Hayatın itme, insanın seçme kuvveti: İki Şafak Arasında
Torino Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü alan "İki Şafak Arasında" filminin yönetmeni Selman Nacar ve filmdeki performansıyla Antalya’da En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü alan Nezaket Erden ile söyleştik.
Ödüllü kısa filmleri ve yapımcılığıyla tanıdığımız Selman Nacar’ın ilk uzun metrajlı filmi “İki Şafak Arasında”, bir Anadolu kasabasında, abisiyle birlikte yönettiği aile şirketinde yaşanan bir iş kazası sonucunda, aile, toplum ve ticaret başta tüm ilişkilenmeleri biçimlendiren siyasi yapıyla vicdanı arasında sıkışıp kalmış Kadir’in (Mücahit Koçak) bir gününü anlatıyor. Senaryosunun yanı sıra atmosferiyle de sistemin çarkları arasında döndükçe ufalıp kendine yabancılaşan insanı etkileyici biçimde anlatan film, San Sebastian Film Festivali’nde dünya prömiyerini yaptı. Torino Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü aldı, Antalya Film Festivali’nden de Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü dahil dört ödülle döndü.
“İki Şafak Arasında” 22 Ocak Cumartesi akşamı saat 20:00’den itibaren özel bir Çevrimiçi Gala’yla MUBI YouTube kanalından canlı olarak izlenebilecek. Film ekibinin katılımı ve Muammer Brav’ın sunumuyla gerçekleşecek galaya katılmak isterseniz bu sayfadan kayıt yaptırabilirsiniz.
Filmin yönetmeni Selman Nacar ve etkileyici performansıyla Antalya’da En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü alan Nezaket Erden’le söyleştik.
Sizi daha önce Burak Çevik’in “Aidiyet” ve “Tuzdan Kaide” filmlerinin yapımcısı olarak tanımıştık. “İki Şafak Arasında”, yönetmenliğini yaptığınız ilk uzun metrajlı film. Burada bir rol değişimi olmuş, Burak Çevik yapımcı. Baştan beri kafanızda bu türden bir yaratıcı ortaklık var mıydı, zamanla mı gelişti?
Selman Nacar: Burak ile üniversitede birlikte okuduk. O süre zarfında çalıştığımız hemen her projede birbirimize yardım ettik. Bahsettiğiniz filmler de böyle bir arkadaşlığın ürünü. Bu anlamda rolleri değiştik ama yol arkadaşlığımız aynı. Zaten özünde ikimiz de yönetmeniz. Sadece birbirimizin film yapmasına yardım etmeye çalışıyoruz.
“İki Şafak Arasında”, adından da anlaşıldığı gibi, zamana kilitlenmiş bir çatışma üzerine kurulu. Ana karakterimiz Kadir 24 saat içinde, büyük bir ahlaki ikilem içeren bir meseleyi çözmek durumunda. Çözemezse yalnız kendisinin değil yakınlarının da tüm hayatı değişebilir. Bana karakterin bir sonraki adımının her şeyi değiştirebileceği bu dar zaman/alan filmleri hep cazip gelmiştir. Senaryoyu tasarlarken yola çıkış noktanız bu muydu yoksa iş kazası ya da “iş cinayeti” kavramını anlatmak için bu türden bir olay örgüsü daha doğru mu göründü?
Selman Nacar: Açıkçası bir filmi tasarlarken rasyonel bazı sebepler olduğu gibi içgüdüsel bazı yaklaşımlar da oluyor. Bu süreçte kafamda dönen birkaç meseleyi söyleyebilirim. Bunlar bir şekilde bir araya gelip hikâyeyi oluşturdu. Öncelikle ben karakterden yola çıkarak yazmayı seven birisiyim. Bir labirente girip, sürekli yollar kapandığı için çıkış yolunu bir türlü bulamayan, sıkışmış bir karakter düşlüyordum. Özellikle hukuk fakültesinde okuduğum yıllarda hukuk, adalet, vicdan, ahlak gibi kavramlar üzerine okuma fırsatım da oldu. Bu yüzden filmde geçen meseleler üzerine çok önceden beri düşünen birisiyim. Ayrıca, çok kısa bir zamanda insan ilişkilerinin nasıl değişebileceğine dair de bir film yapmak istedim. Sinematografik açıdan da çok uzun planlarla karmaşık mizansenler oluşturabileceğim bir film yapmak istiyordum. Tabii en önemlisi de duyduğum bazı yaşanmış olaylardan çok etkilendim. “İki Şafak Arasında” tüm bunları kapsayıcı bir hikâye olarak doğdu ve kendime sorular sorarak da geliştirdim diyebilirim.
