Olur böyle şeyler
Hayal Evi’nin düş yolculuğu da bundan hiç farklı değil, sıçramalarla dolu. Eve ilişkin verdiğimiz kararların kendi kararlarımız olduğunu düşünüyor; 'kendim biliyorum' sanıyoruz. Öyle mi acaba? Var mısın yeni bir yolculuğa?
Koydu önlerine, üç ayağından biri kısa,
Kısa ayağının altına çömlek parçası sıkıştırılmış masayı;
Düzleşince masa, yeşil nane yapraklarıyla sildi onu.
Siyah ve yeşil zeytin koydu masaya, o hilesiz Minerva meyvesini.
Ovidius
Hayat bir oyun çocuklar için; her oyun bir yolculuk. Sabahları okul yolundaki oyunumuz araba plakalarıyla başlıyor. Bugün sırada yeşil renkli bir plaka var: 06 CD…
-Çınar bak sidi plaka.
-Aaaa film gibi mi?
-İzlediklerimiz DVD, dinlediklerimiz CD. CD kompakt disk demek. Disk diye bir şey duydun mu hiç?
-Iııı… duymadım.
-Böyle iki tane tabağı al, ortadan birbirine yapıştır işte ona disk diyorlar, sonra onu fırlatıyorsun. [gülümsüyor] Bu bir spor hem de.
-Nasıl yani? [şaşkın, meraklı ve heyecanlı]
-En uzağa fırlatan kazanıyor. Disk aynı zamanda plak demek.
-Plağı biliyorum, böyle kocaman bir trompet var, onu üstüne koyuyorsun ses çıkarıyor. Neydi onun adı?
-Gramofon mu?
-Evet.
-Sen nereden biliyorsun gramofonu?
-Kendim biliyorum!
İnsanın hiçbir şeyi kendiliğinden bilmediğini, doğal olarak da Çınar’ın gramofonu bir yerlerde görüp öğrendiğini düşünebilirsin. Peki Çınar, neden öyle olmadığını iddia ediyor? Hem de sadece bu konuda değil, neredeyse her konuda “Aaaa sen nereden duydun onu?” diye sorduğumda gururla “Kendim biliyorum!” yanıtını patlatıveriyor? Belki yaşı, belki de kuşağıyla ilgili bir durum; belki de...
Biraz daha konuşunca, gramofonu Ankara Kalesi’nde bir dükkânda gördüğü ortaya çıktı. Tanımlamak için trompet ve plağı nasıl bir araya getirdiğinin sırrına eremiyoruz. Çoğumuza zihin sıçraması gibi gelen şey bir iç uyumla devam etti okula varıncaya dek.
Hayal Evi’nin düş yolculuğu da bundan hiç farklı değil, sıçramalarla dolu. Eve ilişkin verdiğimiz kararların kendi kararlarımız olduğunu düşünüyor; 'kendim biliyorum' sanıyoruz. Öyle mi acaba? Var mısın yeni bir yolculuğa?
§
Haftalık yazımı yazmak için kendime mekân arıyorum. Adını yeni anmışken, en iyisi kaleye gidelim. Yolda yavaş yavaş anımsamaya başlıyorum. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin hemen arkasında bir yıkıntı vardı, yanından geçip giderken, keşke kurtarılabilse diye içimden geçirir, bir gün restore edilirse nasıl olacağını gözümde canlandırırdım. Gel zaman git zaman, etrafını çevirdiler, bir çalışma başladı. İçim sızladı, herhalde yıkıyorlar. Ara ara yanından geçerken, inşaat perdelerinin arkasında bir oyun döndüğünü hissedebiliyordum. İçeride neler oluyordu acaba? Birileri almış, müze olacakmış diye duydum. Gerçekten öyle mi? Sonra unuttum gitti. Bir gün baktım bitmiş. Bina aynı bina gibi, her yeri taş. Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi yazıyor kapısında. Daldım içeri.
