Hayat pahalılığı krizi
2021’deki para politikası deneyinin gerisinde, iktidarın siyasi öncelikleri ile rekabetçi kur talep eden sermaye kesimlerinin çıkarlarının uyumlanması yatmaktadır. Bu politika, her ne kadar enflasyonu patlatsa da, istihdamı koruyabilmiş ve 2023 seçimleri öncesi ilave istihdam sağlanabilmiştir. Yani uygulanan politika sonucunda daha fazla kişinin daha ucuza çalıştığı bir ekonomik yapı ortaya çıkmıştır.
Geçtiğimiz hafta Türkiye’de bir ekonomik kriz var mı yok mu sorusunu ele alarak, özellikle birikim/büyüme modeli krizini açıklamıştım. Bunun yanında, firma kârlılıklarının katlanarak arttığına, istihdamın korunduğuna ve ekonomik büyümenin devam ettiğine işaret ederek dar anlamda bir ekonomik krizden ya da depresyondan söz edemeyeceğimizi açıklamıştım.
Peki ortada bir ekonomik kriz yoksa bu yaşadıklarımız nedir? İngilizce’de ‘cost of living crisis’ olarak ifade edilen ve pek çok uluslararası finansal kurum tarafından da detaylı bir şekilde tartışılan hayat pahalılığı krizi, yaşadığımız süreci açıklıyor. Bu kavram, temel olarak reel ücretlerin enflasyon karşısında gerilemesini ve geniş toplum kesimlerinin alım güçlerinin kısa bir sürede ve sert bir şekilde gerilemesi durumunu tanımlamak üzere kullanılıyor. Türkiye’deki politik ekonomi tartışmalarında son birkaç yılı açıklamak için Korkut Boratav hocanın kullandığı ‘bölüşüm şoku’ kavramı, hayat pahalılığı krizinin önemli bir parçasını oluşturuyor.
Bu yazıda hayat pahalılığı krizinin küresel ve yerel dinamiklerine değinerek, şu görüşü açıklayacağım: Türkiye’deki hayat pahalılığı krizi, önceki birikim modelinin tıkanmasına karşı geliştirilen arayışların bir sonucu olarak yaşanmaktadır. Bu bağlamda, birikim/büyüme modeli krizinin görünümlerinden biridir.
KÜRESEL GELİŞMELER
2020’li yıllarda pek çok ülkede çalışanları zorlayan en önemli sorun hayat pahalılığıdır. Özellikle Pandemi döneminde küresel değer ve tedarik zincirlerinin kopması, belirli hammadde ve mamul ürünlerde büyük fiyat artışlarına neden olmuştur. Buna Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi ve G7 ülkelerinin Rusya’ya karşı ilan ettikleri ekonomik yaptırımları eklediğimizde, özellikle petrol, enerji ve gıda fiyatlarında büyük sıçramalar görülmüştür.
Bu gelişmeler sonrasında, küresel gelişmelerin hayat pahalılığı üzerine bir seferlik değil uzun dönemli etkileri olabileceği konusu, uluslararası literatürde giderek daha fazla tartışılmaya başlandı. Özellikle ABD ve Avrupa’nın Çin’e olan bağımlılığın azaltılması gündeme geldiğinde, bu ülkelerin Çin’den yaptıkları ucuz ithalat yerine yerli üretime geçtikleri takdirde enflasyonun kontrol edilmesinin daha da zorlaşacağı biliniyor. Kısacası, 1980 sonrasında oluşan ve Batı’da düşük enflasyona ulaşılmasını mümkün kılan küresel politik-ekonomik rejimde yaşanan değişimler, temel bir dönüşümün eşiğinde olduğumuz yönündeki belirtilerin artmasına neden oluyor.
Jeopolitik riskler ve küresel değer zincirlerinin kısalması gibi gelişmelerin enflasyon üzerinde kalıcı etkilerini tartışmak bir başka yazıya kalsın, Türkiye’deki duruma dönelim. Bilindiği gibi iktidar çevreleri Türkiye’deki enflasyonun nedenleri tartışılırken, genellikle yukarıda aktardığım çerçeveye değinmekle yetiniyor. Yani, Türkiye’deki hayat pahalılığının, dışarıdaki gelişmeler nedeniyle yaşandığını savunuyor. Böylelikle iktidar, kendi uyguladığı ekonomi politikasının sonuçlarını başkalarına aktararak mesuliyetten kurtulmaya çalışıyor.
PARA POLİTİKASI DENEYİ
Hayat pahalılığı krizinin içerideki en görünür nedeni, 2021’deki para politikası deneyidir. Yüksek negatif faiz politikasının doğrudan sonucu TL’den kaçış ve birbirini takip eden döviz şokları oldu. Her ne kadar 2021’in Aralık ayında Kur Korumalı Mevduat mekanizmasının devreye sokulması sonrasında TL’deki değersizleşme kademeli olarak idare edilebilse de, hayat pahalılığının etkilerini sınırlamak mümkün olmadı.
2021’deki bu para politikası deneyinin gerisinde ise, iktidarın siyasi öncelikleri ile rekabetçi kur talep eden sermaye kesimlerinin çıkarlarının uyumlanması yatmaktadır. Bu politika, her ne kadar enflasyonu patlatsa da, istihdamı koruyabilmiş ve 2023 seçimleri öncesi ilave istihdam sağlanabilmiştir. Yani uygulanan politika sonucunda daha fazla kişinin daha ucuza çalıştığı bir ekonomik yapı ortaya çıkmıştır.
HAYAT PAHALILIĞI KRİZİ
2021’deki para politikası deneyi, 2002-2013 arasında uygulanan ve sonrasında tıkanan bağımlı finansallaşma modelinin krizine, yani birikim/büyüme modeli krizine karşı geliştirilen yanıtlardan biridir. Bu yanıt ile Türkiye sermayesi, Pandemi dönemini fırsat bilmiş ve yüksek negatif faiz sayesinde bir yandan çok avantajlı bir TL finansman olanağına kavuşmuş, diğer yandan da TL’nin değersizleşmesi nedeniyle ihracatta fiyat avantajı elde etmiştir. Dolayısıyla hayat pahalılığı krizi, yüksek firma kârlılıklarının diğer yüzüdür.
Buraya kadar açıkladıklarım, enflasyonun küresel ve ulusal nedenlerine işaret ediyor. Ancak şu konuda bir tereddüt olmasın: Yaşanan sorunların siyasi sorumluluğu mevcut iktidardadır. Yalnız analizi burada bırakınca, sanki bir iktidar değişimiyle bu sorunların çözülebileceği gibi bir sonuç çıkabilir. Bu da doğru değil maalesef, keşke bu kadar kolay olsaydı. Zira yukarıda açıkladığım enflasyonist dinamik bir kere harekete geçtiğinde, artık enflasyonun maliyetlerinin kimin üzerine kalacağı sınıf mücadelesinin bir konusudur.
Önümüzdeki hafta, enflasyonu sınıf mücadelesi perspektifinden ele alarak bu tartışmayı sürdürmek istiyorum.