Ressam olmak, hiç bu kadar zor olmamıştı
İş hanında yaşayan bir ressam Mahmut Özçeker. Aldığı eğitim değil, hayat onu buraya getirmiş. Abisi kovunca İstanbul'a gelmiş, hapis cezası alınca ressamlığa başlamış...
DUVAR - Mahmut Özçeker, Sirkeci'de bir iş hanında kiraladığı odada yaşıyor. Tek göz oda, köşede bir lavabo, o kadar. Geri kalan her yerde yapmış olduğu kara kalem portreler var. Sokağa gerekmedikçe çıkmıyor. Ama geçmişte ele avuca sığmayan biriymiş. 1.1.1949 Urfa-Siverek doğumlu. Doğum tarihini duyunca hemen soruyorum, “Nüfus kağıdın doğar doğmaz çıkmamış sanırım?” diye. Oradan başlayıp öyle bir anlatıyor ki, ben araya bir daha girmemek üzere çekiliyorum:
“Nüfus müdürü öz halamın oğlu ama onlar bizi pek sevmezlerdi; nedenini bilmiyorum, anlamadım. Kız çocuğunu erkek, erkek çocuğunu kız olarak kaydetmiş. Ben abimin nüfusuyla devam ettim. 44 doğumlu görünüyordum. Abim çok huysuz bir adamdı, onunla bununla çok tersleşirdi. Onun o tersliğiyle bir zaman ben de sürüklendim cezaevine. 40 gün yattım ve duruşmaya çıktım. Bir hâkime hanım vardı. Beni orada görünce şaşırdı, 'senin ne işin var cezaevinde?' dedi. Beni salıvermek için bir yazı yazdıracak, baktı doğum tarihimde bir gariplik var.
“İşte doğum tarihimi bana o hanım verdi: Yaz kızım, 1.1.1949. O yazının bir nüshasını aldım ve nüfus kağıdımı çıkardım. 17-18 yaşlarındaydım. Ama halen net değil ne zaman doğduğum. Doğuda durum hâlâ böyledir. Çünkü insanlara özgürlük, hak, hukuk gitmemiş. Hâkim sınıflar fırsat vermemişler. Ezilen, zavallı insanların çökmüşler kursağına, süründürerek yaşatmışlar. Halen öyledir. Halen düzelmiş değildir orası. Sahipsiz bir sürü insan var. hesabı sorulmalı bunların. Ama kim?
“11-12 yaşlarında Emirgan Parkı diye bir yerde çalışıyorum. Büyükçe bir bahçesi var. Vali, vali muavini, savcı; yani etiket, makam sahibi insanlar geliyorlar. Ele avuca sığmıyorum o zamanlar, pire gibiyim. O masa çağırıyor, 'Mahmut çabuk gel!', diğer taraftan 'Gel çabuk; çiğ köfte hazırladık. İçli köfte hazırladık.' Bizim dolmalarımız çok güzeldir; patlıcan, biber, domates. Onlar da yapılırdı, böyle fıstıklı, etli, sumaklı.
“Oradan bazı şeyleri ayırırdım. Akşam ağaca koyardım ki, giderken eve götüreyim. Annem çalışan bir insan. Maddi gücümüz sınırlıydı. Ama o sınırların içinde Urfa'da bir modeldik biz. Giydiğimizi herkes giyemezdi. Temiz, pak; parmakla gösterir, ya kimdir bu adam diye sorarlardı. 2,5 lira yevmiyem vardı. Abim olacak adam, akşam ezanında gelir elimden alırdı onu. Sanki bizim çetemiz, mafyamız.
“Abimden çok çekmişimdir, zorbalık etmiştir bana. 63'te kendimi vurdum. O abimin eve bir güneş gözlüğü getirmiş. Ben de alıp taktım, sonrasında gözlüğünü elimden düştü kırıldı. Kırılınca abim kemerle 'vay sen misin kıran' diye benzetti beni. O sinirle, yıkılmışlıkla vurdum kendimi. Bıçakla vurdum, akciğerim delindi. Burada 18 dikişim var. Anlatmak zor... Öldü gitti abim ama arkasından rahmet dilemiyorum.
“Orta 2'ye kadar Siverek'te kaldım. Orta son ve liseyi, ticaret lisesini, Urfa'da okudum. Ama ben bir yanlış yaptım. Ticaret lisesi ikinci sınıftayken evlendim. Annem çalışan bir kadındı ya, eve gelince bir yemek olsun, işlerinde ona yardım etsin amacıyla kendimi feda ettim. O evlilik hayatıma mal oldu. O cahilce verdiğim kararın acısını halen yaşıyorum. İki çocuğum oldu baştan; önce oğlan, sonra kız. Zaten iki kız, iki oğlan istiyordum. Oğlanlar kendi aralarında dertleşsin konuşsun, kızlar da kendi aralarında diye. Dileğim gerçek oldu; iki kız, iki oğlum var.