Arkeoloji müzeleri, kuru kuru gezilen cansız yerlerdir çoğu zaman. Her türlü buluntu, ördek yavruları gibi sıra sıra dizilir. Nesnelerin yanına bir etiket, üzerine eserin adını yazarlar, bir de tarih, çoğu zaman açıklayıcı bir metin bile olmaz.
İlk bakışta bile diğerlerinden farklı Erimtan; küçük, moda terimle butik bir müze. İnsanı boğmuyor, yormuyor. Diyeceksin ki interaktif uygulamalar mı var ya da yüksek teknolojik zamazingolar. Hayır yok. Basit bir çözüm bulmuş, şiiri tarihe katık etmişler. Antik kap kacakların yanına Ovidius’un “Köyde Bir Ziyaret” adlı şiirini iliştirmişler örneğin.
…Ilık külleri sıyırdı dünden kalan kömürlerin üzerindeki,
Kuru ağaç kabukları, ağaç yaprakları ekleyip üfleyerek,
Tutuşturdu ateşi, yaşlı bir kadının üfürüğüyle.
Sonra gidip tahta parçaları, çalı çırpı getirdi çatıdan
Parçalayıp küçük küçük attı bakır kabın altına
Aldı kocasının sulu araziden getirdiği lahanayı
Soydu dış yapraklarını…
Ateş senin, köy de; üfürük sensin, bakır kap doğal bir eşyası evinin.
Müzeyi yaşadım, çıkmak üzereyim, merdivenlerde bir hareketlilik. Yanlarına gidiyorum. Mimarlık Fakültesi öğrencileri, sohbete başlıyoruz. Müzenin üç mimarından biri önce kısa bir sunum yapacak, sonra da binayı mimari açıdan değerlendirerek gezdirecekmiş. Beni de alıyorlar aralarına.
Eski taş binayı yıkmak zorunda kalmışlar. Sonra aynı taşlardan tekrar yapmışlar müzeyi, bugünün ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurarak. Hikâye pek tanıdık değil mi?
Unutmamıştım, ama hatırlayamıyordum da. Taş evimizi kendi küllerinden yapabileceğimizi 'kendim biliyorum' sanıyordum. Meğerse gözümün önünde canlı bir örneği varmış Hayat Evi’nin. Bugün Erimtan’ı müze olmasının yanı sıra mimari bir eser olarak yeniden gezerken, ilham kaynaklarımdan biri olduğunu anımsadım.
Kaldığımız yerden devam edelim mi Hayat Evi’ne?
Öyleyse yıkım başlasın.
Üç dört kişiden fiyat aldık. Her kafadan bir ses, ne koparırlarsa! Sultanahmet’e düşmüş Japon turist misali. Yahu bu aracın taksimetresi yok mu? Yok! Şu kadar metrekarelik yer kaça yıkılır; masrafı, kârı belli değil midir? Değildir! Ülkemin tek ölçü birimi, anneannelerimizin tariflerindeki el kararı.
Seçtik birisini, iyidir dediler diye. Yok ki bir kıstası. İş makinası geldi, daldı eve. “Aman, aman, aman…” “Dur, dur, dur…” “Dikkat, dikkat, dikkat…” Kelimenin tam anlamıyla her yerin altını üstüne getirdiler. Akşama doğru beklenen an geldi. Kepçe operatörü, giderayak önce bahçe duvarını yıktı, sonra köyün elektrik kablolarından birini kopardı. Benim tabirimle “Göz göre göre.” onunkiyle “Abi yanlışlıkla.” oldu.
Neden ilk gördüğüm anda sevdiğimi anladım köyümüzü.
Köylüler inşaatı bir an şahitsiz bırakmadılar, ne kadar savsak çalışıldığının farkındaydılar elbette. Üzüldüğümüzü görmüş, sebep olduğumuz rahatsızlıktan dolayı bizi daha fazla utandırmak istememişlerdi. Yan komşumuz Cavit Bey, hafifçe omzuma dokunarak: “Olur böyle şeyler.” dedi. Kabahat işledikten sonra babasının gözlerinin içine bakan yumurcak edasıyla; “Olur değil mi?” dedim. “Oooo…, daha neler neler olacak.” Diye ekledi; umursamazlık ile tevekkülü kesin bir çizgi ile birbirinden ayıran o ses tonuyla.
