Marangozcular Çarşısı’nın yorgunu

Marangozcular Çarşısı Diyarbakır’ın en eski çarşılarından biri. Çarşının esnaflarından olan Hüseyin Berçin, çarşıda eski hareketli günlerin kalmadığını belirtiyor. Berçin, eskiden onlarca ahşap eşya ürettiklerini, şimdiyse sadece sedir ile kûrsî ürettiklerini söylüyor.

Google Haberlere Abone ol

DİYARBAKIR - Hızarların sesi sokağı doldurmuştu. Kesilen, biçim verilen ağaçların tozu her taraftan insanın üzerine geliyordu. Vernik ve ağaç kokusu, tozla birlikte gelmese, sokak çok hoş kokacaktı.

Hüseyin Berçin, hızarın önüne attığı sandalyede oturmuş, çay içiyordu. Toz içindeydi. Saçları, kaşları, gözlerinin etrafı toz biriktirmişti. Çay molası verdiği yüzündeki yorgunluktan anlaşılıyordu.

Selam verip “Sohbet edelim mi biraz” dedim. Ayağa kalktı, “Tabii” dedi. Kimsin, benimle konuşmak istiyorsun, diye sormadı. Karşı dükkândaki bir delikanlıya seslendi, “Hele oradan bir kûrsî getir” dedi. Kûrsî geldi. Toz içindeydi. Aldırmadım.

Karşıdaki dükkânın kapalı kepenginde “ŞEHİT PÖH” yazıyordu.

O sormayacaktı, ben söyledim gazeteci olduğumu. “Biraz çarşıyı konuşalım istiyorum” dedim.

SOKAĞIN EN ESKİLERİNDEN

Hüseyin Berçin 58 yıl önce Mardinkapı’da doğmuş. Nerelisin diye sorunca bu karşılığı veriyor ama hemen ardından ekliyor: “Burada doğdum ama aslen Mardinliyim. Mardin’in Kabala ilçesinden. Dedem oradan gelip yerleşmiş Diyarbakır’a.”

İçinde bulunduğumuz sokağın bir namı var: Marangozcular Çarşısı. Hasanpaşa Hanı’nın sırtına dayanmış sokak için “bir zamanlar bir namı vardı” demek daha doğru belki. Berçin’in de dile getirdiği gibi eski heyecanını kaybetmiş bir sokak burası. “Eskiden” diyor Berçin, “Burada iki dakika oturan esnaf olmazdı. Sokakta hep insanlar olurdu. Şimdi bak, kimse yok.”

Hızar sesi olmasa sahiden de sessiz bir sokak. Sokaktan çok az insan geçiyor. Unutulmuş bir sokak gibi. Sokakta çalışanlar, kendilerinden başka kimse olmadığı için, beyhude bir iş yapıyorlarmış duygusuna neden oluyor.

Berçin, “Müşteriler siparişlerini verip gidiyorlar. Bir daha ancak malzemeleri almaya geliyorlar” diyor. Kim niye gelsin buraya, Gazi Caddesi dururken.

Dükkânlar küçücük. Ancak marangozların malzemeleri sığabiliyor. Bu nedenle çoğu dükkânın dışında görüyor işini. Karşı dükkânların bir tarihi olduğunu taşından anlamak mümkün. Bazalt taş, üstündeki toza rağmen, güzelliğini koruyor.

Genç çalışanlardan biri kapalı dükkanın kepengine çarpıyor omzundaki tahtaları. Pis bir ses çıkıyor çarpmadan. O tarafa dönünce, “ŞEHİT PÖH” yazısı ile karşılaştım yine. Göz göze geldik sanki ve ben gözlerimi kaçırdım.

MAHALLE KALMAYINCA ÇIRAKLAR DA GİTTİ

“Burası eskiden daha canlıydı” diyor Hüseyin Berçin. Takunyadan karkulek’e (kar küreme aracı), rahleden text’e (yaz aylarında damda ya da evlerin avlusuna kurulan ahşap) kadar onlarca şey yapardık. En çok köylüler gelirdi o zamanlar. Onların ihtiyaçlarını karşılayacak çok şey yapardık. Sipariş beklemezdik, zaten yapılan şey hemen satın alınıyordu. Eskiden her dükkanda 5-10 kişi çalışırdı, iş yetiştiremezdik. Şimdi kimsenin yanında çalışanı da yok. Bu gördüğün insanların çoğu babasıyla, kardeşiyle çalışıyor. Şimdi burada sadece sedirler, kûrsîler yapılıyor. Bekliyoruz ki birisi gelsin sipariş versin.”