“72'de askere gittim, Sivas'a. Hep dil bilmez doğu çocukları vardı. Onlara Kürtçe yardımcı olurdum, mektuplarını filan gönderirdim. Hatta aralarından ikisinin çürüğe çıkmasına yardım ettim. Dertlerini anlatamadıklarından hasta hasta askerlik yapıyorlardı. Askerliğimin bitimine 4 ay kala, iyi niyetimin kurbanı oldum ve beni Ankara'ya, cumhurbaşkanlığına sürgün ettiler. Bir arkadaşa küfredildi, ben de onu sahiplendim. Ankara'da o dört ay, anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. Her gün savaş var gibi tatbikat olurdu. 23 kilo malzeme taşırdık sırtımızda.
“Askerden sonra doğru Urfa'ya gittim, çocuklarım oradaydı. YSE'de (Yol-Su-Elektrik) çalışmaya başladım, etüd-plan şefliğinde. Küçükken 2,5 lirama el koyan abim olan çete, bu sefer de anneme 'Maaşını bana versin' demiş. Vermeyince de 'evimden çıksın.' Oradan küçük biraderimin yanına geldim. 2 hafta da onun yanında kaldım ama baktım ki ona da sıkıntı veriyorum. İşi filan bırakıp çektim İstanbul'a geldim.
“Kibrit çalsan tutuşacak ahşap bir kulübede eşimin ailesinin yanına geldik. Cepte param yok gibi, iş arıyorum. Yedinci günüydü geldiğimizin, yine bulamadan eve döndüm. Kayınpeder kapının önünde karşıladı, 'Ne oldu?' dedi, dedim 'bulamadım.' 'Burası otel değil' dedi. 'Ben de biliyorum otel değil ama beni muhtaç edene bak,' dedim, geldiğim gibi geri döndüm. Ama gözlerim patladı, ağlıyorum.
“Laleli'ye geldim. Bir asker arkadaşımın dayısı Enerji-İş Sendikası'nın başkanı, Abdurrahman Abi, onun yanına gittim. Dedim, 'Urfa'dan geldim, yeni evliyim, lise mezunuyum, iş arıyorum' ama ağlıyorum bunları söylerken. Dedi, 'Yeğenim otur bir hele, ne oldu böyle?' Onun yardımıyla Türkiye Genel-İş Sendikası'nda sicil memurluğuna başladım. Aynı gün akşamüzeri Vefa Lisesi'nin aşağısından bir de ev tuttum.
“3 yıl kadar böyle çalıştım, 78'de Almanya'ya gittim. Oradan tanıdıklar gelmişti, gezdirdik filan, dönerken dedim 'Bir imkân yok mu, ben de geleyim?' 'Olmaz olur mu' dedi, 'Pasaportunu çıkar, dövizini al gel. Bir evlilik yapmaya bakıyor, orada bu işi yapan kadın çok.' Gittim Almanya'ya ancak işler denildiği gibi olmadı, benimle kimse ilgilenmedi. Siemens'in fabrikasında pazar günleri kaçak olarak çalışarak geçimimi sağladım. Fabrikadaki makinelerin altında bir kanal, kanalda da bant var. Demir talaşlarını faraşlarla gün boyu temizlerdik. Gres yağından simsiyah olup çıkardık.
“Türkiye'ye döndüm. Geldiğim gibi Maliye'ye girdim. 10 yıl, 14 gün hizmetim var. 9 tane icra memurundan sorumluydum. Sekizi sorunsuz çalışıyor. Bir kuruşluk bile dengesizlik yok. Ama içlerinden bir kadın, olmayan harcamalar yapıyor. Kızıyorum, bağırıyorum olmuyor. Bir türlü usulünce harcama yapılmıyor. Böylesi bir insanın adi oyunuyla beni zapturapt ettiler. Bu ülkenin kültürü hırsızlık kültürü, hiçbir şey yapmadan, ter dökmeden para kazananlarla doldu.
“Böyle insanların ilişki ağı geniş olur, kendileri gibi adi insanları tanırlar. Maliye muhasebat müdürlüğünden biri bana musallat olmaya başladı. Hem de hemşerim. Bana çay içmeye gelip gidiyor, denetimde bir açığını bulursam affetmem filan diyor. Yıl sonları denetime giriyor ya hesaplarımız. Dedim ki buna, 'Beni bilirsin, o tür hafif işler yapmam. Ama öyle bir şey bulursan da senden af dileyen ne olsun!'
