Dar vakitte İstanbul: Oğlumu, Baran’ı gördüm, büyüyordu...
İstanbul’un kendisini tek başına sevdirebilecek bir şehir olduğu muhakkak. Üsküdar ile Kabataş arasındaki kısacık motor yolculuğu bile insanı İstanbul’a aşık bir serseme çevirebilir. Ama İstanbul’un dostlarla, anılarla daha bir güzel olduğunu, uzunca bir aradan sonra ayak basınca anlıyor insan.
DUVAR - Kabataş’ta bindiğim tramvay hiç şaşırtmadı beni. Tramvay her durakta yolcu yükünü aldı. Giderek tıkış tıkış, balık istifi oldu. Muhabbet eden iki arkadaşın ortasında kımıldayamadan kalmanın eziyeti büyüktür, bunu uzun bir aradan sonra yaşamak zorunda kalmak, daha büyük bir eziyettir. Sonunda tramvay Sultanahmet’e ulaştığında, biraz da can havliyle dışarı attım kendimi.
Esasında, aklımda Rıfat Ilgaz’ın “Yokuş Yukarı” kitabından pasajlarla, Cağaloğlu Yokuşu’nu çıkmak istemiştim. Okur, daha çok yazar ve şair olarak bilir Rıfat Ilgaz’ı. Ama veremli ciğerleriyle, peşinde polisle, yoksullukla çok çıkmıştır Cağaloğlu yokuşunu. Söz konusu kitapta Babıâli anılarını anlatıyor. Polis baskısını, müstear isimlerle yazmak zorunda kaldığını, birçok yazar ve şair arkadaşını anlatır kitapta.
YOKUŞTA BİRİKEN ANILAR
Kitabı 1980’lerde, Mardin’de okumuş olmalıyım. Yıllar sonra İstanbul’a geldiğimde, Babıâli’yi anlatan başka kitaplar okumuş olsam da, nedense aklımda daha çok bu kitap vardı. Babıâli artık Rıfat Ilgaz’ın anlattığı gibi olmaktan uzaklaşmaya başlamıştı. Ama gide gele Cağaloğlu Yokuşu’nda, Rıfat Ilgaz’ın anıları kadar önemli olmasa da, anılar biriktirdiğimi söyleyebilirim. Çok kitap aldım kaldırımlarda kitap sergisi açanlardan. Dergi bürolarına uğradım, şiirler, öyküler bıraktım ve heyecanla yayımlanmasını bekledim. Kitaplar düzelttim ve parasını alamadım. Yayımlanan kitabımın telifi takside bağlandı ve gerisini alamadım…
Cağaloğlu Yokuşu’nu bir de bu anılarla çıkmak istemiştim ama bir vakitler bir çırpıda çıktığım amansız yokuşu çıkmaya cesaret edemedim. Zaman yormuştu bedeni, vakit dardı, havada bir serinlik olsa da mevsim yazdı.
BİR HAYAL KIRIKLIĞI
Sultanahmet Meydanı kalabalıktı. Aslında Sultanahmet’ten Beyazıt Meydanı’na kadar uzanan caddenin tamamı kalabalıktı. Yeni mekanlar, yenilenmiş mekanlar. Turistler. Her şey ilk kez gördüğüm bir kalabalığa işaret ediyordu sanki. Ama yarımadanın bu civarı hep kalabalık değil miydi?
Masada dizilmiş köfte, piyaz, turşu gözümde canlansa da Sultanahmet Köftecisi’nden yana bakmadım. Çorlulu Ali Paşa’ya uğramadan edemedim yine de. Çay içip çok gerilerde kalmış bir zamanları hatırlamak iyi olabilirdi. Ama Çorlulu Ali Paşa tam bir hayal kırıklığı oldu. Bir kez o güzelim avlu nargile kokusuyla işgal edilmişti. U şeklindeki sedirlerde nargile fokurdatan erkekler başka alemlerin insanıydı. Üniversiteli gençler ne zaman el ayak çekti buradan, kim bilir?
SANKİ EDİP ÇIKACAK BİR DÜKKANDAN
Kapalı Çarşı ne kadar değişirse değişsin, büyüsü kaybolmuyor. Burada kaybolmak korkusu da yok. Aşağı doğru rastgele salarsanız kendiniz, eninde sonunda denize ineceksiniz. “denize iniyorum denize iniyorum denize/kaptanın seyir defterini kim silecek/ sorusunu silmeye”. Böyleymiş, eskiden İstanbul’un bütün sokaklarının denize inermiş.
