Patron değil hâlâ işçi; 'işçisin sen işçi kal'
İki ağabeyimden küçük olanı, Akın'ı anlatacağım. Çocuk yaşta başladığı işçiliğe halen devam ediyor. Onunla bir çocuğun neden çalışmak zorunda olduğunu konuşmak istedim. Bir de, o çalışırken ben çocuk yaşta olduğum için, o gün soramadığım hislerini sormak...
DUVAR - İki ağabeyim de çocuk yaşta işçiliğe başladı; birisi Siteler'de mobilya işlerinde, diğeri de önce Eski Sanayi, sonra Ostim'de çalıştı. İlki işçiliği yıllar evvel bıraktı, hatta “müdür” oldu, diğeri işçiliğe devam ediyor.
Büyük ağabeyim işaret parmağını makineye kaptırmıştı. Tıp o kadar ilerlemediği ya da biz ileri tıp seviyesinde bir hastaneye gidemediğimiz için kopan parmağını dikememişlerdi. Küçük ağabeyimi ise Ostim'e ilk başladığı yıllarda eve geldiğinde sırt üstü uzanmış veya sandalyenin arkasına kafasını dayamış ve iki gözüne de patates konulmuş halde hatırlıyorum en çok. Yeni başladığı işinde sık sık kaynak gözünü alırdı.
Sonra "sanayi karasıyla" tanıştık. Annem yakışıklı oğlunun kararmasına üzülüyordu. O karayı talaş ve Arap sabunu ancak çıkarırdı; fakat her daim bir iz kalırdı ellerde.
80'ler ya da 90'lar romantizmi yapılmak istendiğinde ya da yoksul bir mahallede geçen TV dizisinde mutlaka pazarda soğuk su satan çocuklar resmedilir. Çocuk işçi olmak bu kadar sevimli bir şey değil ne yazık ki. O yüzden hâlâ bilfiil işçiliğe devam eden ağabeyimle bu durumu konuşmak istedim.
İlk sorunun, yani neden çalışmaya başladığının yanıtını az çok ben de biliyorum. Bilmediğim, o yıllarda ağabeyimin ne hissettiği:
“Bizim zamanımızda okumak çok revaçta değildi. O zamanlar her yaz tatilinde ilkokul beşinci sınıftan itibaren bir işe verdiler beni. Çalıştım, hiç yaz tatili yaşamadım. Annemler iş buluyordu çalışıyordum.
“Tabii ondan önce semt pazarında su ya da limon da sattık ama o daha çok arkadaşlarla birlikte yaptığımız bir oyun gibiydi. Ciddi olarak ilk bir bayan kuaföründe çalıştım. Yabancı bir ortam. Girdim, dünyadan bihaber 'n'olacak' diye etrafa aval aval bakarsın ya, öyle oldu. Zaten çocuksun, kaç yaşındasın? Bu bahsettiğim 10-11 yaşım; ne hissedebilirsin ki? Şimdi insanlar 18-20 yaşındakileri çocuk olarak görüyor.
“İçimden çalışmak istemediğimi söylemek geçse de onu dile getiremezdin o yıllarda. Mesela, arkadaşlarım oynardı, ben işe gidip gelirdim. İşten sonra ben de oyuna katılıyordum ama öbürlerinin enerjisi bitmemiş oluyordu, ben fazla dayanamıyordum. Onlara ayak uyduramıyordum.
“Sonraki yaz komşumuz Ahmet Amca oto lastikçisine götürdü, orada çalıştım. Bir yaz, amcam Siteler'de demir sandalye imalatı yapıyordu, onun yanına gittim. Ondan sonra yine bir yaz tatiliydi, ortaokulu bitirmiştim. Sanayide bir tanıdığımız vardı, bizimkiler ona 'iş bul' dediler, bana bu işi buldu. Ben de çalıştım.
Tabii o zamanlar okuyanlar, devlet memurları çok para kazanamıyorlardı. Örneğin babam, maaşı azdı. Ama sanayideki ustalar, tabiri caizse, senede bir ev alıyorlardı. Öyle derler ya. Biz de ona kandık, parasına heveslendik. Zaten okumayı çok sevmiyordum.”
