İbrahim Çenet: Deniz, Mahir ve İbrahim’i göğsümde taşıyorum
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılmasının yıldönümünde, mücadele arkadaşları İbrahim Çenet ile onları konuştuk... 6’ncı Filo protestolarından ona elleriyle dürüm yediren Yaşar Kemal’e, aynı hücreyi paylaştığı Yılmaz Güney’e kadar uzun ve dolu dolu bir hayata tanıklık ettik.
OSMANİYE - Öyle bir hayat hikayesi ki anlatacağımız, elbette birkaç sayfaya sığması mümkün değil! 68’de öğrenci hareketlerine katılan, 6 Mayıs 1972'de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılmasını silahlı eylemle protesto ederken iki kolunu ve bir bacağını kaybeden İbrahim Çenet, 6’ıncı Filo’nun Amerikalı askerlerini denize atan devrimci gençlik hareketinin de öncülerindendi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeyken sınıf arkadaşı da olan Deniz Gezmiş’le, tabii Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve Ulaş Bardakçı gibi devrimcilerle de mücadele arkadaşıydı.
1972’de giriştiği eylemde parçalanan iki kolu ve bir bacağı, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde Prof. Dr. Kaya Gürsel ve o zamanlar doçent olan Dr. Kemal Alemdaroğlu tarafından kesildi. Gözünü açar açmaz daha hastane yatağındayken zamanın İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün'ün görevlendirdiği sorgu timlerince alınmak istense de, Alemdaroğlu buna engel oldu. Ancak ilk tedavisi tamamlanır tamamlanmaz Selimiye Kışlası’nda işkenceye alındı. Kışlada ‘Dingo’nun Hanı’ denilen bölümde Yılmaz Güney’le birlikte kaldı. Cezaevine en çok girip çıkan isimlerden biri olarak toplam 7.5 yıl hapis yattı. Son aldığı hapis cezasından sonra yarım bedeniyle yüzerek Yunanistan’a kaçtı ve orada binlerce Türkiyeli sürgünle birlikte ilk olarak Nazilerin kurduğu ünlü Lavrion Kampı’nda kaldı. Bu hengameli hayatına tam 3 farklı üniversite ve 3 fakültede eğitimi sığdırdı. Che Guavera’nın kızı Aleyda ile dünya turuna bile çıktı!
2000 yılında çıkarılan aftan sonra Türkiye’ye dönen Çenet, yüzde 96 engelli raporu olmasına rağmen, engelli olduğunu kanıtlayamadı bir türlü! SGK, iki kolu ve bir bacağı olmayan Çenet'e sağlam raporu verdi ve emekli etmedi. Sonra Osmaniye’ye yerleşti ve Anadolu Halk Bilimleri ve Kültür Derneği’ni kurdu. Halk bilimi ve farklı sanat dallarında etkinlikler düzenlemeye başladı. Her yıl düzenlediği film festivalinde Prof. Dr. Yalçın Yüreğir, Prof. Dr. Afşar Timuçin, şair Ataol Behramoğlu, film yapımcısı Abdurrahman Keskiner ve TMMOB eski başkanlarından Kaya Güvenç gibi isimler jüri üyeliği yaptı. Bu festival nedeniyle verilen ‘Özgür İnsan’ ödülünün gittiği kişiler arasında ise Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ, Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, Yaşar Kemal, Prof. Dr. Türkan Saylan, Arif Keskiner (Çiçek Arif) ve 1986’da bir suikaste kurban giden İsveç’in sosyal demokrat başbakanı Olof Palme gibi isimler yer aldı. Çenet aynı zamanda evli ve 3 çocuk babası.
6 Mayıs'ı konuşmadan önce biraz kendinizden bahseder misiniz? Neler yaptınız/yapıyorsunuz?
1949'da doğdum. İstanbul Üniversitesi’nde hukuk, Sorbonne’da edebiyat okudum ve vatandaşı olduğum İsveç’te de ekonomi mastırı yaptım. Kendimi edebiyatçı olarak görüyorum ama hukuku ve ekonomiyi politik düşüncelerimde, dünya ve Türkiye analizlerimde kullanıyorum.
Şimdi kültür işleriyle uğraşıyorum. Kültür tarihi üzerine araştırmalar yapıyorum. Birkaç kitabım var, şiirler yazıyorum.
Bilgisayarda mı?
Bilgisayarda da ama daha çok kalem kullanıyorum.
Nasıl oluyor bu?