Kapalı Çarşı’nın bir büyüsü de Edip Cansever olabilir mi? Yıllar yılı babadan kalma antika dükkanının asma katında şiirler yazan Edip Cansever’e uğradığını buradan birlikte çıkıp meyhaneye gittiğini anlatır Murat Belge. Dükkanlardan birinden daktilo tıkırtısı gelecek gibi bir his, birden Edip Cansever bir dükkandan çıkacakmış gibi bir yanılsama… Kapalıçarşı’nın büyüsü böyle beklentilerle artıyor.
‘BEMBEYAZ GÜVERCİNLERLE’
Sahaflar Çarşısı değişmiş miydi, çok dikkatli bakmadım. Ama köşedeki kitapçı duruyordu. Yıllarca buradan ikinci el kitap almıştım. Sahibini görsem hatırlar mıydım, bilmiyorum.
“İstanbul’un İmgesi, Beyazıt’ın Simgesi” Hüseyin Avni Dede yine Çınarınaltı’ndaydı. Kedisinin dişini yeni çektirmişti. Okumadığım kitaplarından aldım.
“Rüzgârın parmaklarımın ucuna düştüğü bir akşamüstü
hüznün yağmur damlası kül kokusuyla yüreğime düştüğü
alaca söğüt dallarının mavi su mağaralarına düştüğü
akşamın bir sesten bir sessizliğe düştüğü bir akşamüstü
Çınaraltı’ndan geçtim yüzümde bembeyaz güvercinlerle”
Demişti Refik Durbaş. Sonra Işıl Özgentürk’ün, “Yokuşu Tırmanır Hayat” öyküsü eşliğinde geçtim Çınaraltı’ndan. Bir zamanlar Çınaraltı’nda çay içildiğini kim hatırlıyor şimdi? Çınaraltı’ndaki ağacın yüzyıllık kestane ağacı olduğunu kim biliyor? Bazı sorular keder içeriyor.
Üniversite meydanı hep mi çirkindi? Değildi, öyle hatırlıyorum. Üniversite kapısının karşısında bir çay ocağı vardı. Şimdi orada bir çalışma yapılıyor anlaşılan, etrafı bariyerlerle kapatılmış.
Kütüphane binasının etrafı da bariyerlerle kapatılmış. Orada, Semra’yla, Soner’le, Batmanlı Apo’yla kitap sattığımız, üniversiteli gençlerle çok şey konuştuğumuz günler de çok geride kalmış yahu.
SÜLEYMANİYE’DEN YOKUŞ AŞAĞI
Lale’liye, oradan Aksaray’a inmek yerine Süleymaniye’ye geçtim. Sultanahmet Köftecisi’nden yana bakmamıştım ya hani, Süleymaniye’de kuru fasulye pilav yemek içindi. İnsan insanı özlüyor, insan zaman geçirdiği mekanları özlüyor ve insan bazı lezzetleri de özlüyor. Hayal kırıklığı yaşamadım, kuru fasulye de pilav da güzeldi. Garsonların kendi aralarında didişmesi de sahiciydi. Sülyemaniye’den yıllarca yaşadığın köprünün öbür yanına bakmak; oğlumun doğduğu hastaneyi belki binlerce binanın içinden seçmek; köprüde balık tutanlarla muhabbet etmek düşü kurmak da yine çok güzeldi.
Süleymaniye’den aşağıya doğru salardım kendimi. Eskiden, sanki çok eskiden. Şimdi, bir kez daha nereye çıkacağımı bilmeden aşağı doğru inerken, karlı bir kış gününde geçen “Jilet ve Çığlık” öyküsündeki kişiler de eşlik ediyor bana. İçinde kan taşının da olduğu tıraş kutusunu yanından ayırmayan adam, arabanın sıçrattığı çamurlu suyla üstü kirlenen simitçi çocuk, konuşmayı sevmeyen balıkçı…
Arapça ve Kürtçe konuşan çocuklar gördüm aşağı doğru inerken. Eskiden sadece Kürt çocukları yaşardı derme çatma binalarda. Çoğu, elbette çatışma mağduru ailelerin çocuklarıydı. Şimdi, bir başka savaştan kaçıp gelmiş komşuları vardı.