İŞÇİNİN DEĞİL YÖNETİCİNİN, MAĞDURUN DEĞİL FAİLİN DİLEMMASI
Senaryonun bir diğer önemli noktası da iş kazası temasına işverenin bakış açısından yaklaşması. Ezilen değil ezen tarafından, erk sahibinden, bir diğer deyişle “fail”den yola çıkmak sık rastlanan bir şey değil. Bu bakış açısına nasıl karar verdiniz?
Selman Nacar: Seyircinin bu hikâyeye tanık olmasını ve filmde sorduğum soruları kendilerine sormalarını istiyordum. Bu yüzden de tek planlarla zamanı hissettirmeye çalıştım ve objektif bir kamera kullandım. Bu anlatıya en uygun karakter de Kadir’di. Ayrıca, film gerçekçi bir yaklaşımla, olayları çıplak bir şekilde anlatıyor. Kadir gerçekçi bir karakter. Kadir’in içine düştüğü ahlaki meseleler ile ilgili düşünceler, izleyicinin kendi bakışı ve yargısı ile çok ilişkili... Bu da sinemanın, sanatın en güçlü olduğu alanlar bence. Bir matematiksel formül gibi değil, farklı tepkiler doğurtabilecek bir derinlik, zenginlik… En önemlisiyse, bu köhnemiş sistemin dışardan ve didaktik olma ihtimali olan bir yöntem yerine, bağırmadan, içerden bir yerden anlatılmasının daha uygun olduğunu düşündüm.
Bir arkadaşımla benzer bir meselenin üzerine konuşurken, Engels’in Sanat ve Edebiyat kitabında bir romancıya politik romanının ne olduğuna dair yazdığı mektuplardan bahsetti. Engels orada 'propaganda romanı' ile 'ideolojik roman'ın ayrımını yaparken; 'ideoloji'nin 'durum ve eylemlerle' verilmesi gerektiğini, diğerinin propaganda olacağını söylüyor. Aslında buna denk düşen bir yerde olduğunu düşünüyorum filmin. Özetle, sistemin nasıl işlediği göstermek, çarkların nasıl döndüğünü, aslında öğüten dişlerin kendisini göstermek ve bunu bütün çıplaklığıyla anlatmak istedim. Böyle bir anlatının bu meseleyi tek boyutlu değil, katmanlı gösterdiğini de düşünüyorum. Yani bu budur demek yerine, bu bu mudur demek... Ağlatmak yerine mide bulandırmak... Çünkü bence birisi gelip geçici, diğeri kalıcı bir his… Derin bir dönüşüm için bu tarz bir sorgulamaya ihtiyaç var. Ayrıca, diğer türlü anlatının çok örneği olduğunu düşünüyorum. Çok güzel örnekleri de var. Ama bunun farklı ve kapsayıcı bir eleştiriye kapı aralama ihtimali daha yüksek bence…
'SEYİRCİSİNİN YERİNE DÜŞÜNEN BİR FİLM OLMASIN İSTEDİM...'
Filmi, özellikle meselesine farklı bir bakış açısından yaklaşımı ve karakterin içinde bulunduğu sıkışmayı hem soyut hem de somut anlamda çok görünür kılması bakımından etkileyici buldum ben de. Sakin ve durağan anlatımına rağmen dramatik gerilimi de yüksekti. Genellikle tersi olur ama bu filmi izlerken “1,5 saat değil 2 saat olmalıydı” hissine kapıldım hatta, bazı katmanların daha iyi açılması bakımından. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Selman Nacar: Zaman kavramı filmin önemli meselelerinden. Filmin ismi de hem zamanı hem de sıkışmışlık duygusunu vurgulamak için İki Şafak Arasında zaten. Ben ritmi yüksek bir film yapmak istedim ki seyirciden şu ana kadar aldığımız tepkiler de bu yönde, bu yüzden söylediğiniz filmin hızlı akışı tasarladığımız bir husustu. Bir taraftan da seyirci geçen zamanı da hissetsin istedim. Bu yüzden de tüm sahneleri kesmeden, tek bir plan şeklinde çektim. Böylelikle karakterlerle beraber her anı reel olarak deneyimleme imkânı buluyor seyirci. Bu şekilde tasarlamamdaki en önemli sebeplerden birisi de seyircinin olaya tanıklık etmesini sağlamaktı. Bunu desteklemek için de kamerayı objektif bir yere konumlandırdım. Diyaloglar, mizansen, oyuncuların performansları da buna uyumluydu. Tek plan çekildiği ve kurguda alternatif kesmeler yapma imkânı olmadığı için de bu akıcılığı çekim sırasında bulmak zorundaydık. Bu yüzden de çok prova yapıp, tekrar aldık. Son olarak da seyircisi yerine düşünen bir film olmasın istedim. Bu anlamda filmin seyirciyi sürece dahil etmesi ve tartıştığı meseleleri seyirci ile paylaşması, kendini her şeyi bilen ve cevap veren bir yerde konumlandırmaması önemliydi.
