'Askerliğe kadar ölü görmedim, şimdi ölüyle beraber yatarım'
Samatya'da bulunan Surp Kevork Kilisesi'nin karşısındaki düğün, vaftiz ve cenaze işlerini organize eden dükkânlardan birinin sahibi olan Gülbenk Asaduryan anlatıyor. “Her türlü cenazeyle karşılaştım," diyen Gülbenk Bey “Askerden gelene kadar ölü görmemiştim. Şimdi ölüyle beraber yatarım. Maddiyat girince işin içerisine o korku gidiyor” diye tamamlıyor.
DUVAR - Redkit çizgi filminde dikkat çekmeyen ama kovboyların düellolarını takip eden uzun suratlı ve her zaman siyah giyinen bir cenaze levazımatçısı vardı. Birilerinin ölümü onun için iş demekti, o yüzden sürekli birilerinin ölmesini isterdi. Ama bilmezdi ki çizgi filmlerde kimse ölmez!
Samatya'daki büyük Ermeni kilisesi Surp Kevork, namı diğer Sulu Manastır'ın çevresinde de cenaze evleri var. Onlardan birinde de 28 yıldır bu işi yapan Gülbenk Büyükasaduryan var. Burada Ermeni cemaatinin düğün, vaftiz ve cenaze işlerini organize ediyor. Hayatın en önemli dönüm noktaları; doğum, düğün ve ölümü...
Büyükasaduryan'ın babası Yozgat'ın Boğazlıyan ilçesinden, annesi ise Trakya tarafından gelmiş. İstanbul'da tanışıp evlenmişler. Boğazlıyan'da berberlik yapan Gülbenk Bey'in babası, İstanbul'da mesleğini yapmaya devam etmiş. Önce Sirkeci'de sonrasında ise Kapalıçarşı'da. “Çarşıdaki ustası onu çok seviyor ve dükkânı babama bırakıyor,” diyor Gülbenk Büyükasaduryan.
“Yozgat'ın köylerinden zamanında buraya çok gelen olmuş. Boğazlıyan, Ferzili, Sarıkaya, Burunkışla... Bir kısmı Ortaköy'e, bir kısmı buraya,” diye anlatan Gülbenk Bey şöyle devam ediyor: “Kilisenin orada bir kahve vardı, Yozgat Çay Evi. İstasyona giderlerdi, o zaman otobüs filan yok, tren bileti alacaklar. 'İstanbul'a' demezlerdi, 'Yozgat Çay Evi'ne bir bilet' derlerdi. Öyle bir enteresanlığı vardı buranın.”
Gülbenk Bey, 10 yaşlarındayken çarşı hayatına atılmış. Baba mesleği berber çıraklığından başlayıp bütün meslekleri az çok denemiş. Ama bunlarda pek başarılı olamamış çünkü hepsinde de bir süreliğine çalışmış. “Çocukken sokaklarda gazete satardım. Sirkeci İstasyonu'nda da sattım. Sinema önlerinde nane şekeri sattım. Yapabileceğim her türlü işi denerim,” diyor ve ekliyor: “Okuma hevesim de yoktu açıkçası. O zaman zordu, hem dersler hem de imkânlar. Babam berberdi, bizde de okullar özel olduğu için hep paralıydı. Olmadı.”
“Çok perişanlık çektik, yiyecek ekmeğimiz yoktu,” diyen Büyükasaduryan, girişimciliği sayesinde bu yokluğu atlatmayı bilmiş: “Kilisenin karşısına simitçi geliyordu. Okul kilisenin içindeydi. Çocuklar okuldan çıkıp simit alıyorlardı. Bir gün aklıma geldi, dedim 'gideyim simit fırınına, 50 tane simit alayım, bakalım ne olacak' diye. Benim içeriye girme şansım da vardı. Girdim ve 10 dakikada sattım 50 simidi. Ertesi gün 100 tane getirdim, onları sattım. E güzel iş. 11'de getiriyorum ve zil çalışıyor, 11'i çeyrek geçe bitiriyorum.