Eski ahşap evlerin çoğu yıkıldı yıkılacak gibiydi. Eskiden de böyleydi. Bazı evler, öyle anlaşılıyordu ki yeni sahipleri tarafından elden geçirilmiş, boyanmış, pencere ve balkonlara saksılar konmuştu. Bu evler, evlerin arasında gerilmiş iplere serilmiş çamaşır kokusuyla birlikte, Süleymaniye’nin aşağısında bir hayatın hâlâ devam ettiğine işaret ediyordu. Yoksul ve unutulmuş eviçlerini, insanları hatırlatıyordu.
‘ÜSTÜME VARMA İSTANBUL’
Köprüyü geçip Karaköy’e vardım. Köprünün sol tarafındaki sakinliği, balıkçıları hep severdim. Bir kır bahçesini hatırlattığı için belki. Balıkçılardan biri, eskiden pet bardakta rakı da veriyordu balığın yanında. Bu zuladan getirilen rakının keyfi, diyelim Nevizade’de içilen rakıdan daha güzeldi.
Sahilde bir yürüme yolu yapılmıştı. Nasıl yaptılar, denizi mi doldurdular acaba? Öyle görünüyordu.
Yürüyüş yoluna paralel uzanan yolun kenarında ise yeni ve içkili mekanlar açılmıştı. Masalar ve sandalyeler, denize sıfır olmasa da, sahil kasabalarını hatırlatacak şekilde güzeldi. Mekanlar yana yana dizilmişti ve tesadüfen mekan işletmecilerinden biri Mardinliydi. Burada oturmamak olmazdı.
Bir iki saat önce sokaklarında, caddelerinde, çarşılarında merakla ve özlemle dolaştığım tarihi yarımada karşımdaydı şimdi. Mekanlardan yükselen müziği ve arada kendisini duyuran vapur seslerini saymazsak etraf sessizdi. Şehrin kalabalığı da gürültüsü de çok uzakta kalmıştı. Vakit akşamüstüydü ve binaların ışıkları birer ikişer yanmaya başlamıştı. “İstanbul sevilmez mi hiç” derken Attilâ İlhan’ın “ulan yine sen kazandın istanbul/sen kazandın ben yenildim” dediğini duyar gibi oluyorum. Vedat Türkali’nin “Bekle Bizi İstanbul” çok güzeldir ve son yerel seçimler sürecinde en çok dinlenen şarkılardan biri oldu. Umut doludur şiir de ondan.
Ama şimdi vakit akşamüstüdür ve yarımadanın ışıkları yanmaya başlamıştır. Ertesi gün şehirden ayrılacağını hatırlatırcasına. O vakit, Ümit Yaşar Oğuzcan’nın kederi birikiyor masada:
“İşte gelip kapılarına dayanmışım
Karşında yıkılmış bir duvar gibiyim
Beni sarhoş etme, başım dönüyor
Üstüme varma İstanbul, kederliyim.”
İSTANBUL’U SEVDİRENLER
İstanbul tek başına da sevdirebilir kendisini ama dostlarla ve birikmiş anılarla daha güzel.
Görmeyi çok istediğim başka semtler, başka mekanlar vardı daha. Görmek istediğim çok sayıda dostum da. Ama vakit dardı, onları görmek bir başka sefere, belki yine iki yıl sonraya kaldı.
Ama Müslüm Yücel’i Haydar’ın Yeri’nde gördüm, tavla oynuyordu ve çantasında kitaplar ile yazacağı yeni şiirler için defterler taşıyordu. Faruk Eren’i gördüm İstiklâl’de, dayanışmak amacıyla Silivri’deki duruşmaya gidecekti. Oğlumun annesini gördüm, geride bıraktığımız hiçbir şeyden konuşmadık.
Gazeteden arkadaşlarımı gördüm, Barış’ı, Murat’ı, Hacı’yı, Anıl’ı, çalışıyorlardı. Adem’i gördüm, yazıları geç gönderdiğim için bozulduğunu hiç hissettirmemişti bana ve erkenden gitti, aklında insan hikayeleriyle. Zeynep’i gördüm, yine Amed hasreti çekiyordu. Özgür’ü ilk kez gördüm, etraf kalabalıktı, vakit geçti ve haber atlamamaya çalışıyordu. Ali Duran Topuz’u gördüm, her zamanki gibi, bir iyilik haliydi.
Oğlumu, Baran’ı gördüm, büyüyordu...