Bir aparat var koluma geçirdiğim, kalemle yazı yazmak için onu kullanıyorum. Protezli ya da protezsiz birçok insandan daha güzel ve hızlı yazabilirim. Bizde imkansız olan bir şey yok!
KALPTEKİ ÜÇ KURŞUNA ÜÇ İSİM
Peki 6 Mayıs tarihi sizin için ne ifade ediyor?
6 Mayıs 1972 tarihi benim öldüğüm ve dirildiğim tarihtir. O gün Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un idam edildiği tarihtir. Her yıl kalbimde hissederim çünkü o günün parçalarını kalbimde taşıyorum zaten. O gün en güzel çocuklar katledildi. Bizler de Denizlerin idamını kabullenemeyip 'ne yapabiliyorsak yapmaya' karar verdik ve bir takım saldırılarda bulunduk. O eylemde kaza sonucu şu an protez olarak gördüğünüz ellerimi ve bir ayağımı kaybettim. Bunların yokluğu elbette sıkıntı yaratıyor ama ben yaşadıklarımdan da sakatlandığım günden dolayı da onur duyuyorum. Denizlerin idam edildiği gün ne yapılacaktı? Oturup ağlamanın gereği yoktu!
Bedeninize neler oldu?
Benim o gece iki elim ve bir bacağım kayboldu. Kulak zarım patladı. Kol ve bacaklarımdaki kurşunlar kesiklerle birlikte gitti, ancak göğsümdeki üç kurşun hâlâ duruyor. Kalbimde taşıdığım parçalar da onlar zaten.
Hâlâ kalbinizde kurşunlar mı var? Neden almadılar?
(Gülüyor) Cerrahpaşa’da doktor akciğer filmimi 3 kez çektirdi; ‘bu ne biçim film, yanlış bu’ diyerek… Sonra ‘bu kurşuna benziyor be’ dedi. Ben 'bunların hayati tehlikesi büyük mü' diye sordum. 'Yok' dedi, 'birazı kemikte birazı da kasın içinde, etrafında koza yapmış' dedi. 'Almıyoruz' o zaman dedim. Ben de göğsümdeki o üç kurşuna üç isim koydum: Deniz, Mahir ve İbrahim. Onlarla beraber yaşayıp gidiyorum işte. Bu kalbime yakın yerde taşıdığım kurşunlar aynı zamanda tüm insanlık savaşçıları adına da bir anı benim için.
O kurşunlar patlamadan evvel mi gelmişti sonra mı?
Patlama anında gelmişti. Şarapnel parçaları onlar.
‘BOMBA PİMİ ÇEKİLDİKTEN SONRA 8 SANİYEDE PATLAR’
Neden o bomba önünüzde patladı?
İstanbul Tepebaşı’nda Amerikan Konsolosluğu yakınlarındaydık. Zaten çatışma halindeydik. Karşılıklı silah da kullanıyorduk. Bir bomba geldi yakına; bomba pimi çekildikten sonra 8 saniyede patlar. Yakın bir mesafeydi. Yuvarlandı, ben de o bombayı alıp uzağa atmak istedim. Eğildim, eğildiğim an koluma bir kurşun geldi. Aynı anda bacağıma bir kurşun geldi. O anda o bomba patladı, o patlayınca bendeki bombalardan biri düştü, o da patladı. Bir anda cehennemi bir durumun içinde kaldık.
Her anı hatırlıyor musunuz? Yani bombayı gördüğünüzde eğilirken kolunuza kurşun değdiğini, sizi yavaşlattığını, sonra bacağınızdan vurulmanızı...
Tabii tabii. Hatta küçük bir şok geçirmişim, yani yüzüme kan doldu ve elimle yüzümü silmek istedim, silemedim, baktım el yok! Diğeriyle silmek istedim, o hiç yok! Her tarafım patlamış ama ben bacağımda acı hissediyorum. Baktım oraya, kazık gibi bir şey saplanmış. İçimden ‘şunu çekin’ diye bağırıyorum ama kim gelecek o anda. Ben çekeyim dedim, uzun bir şeydi, ağzımla ısırdım, sonra anladım ki o kemik. O anda gözlerime kan dolmaya başladı. Yüzüm homojen şekilde yanmıştı zaten. Sonra beni bir arabaya koyup, Cerrahpaşa’ya götürdüler. Asansöre bindirilişimi bile hatırlıyorum. Bilincim yerindeydi. Mesela başımda duran bir kadın ‘narkoz vermek lazım’ dedi ama baktılar damar yok ortada! Kloroform vermeyi denemişler ama o da hafif bayıltma… Bir ara pantolonumu kestiklerini hissettim, ‘Ne aptallar, kemerimi açsalar daha kolay çıkaracaklar’ diye geçirdiğimi sonrasında da böyle yapmalarının daha mantıklı olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Bilincimi hiç kaybetmedim nedense.