Okulu sevmediğini hatırlıyorum. Annem onun okumasını çok istiyordu. Ama o yaşlarda okul sevilecek bir şey değildi, ben de sevmiyordum ama mecburen devam ettim. Ağabeyimse pişman olmuş okumaya devam etmediği için:
“İçimden okumak gelmezdi. Okula gider sadece dersleri dinler, eve gelirdim. Kitapları açar ders çalışıyor gibi yapardım ama hiç çalışmazdım. Hiç hevesim olmadı okumaya. Sonradan çok pişman oldum, çok pişmanım. Ama tabii iş işten geçmiş oldu. İşin zorluğu nedeniyle değil de, nasıl desem, askerden gelip, evlenip çoluk çocuğa karışınca daha çok hissediyorsun bunu. 'Niye daha rahat bir işim yok, niye bir devlet memuru olmadım, devlet memurları yılda bir ay tatil yaparken biz bir hafta, on gün zor bir yere gidebiliyoruz.”
Peki, senede bir ev alabildi mi: “Yok canım, n'erdee. Patronlar alıyordu, işçilere yok bir şey. Vaat edilen şu: Sen de çalışırsın, askerlikten sonra dükkân açarsın, kazanırsın. Oydu. Ama dükkân açsak da öyle bir para görmedik hiç.”
Açılan dükkân minyatür bir hangar gibi, dört duvar ve içinde yığılmış saclar, bitmiş ya da hâlâ yapılmakta olan egzozlar, kaynak makineleri mevcut. Yapılan iş de öyle her yerde bulunan cinsten değil; iş makineleri için egzoz imal etmek. Birkaç yıl öncesine kadar Ankara dışında yapılmayan, şimdi yapılsa da bu işin merkezinin hâlâ Ostim olduğu bir iş kolu:
“İş makinelerine yönelik egzoz imalatını çok az insan biliyordur; çok nadir bulunan bir sektör. Biz en ufak firmalardan biriyiz ama yaptığımız işi Ostim dışında bir, iki yer belki yapıyordur. Bu işin merkezi yine Ostim.
"Eski patronlarım büyüdü, artık sadece yurt dışına yönelik imalat yapıyorlar. Bir tane daha onlar gibi güçlü firma var. Onun dışında bizim gibi üç ya da dört yer var bu işi yapan. Onların hepsi de bizim patronların yanında yetişip ayrılan elemanlar.”
Peki, Akın'ın yolu nasıl Ostim'e düştü: “Eski Sanayi'de yetiştik ama benim patron Ostim'e şube açtı. Beni de oraya gönderdiler. Zaten bir süre sonra Eski Sanayi ortadan kalktı.
“Askere gitmeden önce iş arkadaşım Hüseyin'le konuşurduk. Ben askerden dönünce de dükkânı ortak olarak açtık. Açtıktan sonra çok şükür bir devlet memurundan iyiyiz ama... Biz açtığımız yıl '99 Marmara Depremi oldu. Deprem olunca Türkiye ekonomisi çöktü uzun bir süre. Onun toparlanma süreci derken 2001 ekonomik krizi patlak verdi. Öyle böyle derken ekonomi daraldı, kâr oranları düştü.
“Bu işe 91 yılının Ağustos ayında başladım, (tesadüfe bakın!) 1 Mayıs 1999'da dükkânımızı açtık. Halen de devam ediyoruz. Sokağımızdaki en eski ikinci esnaf biziz. Bizim yanımızdaki dükkân şu an dördüncü esnaf. Gidenlerin hepsi de işleri yürümediğinden dolayı kapatıp gittiler.
“İş var, oluyor. Herkes bir şeyler yapıyor ama ekonomik anlamda bir sıkıntı var. Yani, herkes yaptığı işin parasını alabilmiş olsa hiçbir sıkıntı olmaz. Hep vadeli çalışıyoruz. Büyük firmalara çalışıyoruz. Onlar da piyasaya ödeme yapmayınca, işler sıkıntıya giriyor.
“Bir de insanlarla uğraşmak da zor. Bir yerin sahibiysen her şeyi sen düşünmek zorundasın. En ufak bir sorundan tut, faturalar, işçinin maaşı, vergiler, kira, malzeme alması... Her şey senin sırtında, her şeyi sen düşünüyorsun. Hayat da bir yerden sonra zorlaşınca, evlilik, çocukların sorumluluğu derken iki katı zorlaşıyor her şey.