Elektrik idaresinden kısa sürede gelip tamir ettiler. Mesele kapandı. O anlık!
Yeni bir gün, evin temelini başka bir ekip atacak. Önce kocaman bir çukur kazmak gerekiyor. İş makinesi denilen zebellah geldi; paletli, tank gibi bir şey. Kazmaya başladı. İçimden dua ediyorum, “Ne olur, şu günü hayırlısıyla bitirelim.” diye. İş bitti. Tam gidecekler, sokağın ortasında, parke taşlarının arasında bir yerden su sızmaya başladı. Küçük solucan, bir yılana, aktıkça çamuru durulan su, minik bir dereye dönüştü. Köyün ana boruları yenilenirken, evlere su veren eski demir borular değiştirilmemiş. Paletli iş makinesinin ağırlığı yola baskı yapınca, çürüyen boru ana boruyla birleştiği yerden kopmuştu.
Elektriksiz idare edilir de susuz olmaz.
İş makinesi yavaş yavaş kazmaya başladı, bir türlü ana su borusuna ulaşamıyoruz. Bir yandan da tamamen patlatmaktan korkuyoruz kepçe darbeleriyle. Her kafadan bir ses: “Boru şuradan geçiyordu, yok yok buradan geçiyordu.” Dediler iş makinesi gitsin, geri kalanı elle kazılsın. İş makinesi gitti ama elle kazmanın imkânı yok, toprak taşlaşmış. Dediler yarın iş makinesi tekrar gelsin. İçimden “Ya evet yarın da gelsin, babamın makinesiydi çünkü.” diye geçiriyorum. Suyla çalışmıyor ki bu meret, her saati para, köye gelişi ayrı dönüşü ayrı para. Velhasıl, köy geceyi susuz geçirdi.
İş makinesi birkaç gün önceden randevu alınarak getirilebiliyor köye. Durum acil olunca ertesi gün geldiler, kazıp ana boruya ulaştık. İnşaatta en son yapılması gereken işi biz daha ev ortada yokken yaptık. Artık ana su şebekesi ve kanalizasyona bağlı kocaman bir çukurumuz var.
Sıra geldi evin temeline. Radye mi, mütemadi mi olsun, ne dersin? Eğer “kendim biliyorum” diye iddia etmiyorsan, öğrenmek için bir dahaki yazıyı bekleyeceksin.
Şimdi geçen hafta söz verdiğim gibi zeytin toplayacağız. Yeşil ve siyah diye iki ayrı tür zeytin yok aslında, dalında yeşilken toplarsan yeşil, bekletirsen siyah oluyor. Dahasını bilmek istiyorsan senin için kendi köyümüzde çektiğim videoyu linke tıklayarak izleyebilirsin.
Yazdıklarına bakılırsa Ovidius bizim köyde yaşamış bir zamanlar, iyiliği ve cömertliği bildiği kesin. Öyleyse son sözü kendisine bırakalım. Başka bir gün de üzüm toplayalım seninle, ne dersin?
Fazla yıllandırılmamış şarap ikram edildi. Şimdi yer açıldı -ikinci kaplara:
Fındık geldi, buruşuk hurmayla incir, erik, kokulu elma düz sepetlerin içinde,
Morlaşmış asmadan üzümler, tam ortasında da
Işık saçan bal peteği.
Ama bütün bunlardan önemlisi iyi yüzler vardı orada,
İyi niyet, bir de cömertlik.
Ovidius, Başkalaşımlar VIII
§
Hayat Evi’ne ilişkin diğer paylaşımları görmek için blog sayfamı www.memurcocugu.com ziyaret edebilir, Instagram, Facebook ve Twitter’dan @memurcocugu1972 hesaplarımı takip edebilirsin.