Kendi kemiğini ısırmak... Sizi o anda delirtmeyen şey neydi acaba?
Ben çocukluğumdan itibaren halkımı, ülkemi çok sevdim. Kendimden çok sevdim. İnsanını, toprağını çok sevdim. Mücadele ettiğiniz şey neyse ona inanırsanız, o sizi yaşatıyor zaten. Sakin kalmak çok önemlidir böyle durumlarda. Öyle öğretildi bize. Sporcu disiplini de vardı. Başka bir sebep var mı bilmiyorum.
Doktorlar sizi görünce şok olmuşlardır mutlaka.
Bilmiyorum ama doktorum Prof. Kaya Gürsel bana, “Guinness Rekorlar Merkezi gibi Dünya Tıp Tarihi Merkezi diye bir yer var, oraya çok enteresan tıbbi vakalar bildiriliyor. Ben seni o merkeze bildirdim; kanı bittiği halde en uzun yaşayan insan olarak” demişti. Patlama anıyla müdahale edilen süre arasında 45 dakikalık bir zaman var. Tüm vücuttan kan akmış 45 dakika boyunca, bir damardan da değil! Kanın tümüyle bitmiş olması gerek…
Patlama anında en son düşündüğünüz şeyi hatırlıyor musunuz?
Eylemden önce arkadaşlara hep ‘mümkünse uzun kayalım’ diyordum. Patlama anında şunu düşündüm, ‘Eyvah erken gittim.’
'Uzun kayalım' ne demek?
Uzun süre götürelim, mücadelemiz uzun süre devam etsin demek. Ama ben erken gittim işte.
‘FAŞİZMDE OLUR BÖYLE ŞEYLER’
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne götürüldünüz. Prof. Dr. Kaya Gürsel ve İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu sizi hemen ameliyata aldılar. Gözlerinizi açtığınızda ilk ne gördünüz?
Valla gözlerimi açınca, bir baktım bir kablo denizinin içindeyim. Solunum cihazına bağlıyım, ellerim yok; bir bacağımı kesmişler ve kadın çorabına geçirmişler, ucuna da bir ağırlık bağlayıp yataktan aşağıya sarkıtmışlar bacağı aşağı çeksin diye. Gözümü açtığımda ortam buydu.
Paniklediniz mi?
Zaman olmadı. (Gülüyor) Sıkıyönetim komutanı Orgeneral Faik Türün ile MİT Müsteşarı, yanlarında sorgu timiyle beraber benim için hastaneye gelmişler. Gece 24.00'te bu olayı yaşamışım, sabah 7.00’de gözlerimi açmışım, karşımda bunlar var. Beni sorgulamaya gelmişler. Bana soru sormaya başladılar ama ben zaten sinirliyim, gıcık gıcık cevaplar veriyorum.
Neler sordular?
'İsmin ne, cismin ne', 'hangi örgüttensin' diye soruyorlar, ben de ‘sana ne’ diyorum. Bunlar iyice sinir oldular, içlerinden biri dedi ki, ‘ulan zaten Allah senin belanı vermiş, ayağın kopmuş hâlâ dikleniyorsun’. ‘Ülkede ayağı olan ama beyni olmayan çok insan var, beynim olmadıktan sonra ayağı ne yapayım, bir düşünen olurum bundan sonra’ dedim ben de. Faşizmde olur böyle şeyler.
(Not: Kemal Alemdaroğlu yıllar sonra, ‘o yaralı genci öldürmek istediklerini’ ancak kendisinin buna izin vermediğini söyleyecekti.)
6’NCI FİLO EYLEMLERİ
68 yılında İstanbul Karaköy'de 6’ncı Filo* askerlerini denize iten 80 kişiden biriymişsiniz.
Evet. Yaşımız çok gençti ama herkes gençti sanki o dönem. Hepimiz gençtik. İlk bu şekilde başladım devrimci harekete. Şimdi 68 yılında bu şekilde başlayan bir insan bugün bile hâlâ aynı şeyleri hissediyor, “antiemperyalist ve yurtsever biriyim” diyorsa, bu hiçbir zaman yanılmadığını ve doğru yolda olduğunu gösterir.
Biraz o günden bahseder misiniz? Siz Deniz’in grubundaydınız değil mi?
