Sosyalizm tespih kadar 'para etmiyor'
Ankara'daki Menekşe Pasajı'nda küçük bir dükkân Paşam Antik. İçerisinde bulunan nesnelerden daha renkli biri var: İbrahim Koç. Ülkücülükten sosyal demokrasiye, eski Sovyet nesnelerinden tespihçiliğe kayan bir hayatı var...
DUVAR - Ankara'nın “paşası” İbrahim Koç'u anlatacağım bu hafta; namı diğer “kültürlü tesbihçi.” Kızılay'ın eski pasajlarından Menekşe'de küçük bir dükkânı var; dükkânda envai çeşit antika mallar. Beni oraya götürense kapısında gördüğüm Gençlerbirliği flaması. Renktaşlık selamı vermeye girdiğim bu yerde İbrahim Bey'i ilk gördüğümde elinde bir muz vardı. Muzu benimle paylaşmadan bırakmayınca, dedim burada iyi bir insan var!
Sonra iki gün oradan çıkamadım. Kendine has şivesiyle başından geçenleri anlatmasına doyamadım. Hem hikâyesi çok güzel, hem de anlatımı. Ardahan'ın köylüğünden yola çıkan bu adam çocuk yaşta Hopa'da çalışmaya başlamış. Sonra Ankara'ya gelmiş. Lokantalarda döner ustası, hastanede garsonluk yaptıktan sonra Viyana büyükelçiliğinde çalışmaya başlamış ve gezmediği ülke kalmamış. Gittiği bütün ülkelerde bit pazarlarını dolaşmış, bir sürü eşya toplamış. Ülkücüyken sosyal demokrat bir insan olmuş.
Topladığı eşyaları Ankara'da ayda bir kurulan antika pazarında ve bu küçük dükkânında satıyor. Eski Sovyet ülkelerinin pazarlarını gezmeyi, sosyalist döneme ait nesneleri toplamayı seviyor. Ama kazancını tespihlerden sağlıyor. Öyle bildiğimiz tespihlerden değil ama; paha biçilmez kehribarlar, Rus sıkmaları, damlalar ve sair.
İbrahim Koç'un öyküsünü dinlemek için ona yer açmak gerek. Ben çekiliyorum şimdi, bana gerek yok:
"Güzel bir yerde doğdum ben; havası temiz, altı ay yaz, altı ay kış, suyu bol. Ardahan, Kars-Ardahan yolu üzerinde. Öyle bir yerde doğuyorsun, köyde cami var, okul yok. Öyle, mutaassıp. Merkez köye beş kilometre, gelip gidiyorsun. Çayı var, donuyor, buzda kayıyorsun. Okula gidiyorsun, titriyorsun, eve geliyorsun. Gözümü açtığım zaman bakıyorum ki dört erkek kardeş var arkada. Daha o zaman kız kardeşlerim yok, iki-üç tane onlar da doğuyor sonra. Büyüyorsun, biraz kendine geliyorsun. Ama despot bir ailede.
"Mesela dedem varlıklı, güçlü kuvvetli bir adam. O zaman yalnız Ardahan'da değil, her tarafta kadınları çok döverlerdi. Benim annem Posof kökenli, güçlü kuvvetli bir Ahıska Türk'ü. Babam da el bebek, gül bebek büyümüş. Biz 'muhallebi çocuğu' deriz ya, öyle. Çocuklar biraz hayatla haşır neşir olmalı bence. Babam çalışmamış, çalışmayı sevmemiş. Ve babam çalışmadığı için de biz fakir kalmışız, ben şahidim.
"Bizim milletimiz çalışkandır, sonbaharda harman biter Denizli'ye, İstanbul'a, Karadeniz'e çalışmaya giderlerdi, üç-beş kuruş para kazanıp gelirlerdi. Bir gün benim babam da gitmiş. Sekiz, dokuz kişi geri döndüler. Ben de babamı karşılamaya koştum. Sırtında, elinde yükler var. Bir baktım birini Yusuf'a veriyor, birini Zeki Usta'ya veriyor, eve eli boş dönüyor. Yedi, sekiz yaşında var yokum; o bana bir ders oldu biliyor musun? Ben gurbete gittiğimde hep dolu geldim. Dolu geldim ama bu da ters oldu. Çocuklarım açıp da valizlerde ne var merak edip bakmıyorlardı.