DURMASI GEREKİRKEN DÖNMEYE DEVAM EDEN BİR MAKİNE...
Sistemin bir parçası olmak, kendine biçilen kadere ve role razı olmakla bireysel düzeyde bile olsa buna karşı çıkmak, adaletsizliği reddetmek zor bir seçim. Final aslında pek de açık uçlu değil ama karakterinizi bu bakımdan bir arafta bıraktığınız söylenebilir, değil mi?
Selman Nacar: Aslında finale geldiğimiz noktada karakterle ilgilenmek yerine, bir adım geri çekilerek büyük resme bakmaya çalıştım. Bunun temel sebebi de bu acıları öğüten çarkların dönüşüne, yani sistemin kendisine bakmaktı. Film makine görüntüleriyle başlayıp, yine makine görüntüleriyle bitiyor. Ancak, filmin başında kullandığım görüntüleri daha ferah planlardan seçerken, sonunda makinelere çok yaklaşıp, sanki onları dişlileri olan bir canavarmış hissiyatı ile göstermek istedim. Aslında fabrika değişmedi ama değişen bizim algımız. Film bozulduğu için duran bir makine ile başlayıp, çalışmaması gerekirken dönmeye devam eden bir makine ile bitiyor. Çünkü sistem böyle. Filmde geçen bir günde birçok insana dokunan olaylar yaşanıyor, ancak hayat tüm acılara rağmen devam ediyor. Özetle odaklandığım nokta buydu.
'İŞ KAZALARINDA YASALAR VE HUKUKİ İŞLEYİŞ BİRBİRİNDEN ÇOK FARKLI...'
Diyalogların oldukça doğal ve ekonomik oluşu da filmin iyi yanlarından biri. Filmin genelinde de var ama özellikle yozlaşmayı ve sistemin gri alanlarında erk lehine hareketi temsil eden avukat karakterinizin yer aldığı sahnelerde ironi ve mizah da öne çıkıyor.
Filmin bu meselenin hukuki boyutuna dair iyimser bir noktada durduğunu düşünüyor musunuz peki? Sizce Türkiye’de iş kazaları, işverenleri hukuki açıdan bu denli cenderede bırakacak adil bir soruşturmaya konu oluyor mu?
Selman Nacar: İroni ve mizah filmin genelinde var evet. Örneğin, lokumcu sahnesi de böyle. Bunun temel sebebi hayatın kendisinde de ironinin dramatik anlarda olması. Canımızın çok sıkkın olduğu bir anda gülünç bir duruma düşebiliyoruz. Ayrıca filmde bazı eleştirdiğimiz noktaları da göstermek için güzel bir alan açıyor mizah. Hukuki boyutun ise gerçekçi olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi ben hukuk fakültesinde okudum. Bu nedenle filmi yapma sürecinde birçok kıymetli hukukçudan destek aldım. Bittiğinde de filmi üniversitede hocalarıma izlettim. Özellikle iş hukuku dersi aldığım hocamın yorumunu çok merak ediyordum. Tam olarak bu meselelerin böyle gerçekleştiğini söyledi ve tebrik etti. Bu konuda uzman bir akademisyen vardı, filmi izledikten sonra, “ben yüzlerce mülakat yaptım ve bu filmi de sanki olayın etrafındaki kişilerle yapılan ayrı ayrı mülakatlar gibi izledim, tam olarak böyle gerçekleşiyor” dedi. Bunları söylerken şu ayrımı yapmak gerekiyor tabii. Yasalar ve hukukun işleyişi farklı şeyler. Örneğin, kira hukukuna baktığımızda kiracıyı koruyan çok fazla yasa olduğunu görürüz. Yani kanunlar her ne kadar mükemmel olmasa da kiracıdan yanadır. Ama işleyişinde mağdur olan yine kiracı olur. Demek ki asıl problem kanunun kendisi değil de işleyişi… İş hukukunda da durum maalesef böyle. Film de tam olarak bunu anlatıyor ve eleştiriyor zaten.
Siyaset, aile, iş dünyası/ticaret üçgeninde her şeyin görünmez ipliklerle birbirine bağlı olduğu ağır yozlaşmayı da anlatıyor film. Sizin bu konulara bakışınız ne? Daha doğrusu, mesela bu hikâye ekseninde, umudu nerede görüyorsunuz?
