Şafak Başgan'ı seçmeyerek İstanbul'a da kendimize de kötülük ettik
Şafak Tanrıverdi, namı diğer Şafak Başgan, "Bağcılar'a özerklik", "İstanbul'u 50 yıl geriye götürme", "Göğe bakma durakları" gibi vaatlerle İstanbul'u yönetmeye talip olmuştu. Tanrıverdi için o vaatler ütopik değildi. Ancak onun o vaatleri gerçekleştirebileceği ihtimali insanlar için ütopikti. Ütopyalar güzeldir, ama hayatı güzelleştirmek bir ütopya değildir...
DUVAR - Şafak Tanrıverdi'yi, namı diğer Şafak Başgan'ı hatırlıyor musunuz? Bir önceki yerel seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına bağımsız adaylığını koyan, gerçekle kurguyu, mizahla eleştiriyi iç içe halde kullandığı seçim kampanyasıyla ana akım medyada, hem de prime-time'da ekranda gördüğümüz Şafak Başgan'ı...
Aslında büyük bir fırsattı onun adaylığı. Yüzler değişse de fikirlerin zinhar değişmediği, insan değil çıkar odaklı yönetim biçimine bir itirazdı, güzel bir çıkıştı. Ancak her güzel şey gibi çabucak çirkin gerçeğin altında kaldı. Halbuki “oy verecek aday yok”, “hep aynı yüzler”, “bıktık bu partilerden, hepsi birbirinin aynı” gibi sitemlerle hareket eden kitle için bir şanstı. Herkesin amacı ya da isteği hayatı güzelleştirmektir. Ama bunu gerçekleştirmek için harekete geçilmez. Hep başkasının bunu yapması "beklenir". Ama beklendiği sürece Godot gelmeyecektir...
Şafak Başgan, o seçimlerde tam 1089 oy aldı. İtirazını etti ama kabul görmedi. Aslında aday olmanın, sosyal medya çağında seçim kampanyası yapmanın o kadar da zor olmadığını göstermesi önemliydi. "Aslında oy potansiyelimin yaklaşık yüzde 10'unu aldım. O dönem bir araştırma şirketinde çalışan arkadaşımla hesaplamış ve bana oy vermesi muhtemel insan sayısını 10 bin olarak görmüştük," diyen Şafak Tanrıverdi bu işe neden kalkıştığını ise şöyle anlatıyor:
"O dönem de tam da zamanıydı belki de; internet yasakları, özgürlükler meselesi, Gezi protestoları... Ve bir de bu mesele vardı, doğrudan söz söyleme, ifade etme. Mevcut sisteme 'anarşist' bir itiraz. Tabii baktığında 'anarşist' biri seçime girer mi? Ancak amaç sistemi tıkamaya yönelik bir çağrıydı. 100 tane benim gibi aday çıksa, pusula uzar en basitinden. Ama benim dışımda kimse girmeyince istemeden de olsa bir merkez olmuş oluyorsun; kendisini ifadeye edemeyenler, kendisini ifade edecek siyasi yapıyı bulamayanlar ya da bu durumu tiye alanlar... O dönem benzer şekilde İtalya'da, İzlanda'da mizahın siyasetle benzer bir ilişkisi de var. Bir rüzgar gibi aslında, ortak bir yerden besleniyorsun. Buradaki yansıması da oydu bir anlamda. Benimki siyasetin dışında olup da merkeze bir figürün çıkarılabilişiydi."
1983 yılında Tekirdağ'da dünyaya gelen Şafak Tanrıverdi, İstanbul'a 2002 yılında öğrenciyken gelmiş. "İstanbul'u seviyordum, aslında burada yaşamaya geldim," diyen Tanrıverdi teknik lise çıkışlı. Metal bölümünde okumuş ve Marmara Üniversitesi Metal Öğretmenliği bölümünü kazanmış. Lise yıllarında fanzin çıkarmaya başlayan Tanrıverdi, "Hep yazı-çizi işleriyle uğraşmak istiyordum. Mezun olduktan bir, iki kez KPSS'ye girdim ama asıl isteğim o değildi açıkçası. Kazansaydım bile üç sene sonra geri dönecektim belki. Ondan sonra mesleği yapmamakla durum hep oldu. Haber arşivi tutmaktan, redaksiyona o tarz işler yaptım. Çok büyük hayallerim ya da büyük bir hedefim yoktu. Akışına yaşamak gibi bir durum," diye anlatıyor.