6’ncı Filo’nun geleceği günler önceden belliydi zaten ve günler öncesinden de devlet ‘sokakları temiz tutun’ diye propagandalar yapmaya başlamıştı. Askerler gelecek diye limanı, Karaköy’deki genelevleri, Cihangir’deki randevuevlerini temizlemek gibi biçimsiz propagandalardı bunlar. Gümüşsuyu’ndaki İstanbul Teknik Üniversitesi’nin amfisinde bu konu için büyük bir toplantı yaptık. Üniversiteye o zaman polisler giremiyordu. Polisler arama yapmak istediklerini söyleyince, rektörler buna izin verdi ve o gün bir arkadaşımızı öldürdüler. Bu yüzden zaten çok üzgün ve sinirliydik. Üniversiteden Taksim’e doğru yürüdük ve Cumhuriyet Anıtı’nda protestomuz başladı ama devrimci gruplar ikiye ayrıldı. Bazıları Dolmabahçe’ye yürümek istiyordu, bazıları bunu engellemek istiyordu.
Bu ikiye ayrıldı dediğiniz gruplardan biri Doğu Perinçek’in başında olduğu grup muydu?
Nedense bu konulardan pek bahsedilmez. Ama asıl bahsedilmesi gereken o zamanlarda şimdiki Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın başında olduğu Milli Türk Talebe Birliği’nin bütün gücüyle Beyazıt Meydanı’nda, Taksim’de, Kabataş’ta Amerika’ya ve 6’ncı Filo’ya tepki gösteren, eylem yapan bizlere karşı resmen savaş açmalarıdır... Polisle işbirliği de yaparak… Bize saldırıp durdular; en çok sıkıntıya düşüren de bunlardı. Arkamızdan sıkmaları, vurmaları, kırmaları sadece bizleri durdurmak, engellemek içindi.
Anladım. Peki, denize atma anına gelelim.
İşte o arada büyük bir arbede oldu ve biz hepimiz Amerikan askerlerini denize itekledik. Bizim arkadaşlarımızdan biri de denize düştü, hemen ip merdiven attık, çıkarttık onu. Sonra hepimiz gözaltına alındık.
80’ininiz birden mi?
Evet. Bu protestolar bütün ülkeye yayılmıştı zaten. Sadece İstanbul’la sınırlı değildi. İzmir’deki protestoyu Mahir yönetiyordu. İlk onu gözaltına almışlardı. Bir nevi gevşek bir dokuyla da olsa, 6’ncı Filo’ya ve Amerika’ya karşı yapılan ve ülkeye yayılan örgütlü bir tavırdı bu. Osman Cavit İyigün ve Necmi Demir bunlar sıkı dava arkadaşlarımızdı.
DENİZ, DEVRİM VE KIZLAR…
Biraz Deniz’i anlatın bize.
Deniz’le aynı sınıftaydık. Adanalılar biraz kavgacılıklarıyla övünür. Deniz ve benim adım bayağı duyulmuştu okulda çünkü fiziksel kavgayı da çok iyi yapıyorduk. Daha o zaman silah kullanmıyorduk ama. Bizim okula başladığımız dönem bizim için daha silahın, külahın, bıçağın olmadığı bir dönemdi. Kullandığımız savaş araçlarını saysam şimdi gülersiniz; sigara jelatinini üçgen gibi yaparak içine Mısır Çarşısı’ndan aldığımız en acı toz biberi dolduruyorduk. Biber gazı gibi kullanıyorduk. Fiziksel bir zarar vermeyeceğini biliyorduk. Şimdikiler gibi göze zarar vermezdi asla. Deney tüplerinin içinde seyreltilmiş asit kullanıyorduk mesela.
Kimlere karşı kullanıyordunuz bu malzemeleri?
Üzerimize her tür bıçakla, silahla saldırtılan onlarca kişilik ülkücü denen gruplara karşı bunlarla kendimizi koruyor ve çatışıyorduk. Biz Deniz’le böyle başlamıştık.
Nasıl bir karakteri vardı?
