30 yıllık fotoğrafçı Hayri Çoban: Benim rakibim cep telefonu
Meyhaneler kendisine bağlı birçok yan 'sektör' oluşmasına katkıda bulunmuştur: Midyeci, çorbacı, lotaryacı, buz bademci... Günümüzde çok az ihtiyaç duyulsa da, fotoğrafçılar da o yan kollardan biriydi.
DUVAR - Hayri Çoban, 30 yıldır Nevizade'de fotoğrafçılık yapıyor. Cep telefonlarının, dijital makinelerin, selfie'lerin olmadığı zamanlardan beri. Stüdyo olarak kullandığı küçük ofisinde buluyorum kendisini. Bir dolabın içinde eski model analog fotoğraf makineleri biriktirmiş. Mesleğe başladığında almış olduğu makineler de orada.
Bir gün, oğlu 16 yaşındayken, babasına sormuş: “Baba bu makineleri ne yapacaksın, satalım bunları.” “Tamam oğlum satalım,” demiş Hayri Çoban. “Peki, kaç lira eder bunlar, ne kadar isteyim?” diye sormuş bu kez oğlu. “1000 lira iste, dedim” diyor Hayri Abi ve devam ediyor: “Sirkeci'ye giden oğlum elinde makineyle geri döner; '50 lira verdiler!' 'Çok bile vermişler... Bak oğlum, bu makineyi neden satmak istiyorsun? Bu makine seni büyüttü, okuttu, üzerindeki giysileri aldı, başını soktuğun evi aldı; ondan ne istiyorsun?”
1960 yılında Malatya'nın Doğanşehir ilçesinde, Polat kasabasında doğduğunda Hayri Çoban da bilmiyordu, bir fotoğraf makinesinin hayatını belirleyeceğini. “Ortaokulu bitirmeye doğru baktık ki, hayat gittikçe zorlaşıyor,” diyor Hayri Abi “Kesin kararı vermemiz, arkadaşımın babasından yediği 'niye kahveye gidiyorsun?' dayağı oldu. Babası dövünce arkadaşım eve gitmeme kararı almış. En yakın arkadaşı da bendim. Geldi ve dedi ki, 'Ben gideceğim Hayri, kaçacağım.' Ben de 'kaçacaksın ama cebimizde paramız yoktur' dedim.”
Para biriktirmeleri lazım; ama nasıl? Günlüğü 5 liradan yevmiyeye gitmişler. “Tarlalarda çalışırdık. 55 lira biriktirdim. Arkadaşımın 100 lirası vardı. Kafamızda hep İstanbul'a kaçcağız, bu köyde yaşamayacağız düşüncesi vardı. Böyle diyerek hep tetikte, hazır bekliyorduk. Malatya'dan İstanbul'a otobüs bileti ise 17 liraydı. Köyde Cengiz isminde demirci bir arkadaşımız vardı. Onların durumları iyiydi. Ondan 50 lira borç istedim, o da verdi,” diye anlatan Hayri Abi şöyle devam ediyor:
“Bıçağın kemiğe dayandığı bir dönemdi. Biz 5 kardeşiz; ama annemin anlattığına göre tam 8 kardeşim bu yokluk yüzünden ölmüş. Böylesi bir yokluğun içerisinde ezilmiş bir ailenin çocuklarıyız. Paramızın yeteceğini düşündüğümüzde pancar çeken motorlara bindik. Sonbahardı. Önce kazaya geldik. Oradan da kimseye görünmeden Malatya'ya. Sonra da otobüsle İstanbul. Tabii yolda 'Bu parayı nasıl muhafaza edeceğiz' diye korkuyorduk. O yüzden boğazlı kazaklar giydik. İçine de gömlek. Birimizin gömleğinin cebine tüm parayı koyduk.
“Topkapı'ya indik ve oradan yürüyerek Taksim'i bulduk. Şu an yaşadığım yer olan Tophane'deki Kılıç Ali Paşa'da birine sordum: Beyoğlu'na nasıl gidilir? 'Taksim' de demiyoruz, 'Beyoğlu' diyoruz. Oradan bir amca dedi ki, 'Bak oğlum, benden başkasına sormayın. Cebinizde para da vardır, dikkat edin. Şu yokuşu çıkın, bittiği yerde Beyoğlu'na çıkmış sayılırsınız. Elimizde 'Abim bir fotoğrafçıda çalışıyormuş'tan başka bir bilgi yok. Zaten telefon ya da başka bir haberleşme imkânımız olmadan geldik. Sora sora abimi bulduk.”
Hayri Çoban abisini bulduğunda fotoğrafçılığı epey öğrenmiş birini bulmuş karşısında. “Babam köydeyken bize bir fotoğraf makinesi almıştı. Abim çok istemişti. 'Lubitel 2' marka, tepeden bakmalı bir makine. Abim meraklıydı, ben öyle değildim. Abimin bu hevesini görenler 'İstanbul'a git fotoğrafçılık yap. Komilik, garsonluk yapacağına düzgün bir işin olsun' demişler. O da gelip bu işe başlamış ve kısa sürede de işi öğrenmiş,” diyen Hayri Abi şöyle devam ediyor:
“Köyümüzde toprağımız, bahçemiz yaşama alanımız yoktu. Yarınımıza ışıkla bakabileceğimiz bir durum yoktu. Ben 16, abim de 19 yaşındaydı kaçtığımızda. Kendisi kaçmakla bir suç işlemişti zaten. Onun kaçması benim de gelmeme vesile oldu. 1,5 metreye, 3 metrelik küçük bir dükkân tuttu abim. Borçla bir agrandizör almış. Bir arkadaşımız karanlık oda kısmını yaptırmış.Restoranlarda fotoğraf çekip hayatımızı kazanmaya başladık. Bizim fotoğrafçı olduğumuzu duyan, gören hemşehrilerimiz de yanımıza geldiler, fotoğrafçılığa başladılar.