"Bağcılar'a özerklik", "İstanbul'u 50 yıl geriye götürme", "Göğe bakma durakları" gibi vaatleri olan Tanrıverdi, "Göğe bakma durağıyla iki taraflı da mesajını veriyorsun. İlki, gökdelenlerden yana olmadığım. İkincisi, hayata bakışım. Yani bu siyasi mesajın dışında şehre nasıl baktığını anlatıyor. Bu da duygusal, romantik bir bakış açısı değil ütopik bir bakış açısı. İlla ciddi projeler sunmaya gerek yok. Bir kere ciddiye aldığını gösterir. Mevcut koşulları değiştirmediğin sürece sen de onlar gibi bir şey sunuyor olursun, dönüştüremezsin," diyor.
Tanrıverdi, hukuk ve yerel yönetimlere hep bir ilgisinin olduğunu söylüyor. "Yerel yönetim kanunlarını okurdum. Mesela muhtarlığa adaylığını koymakla büyükşehir belediyesine adaylığını koymak aynı para. Aslında o kadar kolay," diyen Tanrıverdi nasıl ve neden aday olduğunu şöyle anlatıyor:
"Bir seçime gidiyorsun ve bu şehirde yaşıyorsun. Bir şeyler de yaşanmış o dönem. İnsanlar bu şehrin yönetiminde söz sahibi olmak istemiş, bunu dile getirmiş. Aslında yönetim meselesinin tartışılması gereken bir dönemde bu hiç tartışılmadan sanki renkler arasında bir seçime gidiliyordu. Adaylar belli değildi. Milyonluk bir şehri yönetmeye çıkıyorsun ama adayın belli değil, vizyonu, perspektifi ne bilinmiyor. Şehrin bin tane sorunu var zaten. Bunları görünce isyan gibi bir şey, 'ben de adayım o zaman' diyorsun. Yani karnından konuşulanların sesi de merkeze geliyor."
Tanrıverdi öyle bir yerde duruyor ve öyle bir dil kullanıyordu ki, gerçekten aday mı, bunu niye yapıyor gibi sorular akla geliyordu. Çünkü kendini mizahi bir dille anlatıyordu. Ayarını kaçırdığında insanı zora sokabilecek bir durumu Tanrıverdi iyi kotarmıştı: "Çok fazla sulandırmadan ama mizahla söylemek istedim. Prime-time'a girdiğinde insanların karşısına zap yaparken bile çıksan en azından bir süre dinler seni. Bağırarak, çağırarak öfkeyle anlattığında kimse seni dinlemez. En azından herkesin şehre ya da yönetim meselelerine dair söylemek istediklerini öyle dillendirmiş oldum."
"Bize en genç diye sunulan aday bile 40 yaşından aşağı değilken ben o dönem 30 yaşındaydım," diyen Tanrıverdi "o dönem kuşaklar tartışlıyor, gençler apolitik mi... Onları da kapsayacak, sanalla gerçek arası bir durumdu benimki" diye devam ediyor. "İster istemez dikkat etmem gerekiyordu," diyor Tanrıverdi "çünkü bir şeyi temsil ediyorsun. En önemlisi kendini temsil ediyorsun. Adı konmuş bir yapı yok tabii, kendi düşüncelerini ifade ediyorsun, kendi kimliğin var ve o kimliğinin de farklı yerlere çekilmesini ya da mesajının goy goya gitmesini istemiyorsun."
"Bu şehrin bu nüfusla yönetilemeyeceğini söylüyordum. Seçimi kazanırsa İstanbul'u düzeltecek bir figür, bir kahraman, imaj değil 'bu böyle gitmez' diyen biri. Yaşanılmaz bir kenti daha da büyüterek işin içinden çıkamazsın. Daha büyük sorun yaratırsın. Bunları söylemek. Sadece yerel seçimle çözülemeyeceğini, merkezi bir değişikliğin de gerekli olduğunu, İstanbul'un finans kapitalle Türkiye'yi bir yandan emdiğini ama bir yandan da beslediğini ve neden böyle merkezi yapının kurulduğunu, bir yere altın madeni kurarken onun çıkarına mı yoksa o bölgenin ekolojisine mi bakıldığını dile getirmek. Ve para, rant odaklı olmadığı sürece bir şeyleri yapmanın atla deve olmadığını göstermek," diye anlatan Tanrıverdi değişim için gerekli olan kaynak meselesi için şunları söylüyor:
"Ücretsiz kimse kimseye hizmet vermiyor. Kimse sormuyor mesela reklam panolarından belediyenin kasasına ne girdiğini? Ya da her otobüste reklam panosu varken niye hem bunlara maruz kalıp hem de ücret ödediğimizi.Vergisi, suyu var aslında kaynağı. Kaynak yaratmak o kadar ütopik bir mesele değil. Rant ekosistemini beslemediğin takdirde olur."