Çocuklarına öğretiyor mu marangozluğu? Berçin, “Erkek çocuğum yok, dört kızım var” diyor. Bu nedenle yanında bir yardımcısı var. Neden çırak yok sorusuna, eliyle arka mahalleleri göstererek, şu karşılığı veriyor Berçin: “Artık 6 mahallesi yok Sur’un. İnsanlar göç etti buradan. Daha önce babaları çocukları getirip çırak veriyordu, iş öğrensin diye. Mahalle kalmayınca çırak da kalmadı.”

Sık sık “ŞEHİT PÖH” yazısına kayıyor gözüm. Siyah boyayla yazılmış yazının rengi solmuştu. Bir yıl süren “sokağa çıkma yasakları” günlerinden kalmış olmalıydı.

GELENEKSEL OLANIN MODERN HALİ

Marangozların sadece sedir ve kûrsî üreterek geçinebilmesi mümkün mü? Öyle görünüyor. Çünkü pıtrak gibi çoğalan kafeler sedirlerden ve kûrsîlerden vazgeçmiyor. Geleneksel olan, tuhaf bir şekilde, modern olanla uyum sağlamış. En lüks kafelerde bile sedirli bir köşeye rastlamak mümkün. Yerden bir karış yükseklikteki arkalıksız kûrsîlerden ise Diyarbakırlılar asla vazgeçmeyecek gibi görünüyor.

Marangozcular Çarşısı’nda çalışan marangozların sayısında da bir azalma var. Bu işi bu çarşıda yapmakta ısrar edenler, bu nedenlerle müşteri sıkıntısı çekmiyorlar şimdilik. İleride ne olur, kimse bilemez elbette.

Ancak şükür etseler de sorunları yok değil marangozların. Berçin, “Eskiden söğüt ağacı kullanırdık, şimdi çam ağacı kullanıyoruz. Söğütten yapılan eşya daha ucuz olurdu ama ömrü de kısa olurdu. Şimdi çam ağacından yaptığımız bir sedirin ömrü neredeyse 15 yıl.”

Anlaşılan o ki marangozların boş kalmaması için kafelerin sürekli açılması ve sedirlere ihtiyaç duyması gerekiyor. Genç nüfustaki işsizlik oranının yüksekliği ile kahve alışkanlığı, Diyarbakır’da çay ocağı ve kahve sayısında sürekli bir artışa neden oluyor. İşsizler için kötü olan marangozlar için iyi oluyor.

“Bir de” diyor Hüseyin Berçin, “Yas evleri de sedir sipariş ediyor. Onlara tabi daha indirimli yapıyoruz. Bize hayır olsun, diye.”

Acemi birliğini bitirmiş, izne gelmiş bir genç geliyor Hüseyin Berçin’in yanına. Tokalaşıp öpüşüyorlar. Genç adam zayıf, güneşte yanmış. “Eğitim çok zordu Hüseyin Abi” diyor. Komando eğitimi görmüş, buradan Şırnak’a gidecekmiş. Ayaküstü bunları anlattıktan sonra “Allah büyüktür” diyerek karşı dükkâna gidiyor, kendi yaşındaki gençlere askerlik anılarını anlatıyor.

“ŞEHİT PÖH” yazısı, hemen yan tarafındaki kapalı dükkânın kepenklerinde duruyor.

VAHŞET GÜNLERİNİN YANINDAN GEÇMEK

Sur’a girişlerin yasak olduğu aylar boyunca dükkânı kapalı kalmış Berçin’in. “Sokağa kadar geliyorduk, dükkâna bakalım, bir zarar var mı görelim diye. Geri çeviriyorlardı. Aylarca çalışamadık tabi. Yazık oldu” diyor.

Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, Sur esnafının zararlarının karşılanacağını söylemişti. Karşılandı mı zararları? “Yok” diyor Berçin, “Biz bir şey almadık. Başkaları aldıysa bilemem.” Bundan sonra zararlarına karşılık bir ekonomik destek alacaklarına dair bir umudu da yok, bir beklentisi de.

“Artık yaşlandım” diyor Hüseyin Berçin. “Her gün bu tozun içinde çalışmaktan yoruldum. Hem artık eski keyfi kalmadı burada çalışmanın. Emekli oldum, çocuklar büyüdü, artık dinleneyim istiyorum.”

Yanından ayrılırken o da sedir için kesime başlayacağı tahtaların başına geçiyor. Ölçü alıyor büyük bir dikkatle. Sağ elinin yüzük parmağı hariç diğer parmakları ustaca tutuyor tahtayı, cetveli, kalemi. Sağ elinin yüzük parmağını hızara kaptırmış. Doktorlar dikmişler parmağı ama işlevsiz duruyor.

“ŞEHİT PÖH” yazısının yanından geçiyorum. Vahşet günlerinin yanından geçiyorum duygusuyla. Geride kalıyor hızarların çıkardığı gürültü, havada asılı duran toz, kesilmiş çam ağacı kokusu…