“Çok geçmeden abim askere gitti, dükkâna ben bakmaya başladım. Bu esnada da işi daha çok sevdim. Öyle ki, abimin hevesini geçti benim ilgim. Bunda kendime söylediğim şu cümlenin de etkisi var: Bundan sonra asla köye dönmeyeceğim. O yüzden mesleği daha çok sahiplendim. Uzun yıllar tavernalarda fotoğrafçılık yaptım, karanlık odada çalıştım. Maksim Gazinosu gibi yerlerde de çalıştım. Sonra Nevizade'ye geldim ve halen de buradayım. Hatta bu sene son yılım. Artık bırakıyorum, emekli olacağım. Hiçbir iş yapmayı düşünmüyorum. Çatalca'ya yerleşmeyi düşünüyorum. Babamı, annemi terk ettim ama çocuklarımı terk edemem. O yüzden buradan fazla uzaklaşamıyorum.”
Hayri Abi bir dönem fotoğrafçılıktan iyi para kazanmış. “Örneğin Sarıyer'de, Köşem Restaurant'ta fotoğrafçılık yapardık. Mekâna yıllık kira ücreti öderdik. 3 yaşındaki bir Murat 124'ümüz vardı, onu satıp parasını bir yıllık kira bedeli olarak verdik. Öyle paralar. Ama ortalama iki ay gibi bir sürede o parayı çıkarıyorduk. Kalan aylar ise bizim kârımızdı. Fotoğrafçılığın iyi kazanç getirdiği dönemlerdi,” diye anlatıyor.
“Benim yaptığım fotoğrafçılığın bir esprisi kalmadı artık. İnsanlara 'Benim rakibim cebinizdeki telefonlar' diyorum. Şu anki yaptığımız fotoğrafçılık telefonla çekilen fotoğraf kadar ucuz. Benim rakibim cep telefonu. Dijitale geçmek benim için avantaj olmuştu ama cep telefonuyla rekabet edemedim,” diyen Hayri Abi'ye fotoğraf çektirenler de günden güne iyice azalmış: “Eskiden beri tanıyanlar çektiriyor. 30 yıldır yapıyorum bu işi, müşterilerin çocuklarını da tanıyorum. Onlar görünce eski günlerin hatırına çektiriyorlar.”
Sadece Hayri Çoban'ın değil, lotaryacı Rüstem'in, buz bademci Mevlüt'ün, meyhaneci Ali'nin de işleri kötü artık. “Biz zincirin son halkalarıyız. Bizden önce hep birileri vardı; onlardan devraldık bu işleri sonuçta,” diyor Hayri Abi ve ekliyor: “Artık müşterinin talebi yok, o kültürde müşteri yok. Mesela, lotaryacı Yusuf'un yaşaması için katkıda bulunan müşteriler vardı. Onun tek geçim kaynağının o iş olduğu bilinir ve onun buradan silinip gitmesi istenmezdi. Onun varlığı bir yaşam tarzıydı, öyle bakanlar da vardı.”
Hayat şartlarının da eskiye göre zorlaştığını, bunun da kültürü etkilediğini şöyle anlatıyor Hayri Çoban: “Müşteri profili çok değişti. Önceden haftada en az bir kez gelirdi insanlar buraya ve yemek yemeye gelirdi. Şimdi sadece rakı içmeye ya da eğlenmeye geliyorlar. Yaş da düştü, 'haydari kaç lira' diye soran insanlar var. O insanın ekstra para verip buz badem alma ya da hatıra için fotoğraf çektirme şansı yok. Çünkü eskiye göre rakı çok pahalı, insanları da anlamak lazım. Ekonomi her şeyi belirliyor. Her şey zincirleme bir şekilde pahalı hale geliyor.”
Hayri Çoban, çoğu iyi azı kötü 30 yılı devirmiş birisi. “İki çocuk büyüttüm, onlarla birlikte ben de büyüdüm. Onların varlığı olmasa belki ben de varolmazdım. Onların varlığıyla beraber ben de büyüdüm. Geldiğim yeri de, şartları da biliyorum, şu an bulunduğum yeri de. O yüzden, özellikle meyhane sahiplerinden minnettarım,” diyor son olarak.
Hayri Çoban'ın yaptığı fotoğrafçılık tamamen pratiğe dayanan bir işti. Belki yaptığına “sanat” diyemeyiz ama binlerce anı biriktirdiğini, hâlâ fotoğraf albümlerinde ya da meyhanelerin müdavim köşelerinde onun çektiği fotoğrafların sergilendiği biliyoruz. Belki selfie'ye yenilmiş gibi görünüyor; ama selfie'lerden daha kalıcı, daha sahici onun fotoğrafları. Üstelik gerçekler; bir hafıza kartının içinde yanlışlıkla silinemeyecek kadar hem de...