Bir aile küllerinden doğuyor
Özay Cevheroğlu ve ailesinin yolu Tatvan'dan başlayıp ara duraklardan sonra Antalya'ya düşüyor. Özay, burada teyzesinin kızına talip oluyor. Evleniyorlar; iki çocuktan sonra ayrılıyorlar. Özay evliyken yükseliyor ama en tepedeyken hatalar yapıyor. İflas edince eşi de onu bırakıyor. Sonrasında iki anne birleşip aynı tezgahta gözleme açmaya ve bu aileyi yeniden birleştirmek için Özay'a yardım etmeye başlıyorlar...
DUVAR - Cevheroğlu Ailesi'nin hikâyesi Bitlis'te başlıyor. Anne, baba ve beş kardeşten mütevellit bu ailenin yolu önce Muş'a, sonra da Antalya'ya düşüyor. Hikâyenin büyük bölümünü anlatansa oğul Özay.
Ama önce, karşılaştığımız yerle başlayalım; Antalya'da futbol stadyumunun yanındayız. Özay burada su satıyor. Sonra annesine diyor ki, “Gel burada gözleme sat.” Geliyor anne; hem de kaldırıma kurduğu hamur tahtasında kendi yoğurduğu hamurla taze taze yaptığı gözlemelerle. Onun daha ilk kez tezgah açtığı gün gözlemesini yiyorum. “İşler iyiydi; ilk siftah olmasına rağmen fena geçmedi. Gerçi başta biraz sorun yaşadık zabıtalarla ama şimdilik iyi,” diye başlıyor anlatmaya ve devam ediyor:
“İsmim Hatice Cevheroğlu, 30 yıldır Antalya'dayız. Maddi sıkıntılardan dolayı çalışmak zorunda kaldım. Çalışmayı seviyorum, evde oturmayı sevmiyorum. İnsanın sağlığı yerinde olduktan sonra çalışmak güzel bir şey. Biz kardeşiz, ben onun ablasıyım. Akrabalar çalıştığını bilmiyorlar.” Bahsi geçen kardeş, o yüzden konuşmak istemiyor, hakkını ablasına devrediyor.
Hatice Hanım diyor ki, “Geldik ama vallahi memnun değilim. Memleketimizin hali başkadır, insanlar olsun, halkımız olsun, örf adetimiz olsun; oranın daha iyi yani. Ama alıştık artık, çocuklarımız burada büyüdü, mecburen yaşıyoruz. Torun torba sahibi olduk burada.”
Özay da, “İlk Tatvan'dan gittiğimizde, tabii o zaman çocuktuk, bizi fazla etkilemiyordu. Toprağın içinde oynuyorduk sonuçta; ora da toprak, ora da. Çocuklukta fazla fark edilmiyor ama belirli bir yaştan sonra elbette fark ediyor. Antalya'ya ilk geldiğimde zorlanmıştım. Sonrasında alıştım, hem de çok iyi alıştım. Ama desen ki, başka bir şehirde yaşa, bana ters gelir. Aşırı derecede alıştık yani. 'Seviyor musun Antalya'yı' desen, sevmiyorum! Bilmiyorum ama buranın insanına bir türlü ısınamadım. Bizim oranın insanları ile burası çok farklı. O yüzden, başka bir şey yok yani. Hani diyorlar ya, buranın suyunu içen gidemiyor, biz de onlardan olduk galiba,” diye anlatıyor benzer şekilde.
Şu anda vücudunun sağ tarafı felçli olan baba Cevheroğlu fırıncı imiş. Özay daha küçükken iş için Muş'a taşınmışlar:
“Tatvan'da doğdum, çocukluğum orada geçti. İlkokulu orada bitirdim. Ondan sonra ailecek Muş'a gittik. Babam fırıncılık yapıyordu. Sekiz sene Muş'ta kaldıktan sonra, orada işte ciğer kebap, ekmek arası köfte, lahmacun filan, kahvelerde dolaşa dolaşa, satış yapa yapa bir toprak parası kazandık. Babamın o zaman çevresi biraz kötüydü, alkol filan kullanıyordu, şimdi şükür bıraktı. O yüzden biz de çalışmak zorunda kaldık. Babamı kurtarmak için Muş'tan çıkmamız gerekiyordu.”
