Dedesinden öğrendiği saat tamirciliğini bir ömür yaptı
Ömrünün 60 yılını saat tamirciliğine vermiş Kemal Özcan. Karşılığında ise görme yetisi azalmış, çok sevdiği mesleğini yakında bırakmak zorunda. Arada fabrika ve inşaat işçiliği de yapmış, yanlışlıkla sendikacı da olmuş, yanında çalışan ilk yardımcısı saatlerini çaldığı için bir daha hiç çırak almamış, mesleği dedesinden öğrenmiş ve içinde hep bir ev özlemi olmuş Kemal Özcan'ın...
DUVAR - Üsküdar'da küçük bir dükkân, Özcan Saat isminde. İçerideki Kemal Usta, tam 60 yıldır bu mesleği yapıyor. Dedesinden öğrendiği saat tamiri işini Nisan ayında oğluna bırakacak çünkü artık gözleri lup mercekten baktığında iyi görmüyor. Hani şu tek göze takılan, kuyumcuların, mücevhercilerin de kullandığı bir çeşit büyüteç. "Gözle görülemeyecek kadar küçük parçalar, vidalar var. Onları görmek için kullanıyorum. Yaş ilerledi, şimdi gözler de görmüyor," diyen Kemal Özcan, bu meslek sayesinde dünyalığını da yapmış. Dükkânın hemen üst katındaki evde yaşıyor. Yanı başında yine kendisinin sahibi olduğu bir küçük dükkan daha var. Bu üç kapı da yan yana dizilmiş, evin kapısı ise ortada.
Kemal Özcan, 1948 yılında Sinop Ayancık'a bağlı Köseyakası köyünde dünyaya gelmiş. İlkokulu bu köyde okumuş. Dedesini dükkanı ise Ayancık'taymış. 15 günde ya da ayda bir buraya gelir ve çalışırmış. Zaten Özcan'ın ömrü sürekli çalışmakla geçmiş. İnşaatlarda, fabrikalarda, seyyar tezgahlarda, tamircilikle... Dolayısıyla erken yaşlardan itibaren ayrılmak zorunda kaldığı ev onda hayatı boyunca büyük bir boşluk, eksiklik ve hasret yaratmış. Belki de bu yüzden, köydeki evlerini restore etmek ve oraya da yerleşmek istiyor.
'YANLIŞLIKLA' SENDİKACI OLDU, İŞTEN KOVULDU
Özcan, İstanbul'a ilk geldiğinde henüz 13'ündeymiş: "'1961'de İstanbul'a geldim. Bir akrabamızın kızının yanında, ona eşlik etmem için yolladılar. O zaman abim de buradaydı, ben de onun yanına geldim. Abimde kalırken Çağlayan, Hürriyet Tepesinde inşaatlarda çalışmaya başladım. İşe girince bağladım kaldım İstanbul'da. İnşaata devam ederken bir arkadaşım Atabay ilaç fabrikasına aldı beni, orada çalıştım. Çalışırken askere gittim. 24 ay boyunca maaşımı aldım. Askerden dönünce, Sinop Ayancık'ta bir dükkân açtım. Ama fabrikadan da çağırıyorlar. Tabii adamlar bana 24 ay maaş verdiler ya, dükkânı kapatıp fabrikaya dönmek zorunda kaldım. '70-'74 arası orada çalıştım."
Çalıştığı bu fabrikadan, "sendikalı olduğu" hatta "sendika olaylarını başlattığı" için kovulur. "Ama sendika olayıyla ilgim yok," diyor Özcan, "Orada bir kadın bana bir kitap verdi, sendika kitabıymış. Hiç okumadım bile. Benden habersiz bir toplantı yapmışlar ve beni sendika temsilcisi seçmişler. 'Sendikayla uğraşan bu' diye fabrika sahipleri beni şutladılar. Ondan sonra Otosan'da işe girdim. Anadol marka arabaların kapılarını yapıyorduk. Üç buçuk sene de orada çalıştım. Ama işi sevmedim. Sonra da ayrıldım oradan."
KULLANDIĞI TAKIMLARIN ÇOĞU DEDEDEN KALMA
Geçinmek için bu işleri yapsa da saatler her zaman en büyük tutkusu olmaya devam etmiş Özcan'ın: "Bir yanda fabrikada çalışıyor, bir yandan da seyyar tezgahta saat satıyordum. Hafta sonları tamir de yapardım. Saat tamircilerinin yanına gidip onları izlerdim. Birçoğu içinden çıkamadıkları işleri bana yaptırırlardı."
Kemal Özcan, sadece saat tamir etmiyor. Gramofon, transistörlü, lambalı, bataryalı radyo ve televizyon tamiri de elinden gelenler. Hatta askerden sonra köyüne döndüğünde bu tip tamir işleriyle geçindiğini söylüyor. "Dedemden başka hiçbir ustanın yanında çalışmadım," diyor Özcan, "Dedemin yanında işe başladığımda Rus, Çekoslovak ve Alman saatleri vardı. Alman Peter'lerin zemberekleri çok kopardı. Onları tamir etmekle başladım. Bugün kullandığım takımların çoğu dedemden kalma. Gözlerim görse bu mesleği bırakmam, çok seviyorum."