"O fakirlik orada bana vurdu. Sağ olsun rahmetli Ahmet Amcam vardı. Bana kalem defter aldı. İki çift lastik ayakkabım vardı; birini çok fakir bir arkadaşıma verdim. Okula gidip geliyorduk öyle. Gidiyorduk ama bu arada maddi güç hiç yetmedi. Hayvan otlatmaya giderdik. Tabii samanlıkta da, biz merek deriz, iş olurdu. Oradaki saman tozları, o zaman bilinmiyordu, bizleri verem etti. Babam da ben de verem kaptık. 23-24 yaşlarında, sanatoryumda üç ay tedavi gördüm. Kendi kendimin doktoru oldum, 63 yaşıma geldim. Şansıma, Yüksek İhtisas Hastanesi'nde iş bulunca oradaki doktorların sayesinde, çok sonraları iyileştim.
"Eğitim hayatımı bitiren babamın amcası oldu. Onun yanına gitmiştim, hizmetkâr oldum. İlkokulu 3'te terk ettim. Gece gündüz çalışıp hizmet ettim onlara. Hiç umurlarında değil, bu çocuk okuyacak mı; güya beş vakit namaz kılıyor. Bana hiçbir şey öğretmedi. Keşke namaz dualarını bari öğretseydi! Ben de ne yaptım biliyor musun? Hiç öyle, böyle yok, açık ve net konuşayım: Bir gün bunların kuzusunu kurda kaptırmışız. Bu amcam duyar diye kaçtım, başka bir köye gittim! Yaşım ya 11 ya 12. Onların durumları iyi ya, dalkavukları da çoktur. Hemen yetiştiriyorlar, İbrahim burada diye.
"Köylerin ismi ne biliyor musun? Eski ismi Harziyan. Büyük Harziyan, Küçük Harziyan. Harziyan, Ermeni ismidir. Arkasından Ruslar geliyor Zabot oluyor. Zabot da fabrika demek. Oluyor Büyük Zabot, Küçük Zabot. En son Türklerin eline geçiyor; Büyük Sütlüce, Küçük Sütlüce oluyor. Ben Küçük Sütlüce'ye kaçmışım.
"Neyse, bir baktım, babamın amcası ile yeğeni köye geldiler. Bu ikisi beni kamçıyla köye kadar yayan getirmişlerdir. O adamın kahrı çekilir mi? Bir sene sonra ben 13'üme basıyorum, Ardahan'da bir arkadaşımın kuzusunu satıyorum, ister hakkını helal etsin, ister etmesin, 125 liraya. Ardahan'a gece inmişizdir.
"Gündüz muhtardan ilmühaber almışızdır, Kars'a gidiyorum diye. Hedef Kars'ı gösteriyorum, Ardahan'a gidiyorum. Ertesi gün bir öğretmeni gönderiyorlar ardımızdan Kars'a ama biz Ardahan'dan Hopa dolmuşuna biniyoruz. Dolmuşta da yer yok, arkadaşım benden büyük ama gelmek istemiyor. Ben ona dümdüz gidiyorum, para bende ya. Şoför bizi arka tarafta bir çuval gibi götürüyordu, koltukta değil ha! Sekiz saat gittik. Hopa'yı görmeden ilk denizi gördüm. Dedim ki 'nedir bu böyle, dümdüz çayır.' Meğersem denizmiş.
"Hopa hayatım başladı. Şanslıydım, annem Türk kökenli olduğu için Türkçem vardı biraz. Bir 'allahaısmarladık' demeyi bilmiyordum ama 'eyvallah' demeyi biliyordum. Arkadaşım çay fabrikasında çalışmaya gitti. Ben 5 lira yevmiye ile orada bir lokantada tabakçı olarak iş buldum. En azından güzel balık yiyordum. Orada iyi bir insan evladı karşıma çıktı. Beni güzel tıraş ettirdi. Türkçem olsa belki komi olarak başlardım. Fakat en azından Türkçe öğreniyorum.
