Cem Yılmaz'dan 9 maddede çalışma ve yaratıcılık dersleri
Ünlü oyuncu Cem Yılmaz'a göre ülkenin en büyük sorunlarından biri mesleksizlik...
DUVAR - 44 yaşında ve hala hiçbir şey bilmediğinde ısrar ettiğini söyleyen Cem Yılmaz, “İnsanlar genelde bazı şeyleri bilmediğimi pek zannetmiyor. Dışarıdan fazla zeki, bilgili görünüyorsun. O bizim işin illüzyonu” dedi.
Hürriyet'ten Ali Tufan Koç'un haberine göre, katıldığı bir söyleşi panelinde seyircilerden gelen soruları yanıtlayan Cem Yılmaz, çalışma ve yaratıcılık üzerine görüşlerini dile getirdi.
1. Bir fikrin iyi olup olmadığını nasıl anlarsınız?
Sektör insanlarına, hedef kitleye doğru güzelce sektirirsin, dönerse senindir. Dönmezse hiçbir zaman senin olmamıştır. Çok karmaşık bir yapısı yok. Şurası bir gerçek: Fırsat eşitliğinin en parlak olduğu çağ bu. Parlak bir fikriniz varsa bunun bir yerde gömülü kalması mümkün değil. Uydurmayalım! Zamanında parlak bir fikrin hakkının verilmediği çok olmuştur tabii. Fakat o çağ bu çağ değil. Yaptığın işi oturduğun yerden, kimseye ihtiyacın olmadan, tüm dünyayla paylaşabilirsin. Ben Justin Bieber’ım. (Öyle düşünün... Biraz zaman alacak ama sorun değil bekleriz...) Evde gitarımla şarkı söylüyorum. Sonra bunu YouTube’a yüklüyorum. Ve kimse beğenmiyor, izlemiyor. Hiçbir menajer beni bulup elimden tutmuyor. Mümkün değil!
2. Nasıl yapmak istediğin ‘mesleği’ yaratabilirsin?
Mesleksizlik bizim memleketin en büyük sorunlarından biri. 60’larda bunu dile getiren yazarlar, şairler bile var. Bu negatif yük, ne mutlu ki bizim uğraştığımız, merak sardığımız işlerde anlamını yitiriyor. Üretmek için bir unvanının olması illa da gerekmiyor. Yapacağın işin, önce heyecanlı bir tüketicisi olmanla başlayan bir macera bu. Ben yapmazsam yapılmaz diye yapılmayacak bir iş, çekilmeyecek bir film, sahnede anlatılmayacak bir hikâye var mı diye düşünmeye başlıyorsun. Sonra kabaca bu mesleğine dönüşüyor. Her ne kadar bu alan genişledikçe ve kendi unvanlarını, sıfatlarını türetse de sen en baştaki o merak duygusuyla devam ediyorsun ki işin sırrı da burada yatıyor. İşini mesleksiz ve unvansız yapmanın tadını çıkarıyorsun.
3. Çalışma ortamınız nasıl? Sizce üretmek için ‘ofis’ şart mı?
Bu çalışma ortamı ferahlığını hatırladığım ilk sektör reklamcılıktır. Ajansı geniş yapalım, itfaiye borusundan toplantı odasına inelim, insanlar kaykayla gelsin.. İyi, güzel de ‘malzeme’ ne? Kreatif iş çıkıyor mu? Müşteri memnun mu? “E abi kayarak geldik ya...” Resmin bu kısmıyla çok ilgilenirsek meselenin özünü kaçırabiliriz. Ozan ile (Güven) beraber gezdik burayı. Girişte küçük bir telefonla konuşma kabini gördük. Ozan dedi ki: “Ben burayı tutarım!” E haklı! Çünkü bizim sadece o kadarına ihtiyacımız var. Bugüne kadar yaptığım işleri üretmek için ihtiyacım olan alan, ayaklarımın yere bastığı kadar.Bir ofisin, çalışma ortamının en önemli dekoru ‘insan’ olmalı. En kıymetli olan malzeme ‘insan’. Bırakalım insanları “Sen X’sin, seni şu kata alalım; sen Y’sin, siz de şurada durun...” diye sınıflandırmayı...
4. ‘Y kuşağı’ tabiri size neyi çağrıştırıyor?
Bir üniversitede “Y kuşağı nereden geliyor?” diye sordum, kimseden cevap gelmedi. Etiketi bilmeden kabul ediyor yani. Biri çıktı: “Biz sorgulayan kuşağız. ‘Y’ de ‘Why’ (neden) sözcüğünden geliyor” dedi. (‘Y’ ile ‘why’ kelimesinin ingilizcede telafuzu aynı) Benim kuşağımsa ‘What if?’ kuşağı, yani Nasreddin Hoca modeli: “Ya tutarsa” mantığı... Oysa hangi kuşak kendini sorgulamadı ki... Yıllar önce taş devrinden kalma bir yazı tableti bulunmuş, üzerinde ‘Bu kuşak gerçekten tırt çıktı, biz daha acayiptik’ minvali şeylerin yazdığı ortaya çıktı. X, Y, Z... Kuşakları tanımlamaya çok da takılmamak lazım. Edison’a baktığında da aynı ruhu, girişimciliği görürsün. Bu tabirler işin biraz paketi, süsü. Bunlar sadece insanın kendini rahatlatmak, iyi hissetmek üzerine yaptığı bir ‘paketleme’ işlemiyse bundan pek bir fayda çıkmaz.