HIRSIZ ÇIRAK YÜZÜNDEN BAŞKA BİRİYLE ÇALIŞMADI
Dükkânını ve dolayısıyla mesleğini oğluna bırakacak Kemal Özcan'a, başka birilerini daha yetiştirip yetiştirmediğini soruyorum. Özcan, yaşadığı bir olayla yanıt veriyor:
"Aldım, Konyalı bir çocuk aldım yanıma. Yüksek İslam Enstitüsü'nde (şimdi Marmara İlahiyat) okuyordu. İşe de eli yatkın, becerikli bir çocuktu. 1979 yılı, ustalık diplomamı almaya gideceğim gün ona dedim ki 'Sen dükkâna bak, ben diplomayı alıp geleceğim.' 'Yok,' dedi 'bugün benim kız arkadaşlarım gelecek, onlarla gezeceğim' dedi. Çocuğu bağlayamazsın sonuçta, ben dükkânı kapatıp gittim. Geri döndüğümde baktım ki tezgahın üstündeki, vitrindeki saatler yok. Tam 147 tane saat alınmış. Çoğu müşterilerin saati. O geliyor saat yok, bu geliyor saat yok. Kimi iyi karşılıyor, kimisi kötü karşılıyor.
O çocuğun annesi ve babası okul müdürü, kız kardeşi avukat, eniştesi savcı. Böyle bir aile. Oğullarını ziyarete geldiklerinde dükkâna da gelirlerdi, hepsiyle tanıştım. 'Bu çocuk yapmaz' diye düşünüyorum o yüzden. Bir gece rüyamda bunu 'Anne sana saat getirdim' diye annesinin koluna saat takarken gördüm. Bunun üzerine atladım Konya'ya gittim. Annesini çalıştığı okulda buldum. Kadın beni görünce sarmaş dolaş çok sıcak karşıladı tabii. Bir baktım, dükkandaki saatlerden biri kadının kolunda, rüyamdaki gibi. Müşteriler için küçük etiketler yapıştırırdım saatlere, kadın onu çıkarmamış. Oradan anladım.
Kadına soracağım ama korkuyorum da. En sonunda 'Anne, kolundaki saati Kürşat mı getirdi' dedim. Çocuğun adı Kürşat, hiç unutmuyorum. 'Evet,' dedi. Kadına durumu anlattım. 'Buraya gelmemin sebebi Kürşat. Kolundaki saat de bir müşterimin.' Kadın şok oldu tabii. Çok üzüldü. Biraz toparlanınca sağa sola telefon etti, aileyi eve topladı. Beni de götürdü ama ben hâlâ korkuyorum. En son Kürşat da geldi eve. Beni görünce renkten renge girdi ama bir yere de kaçamadı. Saatleri sakladığı çantayı bulmuş ailesi, ortada duruyor. Babası 'Oğlum aç şu çantayı' dedi. Kürşat açtı, içinde saatler. Yarısından çoğunu satmış. Babası 'biz seni bunun için mi büyüttük, bunun için mi okuttuk' dedi. Hiç ses yok.
O gece orada kaldım ama sabaha kadar gözümü kırpmadım. Sabah aile benimle konuştu, tüm zararımı karşıladılar ve yola çıktım. Çıktım ama saatlerin çoğu gitmiş, parasını alsam da müşterimle çok büyük sıkıntılar yaşadım. O olaydan sonra yanıma adam filan almadım, hep tek çalıştım."
USTALIĞI SAYESİNDE DÜKKÂNI OLDU
Kemal Özcan'ın ilk kez dükkân sahibi olması ise ayrı bir hikâye: "Atabay ilaç fabrikasında çalışırken hafta sonları da saat tamiri yapıyorum. O zamanlar Şişli'de Yugoslav ya da Bulgar bir saatçi vardı, onun yanına gelir, izlerdim. Bir gün 'Sen saatçi misin' diye sordu. Evet deyince de 'Al şu direği yap o zaman' dedi. Ben de bir güzel tamir ettim saatin direğini, orijinali gibi oldu. 'Ben saatçi değilim senin yanında. Al, bu dükkân senin' dedi bana. Askere gidene kadar o dükkânı cumartesi-pazar işlettim. Çağlayan son durakta, caminin altındaki pasajda 9 numaralı dükkân. Askere giderken sattım o dükkânı. Pişman da oldum sonra, satmasaydım şimdi kim bilir neredeydim yani."
"Ben çalışmayı çok severim, dalgayı sevmem, yalandan hoşlanmam. Bana iş olsun, 24 saat çalışırım," diyor Kemal Özcan, "hem fabrikada çalıştım hem de Eminönü'nde seyyar tezgah açıp saat sattım. '70'ler, '75'leri anlatıyorum. Nacar saatlerin takvimlilerini 12 lira, takvimsizlerini 10 liradan alıyor, 100 lira, 110 liraya satıyordu büyük saatçiler. Ben de 40 liraya, 50 liraya satıyordum. O günden bugüne kadar böyle geldik."
VE ZAMAN...
Zamanın içinde olan, saatleri zamanı doğru göstermesi için yıllar boyu usanmadan, severek tamir eden Kemal Özcan, "Çabuk geçti, çok hızlı gidiyoruz, fark etmiyoruz," diyor zaman için...
"Zaman düşer ellerimden yere, oradan tahta boşa, saatler çalışır izinsiz hep bir sonraya" diyor Ortaçgil, "Mevsimler, tarihler geçiyor önümden; seyirciyim, bir zaman dilencisiyim," diyor Demirhan Baylan, "Zaman zaman, hım, o zaman" diyor Fikret Kızılok, "Geçip giden zamanları, bir yerlerde bulsam" diye iç geçiriyor Mirkelam ve "Gezdin tozdun aman aman aman, sazdın sözdün aman aman aman, giderek üzdün bizi zaman, sıraya dizdin bizi zaman" diye noktayı koyuyor Duman, "Bir ömürlük misafir olduğumuz" şu dünyada...