Sonra öyle olunca 'kantin kuralım' dediler. O zaman talebe de çoktu. Bakırköy'den, Yeşilköy'den öğrenci gelirdi. Ortaokul yoktu o zaman oralarda. Zengin çocukları gelirdi. Gece gündüz eşimle birlikte çalıştık. Epey de para kazandık, kazanmadık dersem yalan olur. Halen de eşimle birlikte çalışırız.”
Gülbenk Bey'in tabelasında düğün, vaftiz ve cenaze işlerinin yapıldığı yazsa da çoğunlukla vaftiz ve cenaze işlerinin yapıyorlarmış. “Çünkü düğün organizasyonları sürekli yenileniyor, ona yetişemiyoruz,” diyor Büyükasaduryan, “Kilise süslemeleri oluyor. 3-4 yıl öncesine kadar çok şatafatlı oluyordu, artık bir sınırlama getirdiler. Sonuçta kilise bir ibadet evi. Patrikhane olaya el koydu.”
“Ben bu işe 1990 yılında amatörce başladım,” diyen Gülbenk Bey, “Cemaatin düğün, vaftiz, cenaze işlerini yapıyoruz. Evden alıyoruz, toprağa girene kadar bize emanet. Mezar yeri, taşıması, yıkaması, tabutu, çiçeğiydi, otobüstü, kilise töreni tüm hizmetleri yapıyoruz. Burada bir kişi vardı, şimdi beş kişi var bu işi yapan. Daha doğrusu, cemaatin çok kalabalık olduğu, 400-500 bin olduğu zamanlar dört firma vardı. Şimdi cemaatin nüfusu 50-60 bine düştü ama bu işi yapan 20 tane firma oldu.”
“Her türlü cenazeyle karşılaştım; kurtlanmış, yanık, otopsi edilmiş, şişmiş, kokmuş...” diyen Gülbenk Bey'e ölülerden korkup korkmadığını soruyorum: “Askerden gelene kadar ölü görmemiştim. Şimdi ölüyle beraber yatarım. Maddiyat girince işin içerisine o korku gidiyor.”
En zor ya da kötü kısmı adli tıptan cenaze almakmış: “En kötüsü Adli Tıp'tan cenaze almaktır. 15 gün yemek yiyemediğimiz olurdu. O koku sanki yemekle beraber yüzümüze gelirdi.”
Cenazelerin karıştığı da oluyormuş: “Hatta geçenlerde yine başımıza geldi. Adli tıptan cenaze almaya gittik ama bizim cenazemizi yanlışlıkla bir gün önce başkası almış. Küçükçekmece'ye götürmüş, camide duası okunmuş ve defnedilmiş. Gayrimüslim bir kişiye hem de. Anlamadığım, cenazeyi yıkarken hiç mi dikkat etmediler sünnetsiz olduğuna?”
Daha çok filmlerde gördüğüm ölüyü sergileme durumunu soruyorum Gülbenk Bey'e: “Bizim kiliselerde gasilhanemiz vardır. Orada yıkarız ve sonra da giydiririz. İç çamaşırı giydirip öyle kefenleriz. Burada tabut kapalı olur, üzerinde cam olmaz. Onlar Avrupa'da.”
Gülbenk Bey'i dinlerken ortak şeylerimizin çokluğuna bir kez daha hayret ettim. Bir kere hemşehriydik; o Samatya'da, ben Ankara'da doğmuştum ama babalarımız Yozgatlı. Gülbenk ise Alevilikte dua etmek demek. Ne kadar farklı olduğumuzu savunsak ve farklılıklarımızı sürekli öne çıkarsak da benzerliklerimiz hep daha fazla, sandığımızdan da fazla üstelik.
Yozgat'taki köyümüzün, ki bir Sünni Müslüman köyüdür, komşu köylerinin biri Alevi, biri de Ermeni köyü. Ermeni köyü çoktan terk edilmiş ya da ettirilmiş. Alevi köyü ile ilişkiler sürüyor. Ama bu kadar iç içe olup da birbirimize nasıl bu kadar uzak ve düşman olabiliyoruz, bunu aklım almıyor...
Not: Gülbenk Büyükasaduryan istemediği için kendisinin fotoğrafını çekmedim...