İstanbul'u yönetmenin bu kadar zor, herkesin harcı olmayan bir şey gibi gösterilmesi hakkında Tanrıverdi şunu söylüyor: "Gerçekten profesyonel bir şekilde şehri yöneteceksen meslek olarak bu işi yapan insanlar var. Bundan 'parayı verelim yapsın'ı kast etmiyorum. Mesela 30-40 yılını bu meseleye harcamış bir akademisyen vardır. Ben onun kadar nasıl bilebilirim ki? İnsanlar her şeyi para karşılığı yaptırırız diye düşünüyorlar. Halbuki sen ver malzemeyi sanatçıya, ver mekanı ve dönüştürsün. Toprakla uğraşmayı seven sıradan bir insan da olabilir buradaki sanatçı. Yani kolektif bir şekilde dönüştürebilirsin. Hizmet alan, hizmet veren ayrımı olduğu sürece hep bir para ilişkisi oluyor. 15 senede bu hale geldiyse şehir, 15 senede başka bir hale de gelebilir. Bu zihniyetin dönüşmesiyle ilgili, çok büyük bir ütopya da değil."
"Yerel yönetimde ben şuna inanıyorum. Bir şey dönüştürmek istiyorsan insana temas etmek gerekiyor. Adı üstünde yerel, o coğrafyada yaşayan insan profiline uygun şeyler yapmak, onları dinlemek. Bu anlamda siyasetçiye de bakışın değişmesi gerekiyor," diyen Tanrıverdi'ye giriştiği bu meselede bir pişamanlık duyup duymadığını sorduğumda "Hayır," diyor "duymadım. Çünkü hayat parçalı gibi görünse de bir bütün. Ve o dönem de benim için öyle süreçti, onu yaşadım."
Şafak Tanrıverdi şimdi Çanakkale Küçükkuyu'da yaşıyor. Oraya temelli yerleşmiş değil. İki yıl hiçbir şey yapmama kararının bir parçası olarak orada. "Sana belirlenmiş roller var. Başkan diyorsun, siyasetçi diyorsun, meslek gruplarını anlatan. O kalıplara uyuyorsan severler, alkışlarlar. Bunun karşısında olmak zor," diyor.
Tanrıverdi'ye neden böyle bir hayatı, varolma biçimini seçtiğini sorduğumda "Tembelim aslında," diyor ve devam ediyor: "Dışarıda yaptığım birçok şey heyecan vermiyor bana. Bir yer işgal ettiğimi düşünüyorum. Son 2 senedir planlı bir şekilde bir şey yapmak istemiyorum ve bu doğrultuda hayatımı şekillendiriyorum. Yapacak bir şey olmaması ya da yapacak gücümün olmamasından değil sadece İstanbul'da yaşamak istemiyorum. Daha az insan, sakinlik ve zamanın kendine kaldığı bir hayat. Hayata bakışın da değişiyor bunları yaptığın zaman. Hiçbir şey yapmama durumu bile bir sürü şey öğretiyor ve hareket özgürlüğü sağlıyor. Bir yere bağlı kalmak, bir döngü içinde olmak zorunda değilsin. Şehirde bir işe harcadığın zaman, işin ve şehrin sağlığını emmesi, emeğinin karşılığını alamaman bu durumun ne şimdisine ne de geleceğine ait olmadığın bir hayat sunuyor sana."
Tanrıverdi'ye hak vermemek mümkün değil. Şöyle birkaç kilometre yukarıdan izleyelim hayatlarımızı: Bir kutudan (ev) çıkıp hareketli kutularla (araba, otobüs, metro vs) başka bir kutuya (iş yeri) ulaşma çabası. Belli saatleri o kutuda harcadıktan sonra tersine bir döngü. Bunu belli bir süre zarfında istikrarlı bir şekilde yaptığında ödül olarak alınan kağıtlar (para). Haftanın belirlenmiş gün ve saatlerinde neredeyse aynı yüzler ve aynı sohbetlerle "eğlence". Bir takım gereksiz gereçler sahibi olmak için bir yerlere verilen kağıtlar. Kağıtlarla azaldıkça ömrün azalması. Sağlığın yitimi, gelecek kaygısı (halbuki kaygılanacak bir şey yok, herkes için son aynı). Uzattıkça uzatabiliriz. Nasıl Şafak Tanrıverdi'yi o dönem seçmemekle kendimiz için bir kayıp yaşadıysak bu döngüyü kırmaya çalışmayarak yine en büyük kötülüğü kendimize yapıyoruz.
Eğer Şafak Tanrıverdi ya da ona benzer biri bir kez daha bu hayatta karşımıza çıkarsa iyi düşünelim...