Ölmüş ayıyı dövmek

İnsandaki öldürme zevki acaba bazı insanlara mı özgü yoksa insan türünün geneline mi özgü bir gizil güdü? Sanırım insan türü derinlerinde var olan bu güdüyü süreç içerisinde bastırarak derinlerde kalmasını, hatta yok olmasını, böylece kendinin 'insanlaşmasını' başarmıştır. Yoksa başaramamış mıdır?

Google Haberlere Abone ol

Arada bir izlediğim bir televizyon kanalı var, “Chasse et Pêche”, Fransız kökenli avcılık ve balıkçılık kanalı. Balık avlama programları genellikle bir gölde ya da nehirde en büyük balığı oltayla avlama temelinde gelişiyor. Balıkçılar yakaladıkları balıkları genellikle tekrar suya bırakıyorlar. Arada bir yedikleri de oluyor elbette. Bu bağlamda pek trajik sorun yok. Ama bazen öyle programlara denk geliyorum ki, gerçekten insanlık dışı. Hayır, insanlık içi! Yani o yapılanları ancak insan yapar. Örneğin, kamuflajla pusu kuran avcılar, yaban kazlarının göç yolu üstündeki mola verebilecekleri tarlalara, yapay yaban kazı sürüsü yerleştiriyorlar. Havadan onları gören yaban kazları, aşağıda, yerde bir sürünün yayıldığını sanıyor. Gruplar halinde inişe geçtikleri sırada, kendilerine avcı diyen ama gerçekte birer katil olan adamlar, masum yaban kazlarını en kalleş biçimde katletmeye başlıyorlar. Az önce muhteşem görüntüleriyle gökyüzünü anlamlandıran bu yaban kazları, şimdi tüyleri savrularak bir cehennemin içine düşüyor.

Yıllar önce eve giderken, yol üstündeki bir ağacın altında, sapanıyla ağaçtaki kuşları avlamaya çalışan bir çocuk görmüştüm. Tam yanından geçerken, hiç unutmam, “Kuşlar sapanla senin kafana taş atsalar razı olur musun?” diye sormuştum. Çocuk kısa bir süre öylece durup, hiç konuşmadan bana baktıktan sonra fırlayıp gitmişti. Sanırım kuşların kendini taşa tuttuğunu görür gibi olmuştu. Elbette o sekiz-dokuz yaşlarındaki masum çocuğu böyle bir metaforla vazgeçirmiştim. Ama birkaç gün önce sosyal medyada paylaşılan bir videodaki adamları sanırım vazgeçiremezdim. Çünkü adamlar son derece kararlıydılar. Davranışlarının da epey bilincindeydiler. Videoyu izlememiş olanlara hatırlatayım: Türkiye’nin dağlık bir yerinde, iki avcı (ben buraya “avcı” yazdım ama siz daha uygun bir niteleme bulabilirsiniz), öldürdükleri bir ayıyı aralarına almışlar (bazen hangisinin ayı olduğunu karıştırabilirsiniz) kafasını yumrukluyorlardı. Dağlarda kendi başına yaşayan bu ayıya karşı geliştirdikleri nefret nereden kaynaklanıyordu ve bu nefretin şiddetini belirleyen dinamikler nelerdi?

.

İnsandaki bu öldürme zevki acaba bazı insanlara mı özgü yoksa insan türünün geneline mi özgü bir gizil güdü? Sanırım insan türü derinlerinde var olan bu güdüyü süreç içerisinde bastırarak derinlerde kalmasını, hatta yok olmasını, böylece kendinin “insan”laşmasını başarmıştır. Yoksa başaramamış mıdır? Çevremizdeki bitmek bilmeyen savaşlara, insanın kendi türüne karşı sürdürdüğü katliamlara bakacak olursak, ne yazık ki öldürme zevkini gerçekleştirmeye devam ediyor gibi. Ancak bir farkla, insan kendi türünü öldürürse “katil” olarak nitelendiriliyor, başka türdeki bir canlıyı, örneğin ayıyı öldürürse “avcı” olarak nitelendiriliyor. İnsan, kendi türüne karşı uygulanabilecek “öldürme” eylemine karşı yasalarla belirlediği ağır engeller ve cezalar koyarken, kendi dışındaki türlerin öldürülmesine kayıtsız kalıyor. Hayır, kayıtlı kalıyor. Örneğin, daha iç rahatlığıyla hayvan öldürmek istiyorsanız, hatta uyguladığınız ölümler için onurlandırılmak (ödül almak vb.) istiyorsanız, bir avcı derneğine üye olmalısınız. Hangi hayvanları, ne zaman ve ne miktarda öldürmeniz gerektiği konusunda devletle işbirliği yapabilirsiniz. Toplumun hukuksal, ekonomik ve güvenlik mekanizmalarıyla örgütlenmiş biçimi olan devlet, örneğin ayıları öldürmeniz için gereken özgürlük ortamını sağlamaktadır.