Selman Nacar: Bu film cevaplar vermekten çok bazı doğru soruları sormaya çalışıyor. Böylelikle doğru tespitler yapabiliriz. Sonra da çözüm yolları ararız. Her ne kadar film karamsar bir noktada bitse de ben umutsuz biri değilim. Filmi böyle bitirmemin sebebi aslında düzeni tam olarak gösterebilmek ve hayatın her şartta ne kadar acımasızca da olsa devam ettiğini hissettirmekti. Bu çarkların nasıl döndüğünü göstermek de kapsamlı bir değişimin başlangıcı olabilir diye düşünüyorum. En nihayetinde ben bir sinemacıyım. Elimden bunu yapmak geliyor. Bu filmde de zaten seyirciye bazı sorular soruyoruz. Umarım film insanların yüreğine dokunur ve birlikte bu meselelerin üzerine düşünme imkânımız olur.
Yönetmenin sonraki filmlerini merak ettirecek, önemli bir meselesi ve bunu yansıtmaya uygun bir atmosferi, üslubu olan bir film izledik. Yeni filmler gelecek mi, bize biraz gelecek projelerden bahseder misiniz?
Selman Nacar: “İki Şafak Arasında” seyirciyle yeni buluştu ancak aslında biz 2019’da çektik filmi. Maalesef pandemiden dolayı çıkışı gecikti. Bu yüzden de aslında ben son 1.5 yıldır başka bir proje ile uğraşıyorum. İsmi Tereddüt Çizgisi. Tahminim 2023’te seyirciyle buluşur. Şimdilik bu kadarını söyleyeyim.
ŞEHRİN KIYILARINA İTİLMİŞ, GÖRÜNMEZ OLMASI BEKLENEN YOKSUL KADINLAR
Sizi ilk olarak Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm”ünden uyarlanan “Dirmit”te izlemiş, oyunu da, tüm oyunu sırtlayan müthiş performansınızı da çok sevmiştim, öncelikle bunu söyleyeyim. “İki Şafak Arasında” da eşi iş kazasına uğramış, onu kaybetme kaygısıyla işverenlerin kendini kurtarma hesapları, oğluna olan sevgisi ve ailesi arasında sıkışmış bir kadını canlandırıyorsunuz. Oyununuz, görece küçük bu rolde de çok sahici ve etkileyici. Bu karakter karşınıza çıktığında ne hissettiniz? Sıkışmışlığının en çok hangi yanı etkiledi mesela sizi? Karakterle karşılaşmanızı ve role hazırlık sürecini biraz anlatır mısınız?
Nezaket Erden: Öncelikle çok teşekkür ederim. Çok mutlu oldum. Serpil karakteri ile ilk karşılaştığım andan itibaren beni en çok etkileyen, tüm o sıkıştırıldığı şeyin içinde var olmayı seçmesi oldu. Serpil şehrin kıyılarına itilen ve görmezden gelinen, görünmez olması beklenen yoksullardan biri. Kocası ise gündüzleri şehrin tehlikeli, kimsenin yapmak istemeyeceği işlerinden birini yapıp geceleri periler gibi görünmez oluyor. Filmde anlıyoruz ki Serpil’in şehirle bu türden bir teması bile yok. Ama kocasının başına gelen iş kazasıyla birlikte birden görmezden gelinemez biri haline geliyor. Ve o da bir kez görünür olduktan sonra kararlarıyla varlığını ortaya koymayı tercih ediyor. Serpil’i böyle bir yerden algılıyorum. Role seçildikten sonra Selman’la yaptığımız provalarda, sette bu duygu hep içimdeydi; Serpil’in görünmezliğinden aldığı güç. Sette ise içine düştüğü bu koşullara bırakmaya çalıştım kendimi. Olayın şoku, şaşkınlığı, korkusu, kaygıları, daha umutlu ve inanan tarafı, vicdan muhasebesi o kadar çok duyguyu bir arada yaşıyor ki… Bundan da çok keyif aldığımı hatırlıyorum oyuncu olarak. Sadece üzülmüyor. Bir sürü duygu iç içe geçiyor.
'SADECE ANA ERKEK KARAKTERİN BELLİ HALLERİNİ GÖSTERMEYE VESİLE OLACAK BİR KADIN KARAKTER BENİ HEYECANLANDIRMIYOR'
Birbirinden çok farklı rolleri canlandırabilecek, oldukça farklı ve renkli bir oyunculuğunuz var, bana göre. Karşınıza daha çok ne tür roller çıkıyor peki?