"Ama ne yazık ki bir hafta sonra Allah'ın belası babamın amcası oraya da çıktı geldi! Orada da bizim köylüler yerleşmiş, onlar da dalkavukluk yapmış buna. Üçüncü katta, Koç Restoran, hiç unutmam. Lokantada bir şeyler konuşuluyor, anlamıyorum ama hissediyorum bir şey olacağını. Orada bir kahveci vardı, Kürt Alaeddin. O tuttu beni kahvesine götürdü; babamın amcasına verdi beni. O gece kahvede yattık.
"Ama ben yine planımı yaptım. Ardahan'a dolmuş beklerken yeniden kayboldum. Ormana kaçtım. Ormanda da devletin polisi, devletin askeri beni arıyor. Bir-iki saat sonra beni buldular. 'Kaybolan çocuk bu' diye tekrar minibüslerin oraya getirdiler ama ben benden bitmişim. Kahvecinin ortağı beni öyle görünce babamın amcasına dedi ki, “Bak Apo, sen bu çocuğu yine köye götürürsen bu çocuk kendini minibüsten atar, ölür, senin başına da bela olur. Sen gel bu sevdadan vazgeç!'
"Amcadan böylece kurtuldum. Hopa'da kaldım. Bu kez inşaatta çalıştım; yaşım küçük ama güçlü kuvvetliyim. 8-9 ay çalıştım tekrar lokantaya girdim. Para biriktiriyorum, anneme gönderiyorum. Cebim de para görüyor. 1 sene sonra cebim para, sandıklarım fındık dolu tertemiz köye döndüm. Krallar gibi karşılandım.
"Baktım köy bize dar geliyor, kimse bize bakmıyor. Fakirin yüzü soğuktur. Anneme dedim gidelim. Babam taraf değildir, o diyor ki 'bari Bolu'ya gidelim, orada hırsız, arsız yoktur.' Neyse, biz 69'un yazında Ankara Hamamönü'ne, babamın amcasının oğlu bir öğretmen vardı, onun yanına geldik. O beni ve kardeşimi Ulus'ta Trakyalıların işlettiği Ender Lokantası'na koydu. Ben büyük kazanları yıkıyorum, kardeşim de küçük tabakları yıkıyor. Bak, hayatın gerçekleridir bunlar. İş bitti, aşçı bize yağlı bir musakka getirdi. Yağı görünce tiksindim. Orada çatalı kardeşimin gözüne götürdüm. 'Okuyup doktor olacaksın' dedim. Ve gerçekten de okudu doktor oldu.
"Sonra aşçı geldi, 'Ulan kırolar, niye bitirmediniz yemeği' dedi. Bu da memleketin acısıdır ha, kıro, Kürt dediler ya. Gitti bize kuru fasulye, pilav getirdi. Biz onu yedik ve hemen arka kapıdan kaçtık. Aradan seneler geçti, askerden sonra geldim o lokantaya kebapçı olarak girdim. Oradan kaçtıktan sonra başka bir lokantada dönerciliği öğrendim, usta oldum. Usta olunca kendine güvenin geliyor.
"Sonra askere gittim geldim. Usta olarak çalışmaya devam ettim. Bir yandan da ilkokulu bitirdim dışarıdan, okumayı öğrendim. Ondan sonra çok okudum, ne bulursam. Dünyaya açıktım ben. Yurt dışına gitmeyi kafayı koydum. Ama nasıl? Ustayken yevmiye nerede fazlaysa oraya kayıyorsun. İşte Ender Lokantası'na yeniden böyle geldim. Bir gün oradaki bulaşıkçıya da pilav üstü döner verdim. Patron bunu görünce kızdı, 'Vay efendim sen bu yemekten yiyemezsin' diye. Ben de onunla tartıştım ve oradaki garson arkadaşlardan birinin demesiyle Yüksek İhtisas Hastanesi'ne garson olmak üzere başvurdum.