Ben onun yiğitliğini, gözü karalığını, kahramanlığını anlatmam hiç, bunu herkes biliyor zaten. Deniz önce örgütçüydü ve insan psikolojisini çok iyi bilirdi. Mesela bir gün üniversiteyi işgal edeceğiz. 1970 öncesi… Siyasi bir durum yüzünden hükümet üniversitelere polis gücü sokmak ve bunu yasallaştırmak istiyor, biz de bunu protesto etmek için bir şeyler yapmak istiyoruz. İstanbul Üniversitesi’nin bahçesi de Fatih Sultan Mehmet’in eski harp okulu olduğundan dolayı bayağı geniştir. Biz de bahçede, sınıfta, amfide, koridorlarda her yerde konuşuyoruz. Konu, okulu işgal edelim mi etmeyelim mi? Kimisi ‘edelim’ diyor, kimisi ‘olmaz’ diyor. Birileri ‘edelim ama başaramayız’ diyor, diğerleri ‘başarırız’ diyor. Bu arada Deniz’e soruyorlar ne diyorsun diye; ‘ya ben sizden daha mı akıllıyım, bu kadar konuşana dinleyen de lazım’ diyor. Gene bir gruptan ses yükseliyor ‘işgal edelim, polisler mi bize eğitim verecek’ diye, yine Deniz’e dönüyorlar, ‘dinliyoruz işte’ diyor. Tekrar ses yükselince Deniz bazı arkadaşlara işaret veriyor. Meğer çaktırmadan konuşma öncesi birkaç kişiye etraftan yarısı yanmış yarısı yanmamış kibrit çöpü, kağıt, çerçöp toplamalarını söylemiş. Onlar gelip elindekileri ortaya bırakıyorlar, Deniz de elindeki çakmağıyla bunları tutuşturuyor ve diyor ki, “Evet arkadaşlar, işgal başlamıştır. Kutlu olsun.” Deniz’in burada yaptığı kalabalığı koklamaktı. ‘İşgal edelim’ diyenlerin ürkenlerden fazla olduğunu görünce bunu yaptı. Eğer ‘yapmayalım’ diyenler daha fazla olsaydı Deniz bunu yapmazdı. Böyle durumlarda topluluk bölündüğü için kendi başına karar veremez, bir lidere ihtiyaçları olur; Deniz de o liderdi işte.
Çok da yakışıklı bir lider tabii…
Yakışıklıydı da ama en çok şakacıydı, arkadaşlarıyla uğraşmayı severdi. Cihan’la da çok uğraşırdı. Cihan (Alptekin) çok önemli bir arkadaşımızdı, Ardeşenli idi. Tam Laz’dı. Kendi şivesiyle konuşurdu. Temmuz ayında bile parkasını ve botlarını çıkarmazdı. Ortalık yanıyor ama o Che gibi dolaşıyor. Deniz’de de aynı parkadan vardı zaten. O zamanlar Topkapı’da haftada bir kurulan bit pazarından alırdık bunları. Bir gün hepimiz yine birlikteyiz ve bir anda Deniz dedi ki, ‘Ya arkadaşlar, bir iş var mıdır, ben çalışmak istiyorum’. Biri dedi ki, ‘bir lokma bir hırka ile yaşıyoruz, para kazanmak da nereden çıktı?’… Deniz şakasına devam etti, “Biraz para kazanıp şu adama Türkçe öğretmek için bir hoca tutacağım! Her şeyi öğrettik ama Türkçe'yi öğretemedik bir türlü.” Cihan da cevap verdi: ‘Ha uşak, benimle uğraşma da!’
Kız arkadaşı yok muydu hiç o dönemler?
Bir tane bir kız vardı; o Deniz’e Deniz de ona hoş bakardı. Biliyorduk biz de tabii. Bir gün dedi ki, ‘Kızlar geldiğinde devrim kalıyor, devrim geldiğinde kızlar kalıyor.’
Çok da feodal insanlarız ya, o konuda hiç derdimiz olmaz! Biri ‘Niye, ikisiyle de ilgilensen olmaz mı?’ diye sordu, bir başkası ‘Hıyar, sen ikisiyle de ilgileniyorsun sanki’ diye cevap verdi… Bizim kızlara bakış açımız böyleydi yani. İlgilenemiyorduk bir türlü! (Gülüyor)
O yıllarda hiç aşık olmadınız mı yani?
Ben aşık oldum mu bilmem ama o yıllarda birkaç kız bana aşık olmuştu. Zeliha isminde bir kız vardı, aynı sınıftaydık. Düzce’dendi. Çerkez Abazalardandı. Hep benimle geziyordu. Bana ‘sözlenelim’, ‘nişanlanalım’ diyordu. Ekonomik durumu iyi olmadığı için Çemberlitaş’ta bir bankada çalışmaya başlamıştı. Oralardan geçerken arada uğruyordum, yemeğe çıkıyorduk falan. Kazadan sonra hastaneye beni görmeye gelmiş, bizim avukatlardan Fahrettin Elmas onu bankta otururken görmüş. Bakmış ağlıyor. Soruyor ne oldu diye, o da ‘göstermediler İbrahim’i bana’ diyor… 'Kız aman uzaklaş, paçayı yırtmışsın. Senin onu görmek istediğini anlasalar, içeri alırlar, 6 ayda da çıkamazsın' demiş Fahrettin de.
Çok körkütük aşık olmamışsınız ama demek ki, devrimi bırakmadığınıza göre…
(Kahkaha atıyor) Pek çok arkadaşımız evli değildi tabii, evlenememişti. Mahir Çayan evliydi. Eşi Gülten atom doktoruydu. Paris’te okumuş, orada yaşıyor ve çalışıyordu. Mahir herkes için farklı bir yerdeydi. Deniz’den iki yaş büyüktü ama iki yaş bile büyük bir farktı o zamanlar. Deniz onun için ‘Kafası dünya, yüreği Ortadoğu kadar’ derdi. Büyük hatip ve teorisyendi. Enternasyonal ve dünyayı çok iyi tanıyan bir insandı. Tartışmasız bir liderdi.
O dönem herkes iyi bir hatipmiş sanki!
Ben de açık mitinglerde bir hatip gibi konuşuyordum ama tabii yaşlanınca özelliğin azalıyor. Bazen korsan miting yapardık ve ben konuşmacı olurdum, derdim ki; ‘5-6 dakika polisi tutun, müdahale ettirmeyin; ben o 5-6 dakikada kitlenin kafasını duvara vurdurabilirim.’
‘KENDİMİZİ KORUMAK İÇİN SİLAH KULLANMAYI ÖĞRENDİK’
Silahı elinize ilk aldığınızda kaç yaşındaydınız? Size kim silah kullanmayı öğretti?
E, bizde 8 yaşına gelen oğlan çocuklarına silah sıktırırlar. Av tüfeği falan… 12 yaşına geldi mi tabanca kullandırırlar düğünlerde, bayramlarda. Herkesin silahı, külahı olurdu. Ben de öyle öğrendim. Ergenlikle gençlik arası bir yaştayken öyle bir siyasi durum oldu ki silahı daha çabuk öğrendim.
Neydi o durum?
1960 Anayasası bir rahatlık sağlayınca, 65 yılında kurulan TİP (Türkiye İşçi Partisi), Behice Boran dahil 15 milletvekili çıkartmıştı. Sonradan bu sayı 19’a yükselince emperyalist güçler -baktılar ki ülke uyanıyor- hemen adamlarından olan Türkeş’e giderek ‘ya hemen bir parti kur ya da başka partiler var, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi gibi, kongreyle onun başına geç’ dediler. İlk görevi de solcuların karşısına silahlı sivil bir kitle çıkartmak oldu zaten. 1965’de CKMP’nin başına geçen Türkeş ‘önce Adanalıyım sonra Osmaniyeliyim’ demeye başladı. Sonra da Türkiye’de ilk komando kampını Osmaniye’de Zorkun yaylasında kurdu. Bunlar sağda solda vuruyorlar, kırıyorlar, olaylar çıkarıyorlar, bizlere de höt möt demeye başlamışlardı. Ben daha lisedeydim, okulumdaki azıcık demokrat olan arkadaşlarımı dövmeye başladılar. Önce sözle sataşıyorlardı, sonra yumrukla hançerle sıkıştırmaya başlayınca, arkadan tabanca gibi ateşli silahlar da geldi. E, arkadaşlarımı ve kendimizi korumak da başa düştü. Lise birdeydim daha.
‘ZİNCİRE VURACAKLAR AMA VURULACAK YER YOK’
Daha tedaviniz bitmeden sizi Selimiye Kışlası’na götürmüşler?
Evet. Haydarpaşa Askeri Hastanesi ile tren garı arasında bir inzibat alayı var, onun altında atom sığınağı varmış. Bizi oraya koydular. Bir baktım, Orhan Savaşçı bir köşede, bir deri bir kemik kalmış, ayağı zincirli. Hüseyin Özkan ayağında 8 kurşun, zincirli… İçeride 4 insan var, 2’si subay 2’si komiser, ellerinde bir kağıt, bir şey okuyorlar. Benimle ilgili bir karar vermeleri lazım.
Ne o?