“Beni denetlemeye birini gönderdiler. Bunda 2 lira eksik, şunda 3 lira fazla, diye diye didikliyor. Dedim, topla hesapları, bir eksik çıkarsa da yaz zimmetime cumhurbaşkanına kadar yolla! Ayrıntıları geçelim, işin sonunda o kadına 5 yıl, bana da 4 yıl hapis cezası çıktı. Yapmadığım işten bir de gidip cezaevinde mi yatayım? Dedim, gelin beni yakalayın! Tam 10 yıl kaçak yaşadım. Anamı ağlattı bu Türkiye Cumhuriyeti adalet kapısı.
“Bazen annemin yanında kaldım, bazen avukat arkadaşların yazıhanesinde, bazen de bir yerlerde kaldım; 10 yıl kendimi gizledim. Ağır Ceza'da tanıdığım bir Vasfi Abi vardı. 10 yılın sonunda ona telefon ettim. Sesimden tanıdı beni, 'Yahu Mahmut neredesin, senin dava düştü, gel bir kağıt yazayım götür de bitsin gitsin bu iş.' Duman ettiler beni. Çoluk çocuk bütün aile cezasını çektik bu işin.
“Resim benim hobimdi. Çocukluğumdan beri yaparım. Kendi kendimi yetiştirdim, özel bir eğitim almadım. Aslında bunlar doğanın, Allah'ın insana bahşettiği bir hediyedir. Çoğu insanda var; ama insanlar teşhis koyamıyor, kendi içlerine sondaj yapamıyor. Konservatuvara gitmek hayalimdi, çok istemiştim. Bir sürü yetenek var dışarıda, hep böyle sahipsiz kalmış, körelmiş... Fark edilemediğimin sıkıntısı ve üzüntüsü içerisindeyim. Bunun acısını yaşıyorum.
“Kaçak yaşadığım yıllarda da resim yapmaya çalışıyorum. Yayıncılarla çalışıyorum. Adres soruyorlar yok, telefon soruyorlar yok. Baktım olmuyor, valiliğin karşısındaki bir handa oda tuttum ilk, beşinci katta. Kitap kapağı ve kartpostal yaptım. Resim hem sanatım, hem sevgim, bir de ekmeğe muhtaç olduğumdan bu üçü birleşince bana güç verdi.
“Derken ana kapıya yaptığım bir çalışmayı çerçeveletip koydum ama zabıta aldı onu. O zaman Eyüp'teydi belediye, gittim 'Sanat düşmanı bir zabıta çerçevemi almış' dedim. Sonra geri verdiler ama kırılmış haldeydi. Yenisini yaptım ve o gün bugün sokakta, hanın kapısının önünde durur. Kendi icadım şeyler de kullanırım.Mesela, ıslak havluları kurutup sarıyorum böyle, tonlamaları bu şekilde yapıyorum.
“Portre yaptırmak isteyenlerden bir adet fotoğraf istiyorum, onun çıktısını alıp çalışıyorum. İş gelmiyor artık, eskiden böyle değildi. Kiram 300 lira. Büyük bir para değil ama benim için sıkıntı yaratıyor. Eskiden de zor günlerim olmuştu. Üç gün aç kaldığımı biliyorum; çay içtim, su içtim sadece. Orucumu açacağım zeytinim var, ekmek alacak param yok. Öyle bir dönem. O zaman Bülent Arınç'ın resmini yaptım, AK Parti yeni kurulmuştu. Resme bir de not ekledim, 'Kara bulutlar gibi dolusunuz' diye kanalından girdim.İki koli erzak göndermişlerdi bana!
“Dünya malı ahmak yorar; ta ki mezara kadar. Yani kimse götürememiştir öteye bir şey. Ama insanlar halen insan olamamışlar. Bunun farkında değiller. Yağı alınmış peynir gibiler. Anakara çok kirli, bunlardan tonlarca var. Büyük telaş içindeler, savaş içindeler. Çok kazanırsam ölümsüzleşirim düşüncesindeler. Oysa dışarıda çok muhtaç var; kedi, köpek, insan... Temiz, Allah'ıyla barışık, doğasından haberdar olan, nefes alan, nefes aldığı için Allah'ına dua eden, yani tarikat, politika aracı olarak değil; onlar çoğalsın ki, onlarla beraber dünyanın tadı daha farklı olsun.
“Dünyam burası. İstemez miyim gideyim sahile, böyle rahat, medeni bir ülkedeymiş gibi gezineyim, serin rüzgarı hissedeyim, dağları, martıları seyredeyim. Lezzetin yoksa bu beden sıkıntılardan başka bir şey çekmez. Nefes alışın bile seni sıkar boğar yani. Acılar hiç eksilmedi, takip etti beni bir gölge gibi. Esen rüzgarın önündeki kuru yaprak gibi kaderin elinde oyuncak oldum..."