"Orada çalışırken bir hasta vardı, bana ne bulursan oku demişti. Ben de öyle yaptım. Ortaokula da yazıldım. Yazları da ek iş olarak yine lokantalarda çalışıyorum. Gaziosmanpaşa'da güzel bir lokantadayım. Orada iyi bir diplomat beyefendiyle tanıştım. Bu beyefendi beni Dışişleri'ne kaydettirdi. Ona yaptığım hizmeti beğeniyordu çünkü. Beni Doğu Almanya'ya göndereceklerdi; olmadı Viyana Büyükelçiliği'ne gittim. O diplomat Kâmran İnan'dı.
"Viyana'ya gittim ama orada durmadım. Çalışacaksın, çalışırsan iş gelir seni bulur. Garsonum ama sabah 7, akşam 9. Maaş da o kadar çok değil. Ama bir gün Mete Tan geldi, o zamanki sağlık bakanı. Onu gezdirirken bir kafeye girdik. Bir baktım bizim kavas orada garsonluk yapıyor. 'Halil ne iş?' dedim, 'aman dedi kurban olayım ses etme.' Ben Halil'in yerine göz koydum. Dedim, onun gibi olmalıyım. Benim zaten elçilikte gözüm yok. Kendimi Avrupa'da yetiştirmek istiyorum. Oradaki lokantalarda adam olmak istiyorum. Büyükelçiye yalvardım ama kavaslığı bana vermedi.
"Durumumu beğenmedim ve geri Türkiye'ye geldim. Yine Yüksek İhtisas'ta çalışıyorum. Ama Kâmran Bey ve bir de Hikmet Çetin bana yine yardım etti, Dışişleri'ne gönderdi. Haritaya elimi koydum Almanya'yı istedim ama Urmiye'ye (İran) tayin oldum. Orada halıcılığı, gümüşü, Farsçayı öğrendim. Keşke doğrudan Fars bölgesinde gitseymişim. Oradaki pazarları gezerken semaverleri çok sevdim. Adım Semaver İbrahim'e çıktı!
"6 yıl orada kaldıktan sonra kavas olarak Belgrad'a geldim. Aradığımı bulamadım. Yine döndüm. Hikmet Çetin bu kez de Moldova'ya gitmeme aracı oldu sağ olsun. Orada Rusçaya dört elle sarıldım.
"Ankara Moda Çarşısı'nda halıcılık yapmaya başladım. Ama zor işti. Halıları açıyorsun, kaldırıyorsun filan. Bir gün İran'dan 200 liraya aldığım bir tespihi sordu arkadaşım. Halıcılık yapıyorum ama elimde de 25-30 kadar tespih var. 300 lira veririm dedi. Baktım, bir halıdan 50 lira kazanıyordum, bundan 100 lira. Hem de hiç yorulmadan. Ondan sonra gittiğim her yerden tespih toplamaya başladım. Ama objeleri de seviyorum, onlardan da kurtulamadım, almaya devam ediyorum ama dükkânı asıl döndüren tespih. Milyon dolarlık tespihleri olanlar var.
"Bu iş benim içimde vardı. Daha ilkokuldayken 25 kuruşları toplardım. Belgrad'da pazar günleri herkes futbol oynardı. Onlar uykudayken ben sabah kalkardım, sokakta sadece köpekler olurdu, tramvaya atlar 20 kilometre uzağındaki bit pazarına giderdim. Gittiğim her yerdeki bit pazarlarını gezdim. En son daha geçenlerde Odessa'daki bit pazarına gittim. Kişinev'e geçtim, orada da gittim. En son, Rus askerlerinin kullandığı saatleri aldım oradan.
"Ben ülkücüydüm. Açık konuşayım. Bunlar bir gün 15 kişi bir kişiyi dövdüler. Ben gittim o adamı kaldırdım, Numune Hastanesi'ne götürdüm. 'Sen onlardan olamazsın' dedi bana. Ondan sonra benim fikrim değişti, okumaya başladım. Sosyal demokrat bir insanım.
"Gördüğüm en güzel, en medeni ülke Singapur'du. En çok sevdiğim yerlerse İsfahan ve Şiraz. Medeniyet, kadim bir medeniyet var oralarda. Oğlum olsa İsfahan, kızım olsa Şiraz koyardım ismini şimdiki aklım olsa..."