Nezaket Erden: Çok teşekkür ederim. Birbirinden çok farklı rolleri canlandırabilmek her oyuncu gibi benim de can attığım bir şey. İçimde böyle bir enerjinin olduğunu seziyor ve bu enerjinin bir sürü farklı karakterle karşılaşmasını heyecanla bekliyorum. Başlangıçta taşralı kadın karakterler için düşünülüyordum sıklıkla. Benim için hikaye ve karakterin anlamı önemli oluyor bu noktada tercih yaparken. Serpil’i oynamış olmaktan çok mutluyum mesela anlattığım sebeplerden dolayı. Ama birçoklarını da oynamak beni ilgilendirmedi, ilgilendirmiyor taşralı olmasından bağımsız. Sadece ve sadece ana erkek karakterimizin belli hallerini göstermeye vesile olacak bir karakter beni heyecanlandırmıyor. Az sayıda kadın karakter yazılıyor ve bu sebeple de benim karşıma da benzer şeyler çıkıyor. Yavaş yavaş o yelpaze genişliyor. Mutlu oluyorum.
Sinema, tiyatro ve TV alanlarına dair net bir tercihiniz, önceliğiniz var mı?
Nezaket Erden: Ben genel olarak oynamayı çok seviyorum. Her alanda. Ama senaryo, karakter, hikâye iyi kurulmamışsa, içime sinmezse eziyete dönüşüyor her üçü de. Tiyatro en özgür ve rahat üretebildiğim alan olduğu için hep hayatımda olsun istiyorum. Sinemayı hem seyirci olarak hem oyuncu olarak çok seviyorum. Setin coşkusunu, onca insanın tek bir işi oldurabilmek için çalışma halini çok heyecan verici buluyorum. Hikâyeye ve oynayacağım karakterin ne ifade ettiğine bakıp karar vermeye çalışıyorum. Oynamayı her alanda, her haliyle çok seviyorum.
'KADINLARIN HAYATLA BAŞ ETME HALLERİNDEN, DİRENME KUVVETLERİNDEN ÖĞRENECEK ÇOK ŞEY VAR'
Sinemamızı ve TV dizilerini kadın karakterlerin temsili, çeşitliliği, zenginliği açısından nasıl buluyorsunuz?
Nezaket Erden: Özellikle sinema alanında farklı bakış açıları ve hikâyelerin ortaya çıkmaya başladığını gözlemliyor ve mutlu oluyorum ama kadınların odağında olduğu o kadar az hikaye izleyebiliyoruz ki… Bu hem bir izleyici hem de bir oyuncu olarak beni çok rahatsız ediyor. Genelde ana erkek karakterin bazı hallerini gösterebilmek için yazılmış, varlığı kendiliğinden bir anlam ifade edemeyen kadınlar yazılıyor. Televizyon dizileri bu anlamda daha da kısır ve birçok anlamda problemli bir yerde hala. Umarım tüm bu kalıplar da değişir. Her yaştan, bir sürü kadının hikâyesiyle karşılaşırız. Kadınların yaşam enerjisinden, hayata bakışından, baş etme hallerinden, direnme kuvvetinden öğrenecek çok şey var.
Sizi en çok heyecanlandıran roller, projeler, hayalleriniz?
Nezaket Erden: Beni en çok heyecanlandıran roller genellikle karanlık taraflarımızla bizi yüzleştirecek ve bu anlamda yalnız olmadığımızı hissettirecek roller oluyor. Ya da direnme gücü veren roller… Bu türden rolleri oynamak da izlemek de çok keyif veriyor. Tiyatro Hemhal ile ürettiğimiz oyunlarda hep bu türden karşılaşmalara davet eden karakterler var. Bu türden karakterlerle sinema ve televizyon alanında da karşılaşmayı arzu ediyorum. Bir kısa film yazdım onu gerçekleştirmek istiyorum öncelikle. Senaryo yazma konusunda kendimi geliştirmek ve hayal ettiğim bu karakterleri yazabilmek de istiyorum.
Sırada ne var?
Nezaket Erden: Oynadığım ve bir dijital platformda yakında yayınlanmasını beklediğim bir dizi var. Orada bu zamana kadar oynadıklarımdan farklı bir karakteri oynamıştım. Onu heyecanla bekliyorum. Tiyatro alanında üretimler yapmaya devam ediyoruz. Bu kez yönetmenliği deneyimliyorum. Daha önce oynadım ve uyarlama yapmayı deneyimledim. Şimdi de yönetmeyi deniyorum. Sınırlarımı zorlamayı ve yeni şeyler denemekten keyif alıyorum.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI