaşı şirketlerdendir!

Halka ait olanı halka karşı korumak…
Aha cumhuriyet ve demokrasi denen bu!
Herkese ait olanı özelleştirmek ve herkese ait olduğu sanılan hukuk, devlet, güvenlik güçleriyle, sanki özel güvenlik şirketiymiş gibi halka duvar çekmek!
Memleketini işgal ettiğin insanlara bir de işgal ordusu muamelesi yapıp surları suratlarına çarpmak!..
… Halka ait olana el koymak için…
İtiraz etmesin diye, halkın köleliği şarttır!
Ya şiddet ve zorla olur…
Ya derin uyku ve suç ortaklığıyla!

Sonra, hakkıdır tabii, Başbakan için Hopa’da miting düzenlendi.
Ama protesto edenin de hakkıydı Ankara’ya girip yetkililere ulaşabilmek.
Ankara Hopalı HESantral protestocularını içeri almamıştı ya…
Bu kez Ankara Hopa’ya vardı.
Bu kez protestocuları kendi sahalarında avladı ve gazladı polis.

Ankara’yı yasaklayanlar, Hopa’yı da Hopalılardan kurtarmak için bastırdılar.
O sırada, kimine göre gazdan, kimine göre şiddetten, kimine göre araya girdiği sırada kalp krizi geçirerek, emekli öğretmen Metin Lokumcu öldü.
Protestocuların taşladığı Başbakan’ın seçim otobüsü hızlanınca, üstünden bir polis ölümüne düştü sonra.

11 yıl sonra keşke hem o öğretmeni hem o polisi ansaydı Cumhurbaşkanı. İntihar eden polisleri, sözleşmeli öğretmenleri anabilseydi.

“İntihar” günah ise, ölüm kiminin “hakkı” ise…
Lokumcu’nun ölümünden 3 yıl sonraki ölümüyle “Kendi havuzunu doldururken, binlerce genci bir kaşık suda boğan şeyin adı Adalet olabilir mi?” başlıklı yazımdan itibaren yıllarca andığım Öğretmen Ahmet Fazıl Elçi anılsaydı bari.

Ahmet Fazlı Elçi de kadrosuz, ataması yapılmamış bir öğretmendi. “Mevsimlik işçi” gibi kışın bir okulda sözleşmeli iş verdiler. Yarım ay sigorta ile. Tatile kadar. Tatilde yine işsizdi. Maaşı kesilmişti.
O kendini 4’üncü, 5’inci kattan atmadı.
Kat kat yük yüklendi.
Kışın öğretmenlik yaptığı okulda yazın hamallık işi buldu. Günde 40 TL yevmiyeyle kitapları taşımaya başladı.
Yine yüklenmişti ki, henüz 40’ında, yorgun ve kırgın kalbi pes etti.
Bir canı vardı.
Ona iş vermeyen Milli Eğitim’in okulunda efendilere o canı verdi.

Öyle işte!
Öyle de böyle de ölmek kimsenin hakkı değil.
Yaşamak hakkı, çalışmak hakkı, atanmak hakkı, saygı görmek hakkı, kulak verilmek hakkı, gerekirse gösteri veya protestoda bulunmak hakkı, anılmak da hakkı; kendisinin, evlatlarının, tabiatın istikbali de sonsuz, ebedi, “tam Türkçesi ile” bengi hakkı!
Keşke, yani!


Umur Talu Kimdir?

Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu olan Talu, genç yaşında Günaydın, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde önemli görevlerde bulundu. Milliyet Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmenliği yaptı. Milliyet, Star, Sabah ve Habertürk gazetelerinde yıllarca köşe yazıları yazdı. 1996’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) Türkiye Basın Özgürlüğü ödülünü aldı. 1998 ve 2000 yıllarında TGC Yönetim Kurulu’na seçildi, 2001 yılında TGC Başkan Yardımcısı oldu. 2004 ve 2005 yıllarında yılın köşe yazarı seçildi.