Kağıtta benim mahkeme kararım var. Benim yüzümü bile görmeden hakim 3 karar vermiş hakkımda; ‘tutuklanmasına’, ‘dünyayla ilişkisi olmamasına’ ve ‘zincire vurulmasına’... E, tutuklamışlar, dünyayla iletişimimi de kesmişler, zincire vuracaklar ama bakıyorlar zincire vurulacak yerim yok! Elim yok, ayağım yok, vurmaları da lazım yoksa sorumlu olurlar. Düşündüler taşındılar, tek kişilik bir çarşaf koydular yere, kanatlı kuşak yaptılar ve somyaya belimden bağladılar. Haklarını da yemeyelim; sert bağlamadılar, yumuşak bağladılar. (Gülüyor)**
İNSAN İÇİN SAVAŞAN İNSANLAR…
Üstün körü de olsa orada yaşadıklarınızdan biraz bahseder misiniz?
Kaldığımız sığınak, yeraltı dehlizlerinden biriydi. Orada da birden fazla insan yan yana idamlarını bekliyordu. Bunlardan biri Ahmet Saner, diğeri Kadir Tandoğan’dı. Hiç kurtuluşları yoktu, çünkü bu devrimci gençler, İstanbul’da iki Amerikan casusunu öldürmüşlerdi. Ben de onlarla bitişik hücrede kalıyordum. Önceden tanışıktık zaten. Onlar da Denizler gibi hiçbir yılgınlık, yıpranma belirtisi göstermiyorlardı. Onları da tam karşımızdaki küçük alanda, Osmanlılardan ödünç aldıkları iple boğup öldürdüler gözümüzün önünde… Günlerden 25 Haziran 1981 idi.
Çok korkunç!
Bununla yetinmediler ki! 55 gün sonra Adana’daki cezaevinde Mustafa Özenç arkadaşımızın idamı da seyrettirildi bize. 20 Ağustos 1981 gecesi onu yanımızdan aldılar, hemen karşımızda astılar. Bağırdık çağırdık, kafalarımızı demirlere vurduk, kanlar aktı, morluklar oluştu ama boş, Mustafa gitti.
Gözlerinin önünde bir insanın öldürülmesi…
Bu anlattıklarım ne ki! Yanımda bir çok kez bir sürü insan öldürüldü. 1977’deki Taksim olaylarında derin kontrgerillanın öldürdüğü 34 insanın cesetlerinin başına oturmuşumdur. Hâlâ belleğimdedir. Bunlar insan için savaşan insanlardı!
Fiziksel işkenceye girmek istemiyorum. Ama işkence psikolojik olarak size nasıl bir hasar verdi?
İnsana yapılan işkence inanılmaz rahatsız edicidir; isteğiniz dışında sizin bedeninizin üzerinde psikolojik ve fiziksel güç kullanıyorlar. Korkunç rahatsız edici ama yanında bir başkasına yapılan işkence insanı daha çok etkiliyor. İşte o daha rahatsız edici!
Unutamadığımız bir durum oldu mu hiç?
Eşimin ve 8 aylık kız bebeğimin gözü önünde bana işkence yaptılar. Aklınıza gelebilecek her yerden elektrik veriyorlardı bana ve ben yerdeki betonları ısırıyordum artık. Ben böyle işkence görürken, kızım o esnada ‘tavşancılık’ oynadığımı sanıp gülüyordu. Ne tuhaf bir ikilemdi!
Çok uzun mu kaldınız içeride?
Benim cezaevinde öyle çok kalma rekorum yok. Toplam 7.5 yıl kadar kaldım sanıyorum. Ancak bir başka rekorum var. Çok içeriye aldılar, bıraktılar, geri aldılar yine bıraktılar. Dünyanın en çok gözaltına alınan insanlarından biri olabilirim. Bunların da hepsi acı doluydu.
YAŞAR KEMAL’İN İNCE MEMETLERİ
Sizin onunla da bir anınız var.
Biz edebiyatın dev çınarıyla 1970’li yıllarda tanıştık. Cezaevlerine tenekelerle zeytin ve peynir getirirdi, ‘İnce Memetleri’ yesin diye. ‘Baldaki Tuz’ romanındaki ‘Hapishanelerimiz’ yazısında beni anlatmıştı. Neyse bir gün İstanbul’dayım. Yaşar Kemal’i aradım görmek istediğim için. Beni Divan Oteli’ne çağırdı. Sarmaş dolaş buluştuk. Maçka’da Adanalılar diye bir lokantaya götürdü. Herkes onu tanıyor tabii, fotoğraf falan çekilmek istiyorlar. Bir salata getirdiler, ne salatası bu dedim, ‘ıspanak salatası’ dediler. Yaşar Kemal hemen orada ‘süllüm oğlum onun adı, süllüm süllüm’ dedi. Ondan sonra ismini değiştirdiler salatanın. Bir yufka ekmeği aldı, Adana kebabından bir löp onun içine koydu; közde pişmiş soyulmuş biber, sumak ve ekşili soğan salatasından dürüm yaptı. Aynısından ikinci bir dürüm daha yaptı. Bir dürümü ısırdı kendisi ve masaya bıraktı. Öteki dürümü ısırmam için bana uzattı. Protezim de var, ‘abi ben yiyebilirim’ dedim, ‘ye ye’ dedi. Isırdım, sonra dürümü bana tekrar uzatınca, ‘abi, arkadaş yedirsin’ dedim. ‘Bak beni beğenmeyenlere, beni nasıl beğenmezsiniz, ben İbrahim Çenet’e elleriyle yemek yedirmiş adamım diyeceğim’ dedi. O an orada birlikte olduğumuz yazar Selim Özgül’de fotoğraflayarak bu anıyı ölümsüzleştirdi.