“Ama bir yerde çalışmış olsan, sabah gider, akşam 'görevimi yaptım' der çıkarsın. Hiçbir şey düşünmezsin, bitti. O hayat senin için bitmiş oluyor. Eve girip de kapıyı kapatınca her şey arkada kalıyor. Yarın iş var mesela, gelecek mi, yapıp yetiştirebilecek miyiz, parasını ne zaman alacağız diye düşünüyorsun.
“Bizim işyerimiz Ostim'deki en küçük işletmelerden biri. 'Ama bu ay hiç vergi yatırmıyoruz' dediğimizde bile 5-6 bin lira vergi ödüyoruz. Sadece bu da değil ki; aldığım peynire, ekmeğe, yumurtaya bile vergi ödüyorum. Bir de bu var ekstradan. Her şeye vergi ödüyorum.”
Bazı ÖTV oranlarını hatırlatalım: Bira yüzde 63; otomobil en düşük yüzde 45; cep telefonu yüzde 25; pompalı tüfek yüzde 20; tıraş köpüğü yüzde 6,7; doğalgaz yüzde 2; elmas yüzde 0; gemi yüzde 0. Üretim yapan her insan gibi aracı kadar kazanamıyorlar; üstelik rahat da yaşayamıyorlar:
“Bütün yük imalatçının omzunda. Hammaddesi, işçiliği, tasarımı, üretimi, bir hata olduğunda geri dönüşü hep sana. Ama alıp satan ya da sadece montajını yapanların hiçbir yükümlülüğü yok. Senden alıyor malzemeyi, üstüne kârını koyup satıyor. Malzemede bir sorun olursa imalatçıya direkt iade ediyor. Yani al-satçılık daha kolay. Yedek parçacılar bizden alıyor malzemeyi, müşteriye satıyorlar. Ellerini sıcak sudan soğuğa sokmadan işlerini hallediyorlar.”
İş makinesi deyince akla ülkedeki akıl almaz inşaatlar geliyor. Ben bu türden bir inşaya karşıyım ama ağabeyim için bu durum ekmek kapısı: “İnşaat sektörü ülkedeki ekonominin lokomotifi. Her şey ona bağlı. Mesela geçenlerde ODTÜ'de ağaçlar kesildi, çok üzüldüm. Ama belki de egzozunu bizim yaptığımız iş makineleri de orada kullanıldı. Buna yapacak bir şeyim yok. Keşke doğayı mahvetmeden inşaat yapabilsek.
Ama bizi ayakta tutan da bu işler. Otoyollar, köprüler, barajlar gibi büyük ihalelere giren firmaların tedarikçisi biziz. Onlar imalatçıyı buluyorlar. Ama üç tane, bir tane makinesi olan insan yedek parçacıyı arayıp oradan çözüyor işini. Büyük firmaların hemen hepsinin genel merkezleri burada, Ankara'da. Sonuçta ihaleler burada yapılıyor. Bizim işin kalbinin Ostim olmasının bir nedeni de bu olabilir.”
Dükkânlarında bir çırakları yok, gelmiyormuş artık. Belki de bu yüzden ağabeyim bir türlü “patronluğa” terfi edememiş:
“Şimdi çırak filan gelmiyor. Ostim imalat sektörü ağırlıklı. Bu işyerlerinin hepsinde alttan yetişmeyen eleman sıkıntısı var. Herkesin eskiden kurduğu kemik bir kadrosu var, o şekilde çalışıyor. Onlar da gidince sonu ne olur bilmiyorum. Bizden sonra iki tane eleman var. Onlar devam eder mi etmez mi, ederlerse dükkân açabilecek durumları olur mu, biri 29, biri de 22 yaşında, bilmiyoruz. Yani o işçilerin altlarına bir çırak bulamıyoruz.
“Şu an iş güvenliği yasaları geçerli olduğu için bizim işimiz 'tehlikeli' gruba giriyor. O yüzden çok denetleniyoruz. 16 yaşından küçük çocukları çalıştıramıyorsun. Çalıştırmak istersen de ya çıraklık okuluna göndereceksin ya da mesleki eğitim görenlerden stajyer olarak alabileceksin. Böyle olunca da yaşı büyüyor, 'çekirdekten yetişme' olayı olmuyor.