İsmini vermek istemeyen teyze var ya, işte onlar Antalya'dalarmış o sıra. “Buraya gelin” diye ısrar etmişler. Özay, “Önce abimi gönderdik. Antalya'ya ilk geldiğimde Dokuma'da (Atalya'da bir semt) kuaförlük yaptım. İstanbullu bir ustanın yanında çalıştım. Yani esas mesleğim kuaförlük. İşte hem kuaförlük yapıyordum, hem ciğer kebap satıyordum, boş kaldığım günlerde lahmacun satıyordum. Birkaç sene böyle geçtikten sonra askere gittim. Askerden döndükten sonra teyzemin kızıyla evlendim. İki çocuğum olduktan sonra da ayrıldım. Şimdi ayrıyız; ama çocuklarımla görüşüyorum, nafakalarını ödüyorum.”
Özay'ın büyük derdi bu ayrılık. Ailenin yükseliş ve düşüşüyle de ilgisi var bu ayrılığın. Yani hikâyenin merkezinde bu kırık ilişki duruyor. Ailenin babası maalesef felç geçirince bu görevi devralan ister istemez Özay oluyor:
“Babam bize çok nankörlük etti, eziyet etti ama sonuçta yine benim babam. Kurban olurum ona, onun gölgesi bize yeter. Annem saçını süpürge etti bize, babamın kahrından. Aslında annem çalışmadı, ev kadınlığı yaptı. O da son bir iki senedir benim eziyetimi çekiyor işte. Bana destek oluyor, benim rezilliğimi çekiyor şu an. Tabii zamanında ben de onlara destek oldum. Dükkânım varken kardeşlerimi askere gönderdim, düğünlerini yaptım; o zamanlar evin kurbanlık koyunu bendim. Pişman mıyım, hayır.
"Aslında eşimden ayrılmamın sebebi de bu oldu biraz. 'Hep onlara veriyorsun,' o sıkıntıdan oldu. Yani sonuçta annem, babam, ailem. Şimdi aynısını kendileri yaşıyor. Lokanta açtılar, batırdılar. Kardeşler yardım ediyor. Niye yardım ediyorlar? Çünkü onlar da aile. Biz ailecek birbirimizi yesek de, ayrı da düşsek birbirimizden kopamıyoruz. Kin yok, nefret yok en azından.”
Özay'ın asıl mesleği kuaförlük. Meslekte ilerleyince kendine ait salon açmış ve güzel paralar kazanmış. Fakat parayla saadet gelmemiş. Kendisi de bazı hatalar yapıp iflas bayrağını çekince hataları göze batmaya başlamış:
“Aslında ayrılığın sebebi neydi biliyor musun? Benim dükkânım vardı, yanımda 5-6 tane eleman çalışıyordu. 5 koltuklu kuaför dükkânım vardı. İşim çok güzeldi, çok para kazanıyordum. Yaramazlık da yapıyordum ama para kazandığım için kimsenin gözüne gelmiyordu. 'Özay yaramaz' diyemiyordular. Ondan sonra, benim bir tane Siirtli arkadaşım vardı, beni çok seviyordu. Özay seninle ortak olmak istiyorum, derdi. Ben de dostluğumuz para ile bozulacaksa hiç olmasın, derdim. Ama en sonunda kanıma girdi, dükkânı sattırdı bana. Biraz ben de istedim tabii, bıkmıştım.
“Kalktık Beldibi'nde bir manav dükkânı açtık. Bizi orada biraz kandırdılar. Mesela dükkânın kirası 10 milyarsa, adam bize dükkânın önünü de 10 milyara kiraya verdi. Bundan 5 sene önce; orada her şeyi batırdım.”
Fakat Özay, düştüğü gibi kalkmasını bilmiş; hatta daha iyisi, hayat üzerine düşünmüş bu sayede. Öyle ki, kuaför dükkânı varken bu kadar güçlü değilmiş. Peki, Neden bir manav yeri açmışlar?