YILMAZ GÜNEY'İN 'KAHRAMAN ABİ'Sİ
Yılmaz Güney ile nasıl ve hangi yıllarda tanıştınız?
1965-66 yılları arasında tanıştım kendisiyle. Biz, ünlü yapımcı Abdurrahman Keskiner ile hemşeri olduğumuz için çok eskiden tanışırdık ve Yılmaz Güney’in de menajeriydi. Film yapımı için sık sık görüşürlerdi. Tanışıklığımız o yıllarda başladı ama sonrasında devam etti.
Aynı hücreyi paylaşmışsınız?
Evet, hücre arkadaşıyız aynı zamanda. Birlikte Selimiye’de 1.5 yıldan fazla kaldık. 1974 affıyla çıktık. Sonra da THKC’nin kurucu kadrolarından olduk.
Nasıl biriydi?
Az ve öz konuşan, herkesi dinleyen, ciddiye alan, mütevazı bir insandı. Hep ‘Bu dünyada 2 İbrahim’in belgeselini yapamazsam gözüm açık gider’ derdi. “Biri İbrahim Kaypakkaya, öteki de bu kahraman abi” derdi. Bana hep ‘kahraman abi’ derdi. O zaten kendinden küçüklere de ‘ağabey’ diye seslenirdi. Bana göre, bir sanat ve kültür, bir de politika insanıydı...
'ÇİNGENELER' VE KÖPEKBALIKLARI DA VAR BU HİKAYEDE…
Cezanız bitmişti, aftan da yararlandınız; neden kaçma ihtiyacı hissettiniz?
Çingeneler yüzünden… (Gülüyor) ‘Anadolu’da Çingeneler’ diye bir kitapçık yapmıştım. O kitapçığı mahkeme aldı ve ‘Kürtlerle zaten başımız belada, bir de Çingeneler mi çıktı şimdi’ dedi ve 5 yıl ceza verdi. O kitaptan dolayı. Onu da yatmak istemedim, yurt dışına çıkmam gerekti. Bu yüzden can yeleği ile köpekbalıkları ve yunus balıklarıyla birlikte yüzerek Yunanistan’a gittim. Ülkeye geri döneyim deyince de bana ne pasaport ne kimlik vermediler. 6 yıl da öyle bekledim; yine yüzerek geri dönecek halim yoktu ya!
* 6. Filo Eylemleri, 1967-1971 yılları arasında Türkiye'yi ziyareti sırasında ABD'nin 6. Filo'da görevli askerlerine karşı girişilen eylemlerdir. Özellikle eğlence yerlerinin ve genelevlerin bulunduğu Beyoğlu'nda ABD askerlerinin başlarından keplerini kapmak, üstlerine kırmızı boya atmak, üniformalarını jiletlemek ya da kıstırıp hırpalamakla başlayan eylemler, askerlerin denize atılmasına kadar varmıştır.
** Selimiye’de geçirdiği günler hakkında Rıfat Ilgaz ‘Cart Curt’ adlı kitabında İbrahim Çenet ile ilgili bakın neler yazmış: "Devam ediyorlardı sorgulamaya. Ölümle kucak kucağaydım. Devamlı kan veriyorlar, kusuyorum, tek başımayım odada. Doktorlar müdahale etmek istiyorlar, bırakmıyorlar. Pıhtılaşmış kan dolu yatakta ıstıraptan inliyorum, konuşamıyorum. Yavaş bir sesle, iyileştiğim zaman yetkililere mahkemede konuşacağımı söylüyorum. ‘Bize ifade vereceksin’ diye zorluyorlar. Tekrar kusuyorum, izledikleri, ısı ve nabız göstergesi had safhaya vardığında ancak bırakıyorlar. Ve bu hal iki gün devam ediyor."