“Her ne kadar makine desteğiyle de çalışıyor olsak, beden gücüyle iş yapıyoruz. Artık yılların verdiği yorgunluktan dolayı bazı şeyler ağır geliyor. Bir de kalifiye eleman sıkıntısı var. yetişip gelen yok alttan. Mecburen halen kendi omuz gücünle bir şeyler yapabiliyorsun. Patron olamadık, hâlâ işçi gibi çalışıyoruz.”
Evet ama peki ya artık çalışamaz yaşa geldiklerinde ne olacak? Yani, bu tip ustalık gerektiren işleri, üretimi kim yapacak?
“Meslek liseleri çok iyi bir şey olsa da değerlendirilemiyor. Benim çocuğum şimdi liseye başladı. Herkes 'en kötü Anadolu lisesi meslek lisesinden iyidir' diyordu kayıt zamanında. Halbuki zorla okula giden çocuklar için bu liseler çok iyi yerler. Direkt mesleki eğitim verseler de, çocukları üniversite sınavına hazırlamasalar. Eğitim esnasında ortak bir işyeri ile çalışıp oradan devam edebilir. Mesleki eğitim budur. Ama bizde yanlış anlaşılıyor. Meslek lisesinde okusa da çocuk üniversite okumak zorunda kalıyor. Çünkü sadece meslek lisesini bitirince bir şey olma şansı yok. Ama bu sefer de aldığı eğitimden dolayı üniversiteyi kazanması zor hale geliyor. O çocuk ne yapacak?
“Ama üretim için eleman yetişmesi lazım. Bu durumda yetişmiyor. Devletin meslek liselerini işgücüne daha etkin bir şekilde katması gerekli. Yoksa başka türlü bu iş çözülmeyecek.
“Çocuklar daha rahat yetişiyor. Anne-babalar onların her istediğini yapıyorlar, ben de dahil olmak üzere. Ama çocuğumu bir işe yollamak da istemiyorum. Niye? Çünkü ben çocukluğumu, gençliğimi yaşamadım diyorum.
“Babam devlet dairesinde çalışıyordu, gelir azdı. Erkek çocuğu yetişmiş, ne yapacak, yaz tatilinde çalışsın, ev ekonomisine katkıda bulunsun. Mantık oydu. Sanayiye girsin, ustalık öğrensin, sanat altın bileziktir denilirdi. Bir yönüyle de haklılardı sanki; şimdi uyduruk üniversiteleri bitiren gençlerin çoğu satış elemanı, kasiyer, güvenlik görevlisi oluyor ya da hizmet sektöründe çalışıyor. O da patlak verecek ama ne zaman? Altın bilezik ama değeri yok.
Bundan 15-20 yıl önce çocuğunu gözü kapalı bir yerlere gönderebiliyordun. Şimdi güvenemiyorsun ki. Bu şartlarda kendi çocuğumun usta olmasını istemem. Dükkân açsa, küçük esnaflık bitiyor; işçi olsa Ostim'deki maaşlar belli. Şu an iyi bir usta 2 bin 500, 3 bin lira para alıyor. En kötü devlet memuru da o kadar maaşla işe başlıyor. 'Usta' diyorsun. İnsanlar bunu da kıyaslıyorlar çocukları için...”
Yani el emeği o kadar da para etmiyormuş. Bir insanın çocukluğu kaç para eder? Bitirirken Eduardo Galeano'nun “Sınıflar ve Çocuklar” başlığıyla söylediklerini dinleyelim en iyisi:
Dünya zengin çocuklara para muamelesi yapıyor, paranın davrandığı gibi davranmayı öğrensinler diye. Dünya yoksul çocuklara çöp muamelesi yapıyor, çöpe dönüşsünler diye. Orta sınıftakileri, ne zengin ne de yoksul olanları televizyona bağlıyor; vakit henüz erkenken tutsak hayatını kader olarak bellesinler diye. Çocuk olmayı başaran çocuklar çok şanslı, çok büyülüler...