“Arkadaşım pazarcılıktan geliyordu, meyve sebze konusunda uzmandı. Olmadı; o sene turizm patladı, bilmem ne oldu, çalıştığımız parayı kiraya verdik. Uzun lafın kısası, karım bana koca olmaya başladı. Eşim, dostum, arkadaşım; önümde el pençe duran insanlar laf söylemeye başladılar. Bir yandan da iyi oldu, dert oldu bana. Dedim 'herkesin derdi paraysa, mülkse giderim ekmeğimi taştan çıkartırım.' Çay satıyorum, su satıyorum, Zeytinköy'e gidip domates satıyorum, elbise satıyorum; para kazanıyorum. Bazen kuaförlükte görmediğim paralar kazanıyorum. Öyle gün oluyor ki, 500 lira kazanıyorum, 1000 lira kazanıyorum. Durumumu çok düzelttim, şu an artıya geçtim.
“Paran olduğu zaman insanlara hükmedebiliyorsun. Ya bu para ya, ağzına soksan yiyemezsin ama hükmettiriyor. Karına da, annene de, babana da hükmediyorsun, çocuğuna da hükmediyorsun. Para saygınlık getiriyor. Varsın 'beş yıldızlı kuaför Özay, sanatkâr Özay su satıyor' desinler. Hani sıradan bir kuaför değildim, aklımın ucuna dahi gelmezdi bir gün su satacağım. İnsanoğlu demesin ki ben şuyum, buyum. Sıradan bir araba aldım, 10 bin liralık bir araba. İnsanların tavrı değişti ya!
“Tabii durum biraz düzelince kız tarafı da biraz değişti. Biraz daha kapatmayı düşünüyorum, ev almak istiyorum. Çok zengin insanlar da gördüm, evlenip altı ay sonra boşanıyorlar. Maddi mi diyorum yok; yokluk mu diyorum değil. Evlilik tamamen kafa yapısı. Kafa yapısı uydu mu oluyor. Kimisine göre o, kimisine göre maddiyat; anlam veremedim!
“İnsana insan olduğu için değer vermek lazım. İnsana memleketi ile değil, kendi kişiliği ile değer veririm. Bu yaşıma geldim, bilinçli olarak kötülük yaptığımı bilmiyorum; ama hatalar yaptım. Zamanında yardım ettiğim insanlar sırt çevirdiler bana. Ben bunları yaşadım. İnsanlık halidir, insan her şeyi yaşayabilir.”
Şimdi hiç boş günü yok Özay'ın: “Boş günüm yok. Cumartesi hayvan pazarına gidiyorum, pazar günleri stadyumun oraya geliyorum, hafta içi okulların önünde bardak mısır satıyorum. Yine boş vaktim mi oldu, i̇nşaat alçı işlerine gidiyorum. Hafta içi çok güzel işim oluyor. Sabah 10'da kalkıyorum, suyumu kaynatıyorum, böyle janjanlı bir arabam var, alıyorum hani dört teker, tıkır tıkır gidiyorum, 4 tane okulum var, akşama kadar geziyorum, 150-200 lira kazanıyorum. Bunun 50 60 lirası masraf, gerisi bana kalıyor.”
Ama Özay'ın hikâyesinde bir boşluk var; eşiyle ne kadar ayrı kaldıkları ve o esnada ne yaptığı?
“O ayrılığın ardından 4 sene de başka biriyle birlikte oldum. Denedik ama onunla da işler yolunda gitmedi. Tekrar eski eşime döndüm. Bundan bir ay önce eski eşimle konuştuk. O da tabii haklı olarak biraz kırgındı bana. Ben onu üzdüm, o da beni üzdü. Benim bazı hatalarım oldu. Biraz deli-dolu yaşadım ben hayatı. Biraz zaman istedi benden tabii ki. Şimdi o zamanı bekliyoruz. İnşallah çoluk çocuğuma kavuşacağım.