Kalleşlik temeline dayanan avcılık kurumu, bana göre insanın bir yandan unutmaya çalıştığı öldürme güdüsünü canlı tutarak insanlaşmasını engelleyen bir kurumdur. Kalleşlik diyorum çünkü öldürme amaçlı avcılık süreçlerinde karşılıklı ve eşit durumda olan iki rakip yoktur. Kendini yeryüzünün efendisi olarak gören insan ile insanın dünyasından mümkün olduğu kadar uzakta yaşamaya çalışan, insana göre amacı sadece yaşamak (hayatta kalmak) olan, bütün eylemlerini bu amacı için gerçekleştiren hayvan vardır. Denebilir ki, “ama yaban domuzları insanların yiyeceklerine zarar vererek onların yaşamını sürdürmelerine engel oluyor”. Bir kez, yaban domuzları, “insanların ürünlerine zarar vereyim de yaşayamasınlar” gibi bir bilinçle davranmazlar. Onlar sadece karınlarını doyurmaya çalışırlar. Yaşam alanlarında yiyecekleri kalmamışsa, oralarda yaşayamaz duruma gelmişlerse, başka yerlerde yaşamaya çalışırlar. Buldukları yeni yaşam alanlarında insanlar yaşıyorsa ve yaban domuzlarından rahatsız oluyorlarsa, çözüm üretmek, içgüdüleriyle davranan yaban domuzlarına değil, “düşünen” insana düşer.

Hayvanların yiyecek peşinde koşmalarının nedeni ölüm korkusu değil, yaşama içgüdüsüdür. Oysa insanın koşma nedeni ölüm korkusudur. Sümerler’in Uruk kenti hükümdarı Gılgamış, destanda şunları söyler:

“…

Bir kaygı kemiriyor içimi

Ölüm korkusudur

Beni bozkırda koşturan

…”

Ölmüş ayıyı döven adamlara dönersek, tıpkı dövdükleri ayı gibi içgüdüyle davrandıklarını görürüz. Ayı nasıl ki içgüdüleriyle onların, yani ölümün görüş alanına girmişse, onlar da içgüdüleriyle davranarak öldürdükleri bu zavallı ayıyı dövüyorlar. Oysa öldürdükleri onlarca yaban kazını bir kamyonete doldurup götüren Fransız avcılar, en gelişmiş kamuflaj teknikleriyle ve teknolojiye sahip tüfekleriyle mutlu gülümserken, “kurbanlarına aşık olmuş cellatlar” gibi davranıyorlar.

.

Ünlü Rus yazar Çehov’un şu sözünü çoğumuz biliriz: “Bir oyunda perde açıldığında eğer duvarda bir tüfek asılıysa, son perde inmeden önce mutlaka patlamalıdır.”

Düşünün: Resmi kayıtlara göre Türkiye’de 250 bin civarında avcı (yani bir ya da birden fazla silah sahibi insan) var. Bu rakama kayıtlı olmayan avcılar dahil değil! Son düzenlenen yeni av yasasına göre devlet de artık avlanma alanları oluşturacak. Hatta iç ve dış av turizmini destekleyecek.

2016 verilerine göre dünyadaki yüz silah şirketinin toplam silah satış tutarı 400 milyar dolar civarında.

2018 verilerine göre Türkiye’de ruhsatlı bir milyon av tüfeği var. Toplam ruhsatlı silah sayısı 25 milyon.

Bu silahlar için üretilen mermi, fişek, barut, yedek parça gibi yan ürünleri de düşünürsek, ölüm endüstrisinin epey korkunç boyutlarda olduğu görülüyor. E, böyle olunca, oyunun başında duvardaki tüfeğin çok çabuk patlayacağı kesindir. Hele oyuncular da niteliksiz, beceriksiz, sorumsuz ve vicdansız, oyun metni de kötü yazılmışsa, ortaya ne çıkacağını kestirmek zor değil.