5. ‘Çalışma saatleri’niz belli mi?
Yakın zamanda Micheal Moore’un son belgeseli ‘Where to Invade Next?’i izledim. Eğitim sistemini araştırmak için Finlandiya’ya gidiyor, belli bir yaştaki çocukların günde sadece 3 saat, haftada toplasan 10-11 saat ders gördüklerini, günün geri kalanını sadece sosyalleşerek, üreterek geçirdiğini görüyor. Başarı oranının roket gibi fırlamasından bahsediyor. İtalya’nın daha az mesai yapıp yerine daha çok tatil yaparak, daha çok sevişerek (Belgeselin yalancısıyım!) üretimi artırdığı biliniyor. Bazı meslekler, teknik olarak 9-5 yapılmalı. Bunda sorun yok. Tüm kreatif iş üretenler için mesai diye bir şey olmamalı, mümkünse çalışma saatini 24 saat olarak ayarlamalı. İşte o zaman, işini iş olarak görmezsin, hayatının bir parçasına dönüştürürsün, aşkla üretirsin. Türkiye’de maalesef 24 saatlik bir adanma bekleyen işlerde insanlar maddi ya da manevi karşılık alamıyor. Gereksiz yıprandığını hissediyor, hevesi kırılıyor. Bunu da çok iyi anlıyorum.
7. Üretim için belli bir disipline girer misiniz?
Ben mesela çocukken G.O.R.A filminin senaryosunu elimde bir kayıt cihazı, tüm senaryoyu cümle cümle kaydeder, sonra da yazarım diye zannediyordum. Böyle beyinsiz ‘start-up’ anların oluyor. Sonra bu yöntemin çalışmadığını fark edip geleneksel yollara başvuruyorsun. Geleneksel olana çok da tepkili yaklaşmamalı. Gelenekselleştiğine göre elbet işe yarayan, faydalı bir tarafı vardır. Deneme-yanılma yöntemi bizim sektör için pek geçerli değil. 15 milyon dolarlık bütçelerden bahsediyoruz. Sonra da sosyal medyada bir çocuk çıkıp “Aceleye getirmiş” diyor. Sen bana 15 milyon dolarlık bir işi aceleye getirsene, nasıl oluyor çok merak ediyorum!
8. Çalışma ritüellerimiz olmalı mı?
Kreatif iş yapanlardan nedense ‘olağandışı çalışma ritüelleri’ bekleniyor. Hayır, kimse süpürge sapıyla kendini kırbaçlamıyor mesela. Tamamen eğlence amaçlı yapılan şeyler, ille de üretime katkı sağlayacak değil. Hayal kırıklığına uğratmak istemem ama üç gün önce Ozan ile bizim evin bahçesinde önümüzdeki sene çekeceğimiz film üzerine saatlerce kafa yorduk, fikir çıkardık. Kalkıp da hadi şimdi de birbirimizi çimdikleyelim, sonra da çıplak jakuziye girip orada çalışalım demedik.
9.Yakınlarınızla çalışmak size nasıl bir fayda sağlıyor?
Diyorlar ki: “Hep aynı adamlarla çalışıyorsunuz.” E o adamlardan bir demet daha bul, onlarla da çalışayım. Biz birbirimizi çok zor şartlarda bulduk. Ben arkadaşlarımın, benden daha iyi oyuncular ve duyuları daha yüksek sanatçılar olduğunu hissettiğim ve bildiğim için onları resmen kovalayarak bu ekibi oluşturdum. Sahne tasarımı, görüntü yönetmeni, kostüm sorumlusu... Beraber çalışmaktan zevk aldığım insanlarla iş bitiminde hep “E neden ayrılıyoruz ki?” derken buldum kendimi. İnsanın hayatta yaşayabileceği en büyük lüks bu. Eş dostla değil, çok iyi aktörlerle ve sanatçılarla çalışıyorum. Ve bunun için büyük uğraş veriyorum, kaynak yaratıyorum.
** İnsanlar genelde bazı şeyleri bilmediğimi pek zannetmiyor. Dışarıdan fazla zeki, bilgili görünüyorsun. O bizim işin illüzyonu. Hiçbir b.k bilmeyerek uzun süre götürebilirsin bu işi. Ben 44 yaşındayım, hâlâ hiçbir şey bilmiyorum. Ama insanların gözündeki tepki şu: “Abi, herif zehir ya...”
** Türkçede maalesef yanlış anlaşılan kavramlar var. Misal: Tevazu göstermek. Hep ‘Senden daha iyi yapan biri vardır, aman sen bulaşma’ hali... Hayat böyle mi ilerleyecek? Ya tekerleği bulan adam “Şimdi ne gerek var? Kabilede sivrilmeyeyim, elbet benden daha iyi yapan vardır” diyerek duvarlara öküz çizmeye devam mı etseydi?
** Kurum denilen kavramın ne olduğunu yeniden keşfetmeliyiz belki de. Kurum dediğin, binadan, masadan, ofisten bağımsızdır; insandan, insan enerjisinden ve fikirden oluşmalıdır. Belli ki bu gerçek zaman için unutuluyor, iyi niyetle kurulan bir operasyon bile günün sonunda amacından sapabiliyor. İçine düştüğümüz tuzaklardan biri bu.