“Ailem güzel, sağ olsunlar, bana hep destek çıktılar. Annem, babam bana çok büyük bir miras bıraktı. Efendilik, terbiye; o yolda gidiyorum. Çok şükür bazı şeylerden de elimi çektim. Beş vakit namazımdayım, elimden geldiğince namazlarımı kaçırmamaya çalışıyorum. Çoluk çocuğumla, yuvamı kurtarmaya çalışıyorum.
“Ne bileyim, evliliğim beni çok sarstı, çok hırpaladı. Hayattan bazı dersler aldım. Aldıktan sonra tekrar eşimin kıymetini bilmeye başladım. Ondan sonra rica ettik, konuştuk. Çoluk çocuğum için yalvardım. Gururumu, her şeyimi paspas ettim. 'Zamana bırakalım' dedi, bıraktık biz de. İnşallah Çoluk çocuğumun başında olacağım. Yine de onların başındayım.
“Hayat bana güzel bir ders verdi. Yaptığım bazı şeylerden dolayı çok pişmanım. Bir dönem herkesi gözden çıkarmıştım. Allah bana öyle bir ders verdi ki, şimdi çoluk çocuğuma kavuşmak için neler veriyorum. Umurumda olmayan bir şeydi, kendim ettim. En azından hatalarımı bildim. Çocuklarının yanında olmak istiyorum.
“Ailem, arkadaşlarım, eşim, dostum yardımcı oluyorlar. Gidiyorum, görüşüyorum. 'Sabret' diyorlar, 'zamana bırak' diyorlar, bir şeyin üzerine de fazla gittin mi olmuyor. Bir şeyi istediğin zaman zaten karşılıklı olması lazım, tek taraflı olmuyor. Yani ben istiyorum, o istemiyor; olmuyor. O istiyordu, ben istemiyordum. Öyle oldu. Şimdi ben istiyorum, o istemiyor. O da bazı şeylerin farkında, Allah var, kendisi de diyor, 'benim de hatalarım oldu.' Hata derken, Allah'a şükür, namus konusunda hiçbir sıkıntımız olmadı. Ne bileyim, biraz onun dik kafalılığı, biraz benim dik kafalılığım.”
Bir insanın yaptığı hataları kabullenmesi büyük meziyet. Özay bunu yapabildiği için belki yeniden istediği hayata kavuşacak. Keşke aile içerisinde “aldın, sattın” durumları, paranın verdiği güçle mutluluğu dışarıda aramak olmasa. Fakat oluyor işte, yaşamlarımızda para merkezde olduğu sürece de olacak.
Özay diyor ki, “Biz beş kardeşiz ama beş kardeşin beşi bir değil. Ben yalvarsam da ağabeyimi buraya getiremem. Utanır. Biraz da yırtıcı olmak lazım bazı şeylerde, becerikli olmak lazım. Yani paran olmadığı zaman ayıbın olduğunu öğrendim. Param yok; gelip senden 5 lira isteyemem. Yırtıyorum kendimi, emek veriyorum; emek ile kazanılan paranın tadı bir başka. Haram para yedin mi Özay, yedim; ama yaramadı. Hepsi çıktı. Ya diyorum ya, bir tufandı hepsi, geldi geçti. Şimdi işime bakıyorum, ekmeğime bakıyorum, ailemi nasıl kurtaracağım, onun hesaplarını yapıyorum.
Bu sattığım sular, bardak mısır beni ayağa kaldırdı. Nankörlük etmiyorum ama nereye kadar böyle gider onu da düşünüyorum.”
Ve hayat öyle bir sarmal ki, başta söylediğim ismini vermek istemeyen teyze işte, Özay'ın kayınvalidesi. Şimdi Özay'ın hem annesi, hem de kayınvalidesi aynı tezgahta iki ailenin yolunu düzeltmek için el ele vermişler. Özay da hemen karşı kaldırımda suyunu satmaya devam ediyor. Susayınca yarım litrelik pet şişelerden su içip ferahlamak gibi şimdi durumları. Fakat insan susamaya devam edecek...