Hayrettin Eren'in kardeşi İkbal Eren: Biz hâlâ o karanlık ülkede yaşıyoruz
"43 yıl oldu. 43 yıldır ağabeyimi düşünmediğim bir gün bile geçmedi. Açıldığında yıllarca kapıya bakardık. Babam insan olmaktan çıktı. Annem yaptığı aşureyi aylarca dolapta bekletti."
DUVAR - Galatasaray Meydanı’na çıkan Hazzo Pulo Hanı'nın arkasındaki Meşrutiyet Sokağı üzerinde bir kafede oturuyoruz. İkbal Eren ile 43 yıl önce kaybedilen Hayrettin Eren hakkında konuşurken, bazen duraksayıp 967’inci hafta için Galatasaray Meydanı’na ulaşmak isteyen Cumartesi Anneleri’nin, haber takibinde olan gazetecilerin ve eylemi engellemeye çalışan polisin kovalamacasını görüyoruz. Kayıp yakınları sokaktan geçerken, meydana polise yakalanmadan çıkmak için sürekli yer değiştiriyor. Gazeteciler de uzaktan kayıp yakınlarını takip ediyor. Bazen telefonla, bazen de uzaktan el kol işaretiyle haberleşiyorlar. Sivil polisler ise ara sokaklarda dolaşıyor, sokak başlarında bekliyor, gördüklerini raporluyor.
‘O SESİ HEP BEKLEDİK’
“43 yıl oldu. 43 yıldır ağabeyimi düşünmediğim bir gün bile olmadı. Hepimizin anahtarı vardı. Eğer geç değilse Hayrettin eve girdiğinde annem açsın diye kapıyı çalardı. Kapının önünde terliğini yere koymazdı. Pat diye atardı. Hayrettin’in eve geldiğini bilirdik. O sesi hep bekledik. Anahtarla kapı açıldığında yıllarca hepimiz kapıya bakardık” diyor İkbal Eren, 43 yıl önce devlet tarafından kaybedilen ağabeyini anlatırken.
KİLİSEYE SIĞINMAK…
İstiklal Caddesi’nin arka sokaklarından Şişhane’ye doğru yürürken, Oda Kule’de İnsan Hakları Derneği İstanbul Şube Başkanı Gülseren Yoleri ve HDP'nin önceki dönem İstanbul Milletvekili Oya Ersoy ile karşılaştık. Gülseren Yoleri, poşette sakladığı karanfillerin bir kısmını İkbal Eren’e verdi. İkbal Eren, Yoleri'den aldığı karanfilleri dışardan görünmesin diye çantasına sakladı… Oda Kule’den İstiklal Caddesi’ne geçtik. Caddede bulunan çevik kuvvet ekipleri ile üniformalı polisler İkbal Eren’i tanımadı. Caddede ilerlerken saat henüz 12.00 olmadığı için St. Antuan Kilisesi’nin bahçesine girdik. Hemen ardından Türkiye İşçi Partisi Milletvekili Ahmet Şık, kayıp yakınları İrfan Bilgin ve Maside Ocak geldi. Bir süre kilise bahçesinde bekledikten sonra 11.57’de caddeye çıkarak Galatasaray Meydanı’na doğru yürümeye başladık. Meydana yaklaşık 20 metre yakınlıktaki polisler koşarak kayıp yakınlarını çembere aldı. Basın da alandan uzaklaştırıldı. Milletvekili Ahmet Şık dışında herkes kelepçelenerek gözaltına alındı. İkbal Eren de...
‘BABAM İNSAN OLMAKTAN ÇIKTI’
Eyleme gitmek için ara sokaklardan geçerken İkbal Eren, 43 yıldır verdiği mücadelenin kendilerinde yarattığı travma etkisini anlatıyordu: "Devletin bize can borcu var. Hayatımın üçte ikisi bu mücadelede geçti. Savaş veriyorum. Annem oğlu kaybedildiğinde 47 yaşındaydı. 86 yaşına kadar öyle yaşadı. Devlet bu insanların yaşadıklarını nasıl telafi edecek? Babam insan olmaktan çıktı. Her gün ah vah çekti. Çocuğumu çok sağlıklı büyütemedim. Kardeşim kendi çocuğunu sağlıklı bir şekilde büyütemedi. Bu yaşadığımız travmayı devlet bize nasıl geri verecek? Ben tekrar geri dönüp yaşayabilir miyim? En güzel, en verimli çağlarımızdı. O günlere geri dönebilir miyim? Dönemem... Bizden sonra gelenler de travma yaşadı. Benim kızım bu meydanda panik atak oldu. Hiçbirimiz normal değiliz. Defalarca sokakta yersiz yurtsuz insanların peşine düştük. Bu bir travma. Bunu bana devlet geri verebilir mi? Bunlara rağmen ben abimin nerede olduğunu bilirsem, bu bile mücadelem için zafer olur. En azından babama, anneme olan borcumu ödemiş olurum. Abim için bir şey yapmış olurum."
‘MÜZİĞİ VE SANATI ÇOK SEVERDİ’
“Hayrettin son derece hümanistti. Çok duyarlıydı. Çok iyi bir ağabeydi. Kaybedildi diye değil, öncesinde de onun için kötü söz söyleyen olmadı. İstanbul Üniversitesi'nde okudu. İngilizce öğretmeni olmuştu. Ama hiç öğretmenlik yapamadı. Öğrenciliği sırasında sürekli çalışırdı. Dili gelişsin diye ücretsiz rehberlik yapardı. Babam 'Emekli olursam araba alacağım' diye söz vermişti. Emekli olunca da ona bir Murat 124 almıştı. Hayrettin çok yetenekliydi. Çok iyi resim yapardı. Kara kalem çalışmaları var. Müziği, sanatı çok severdi. Neşeli biriydi. Flüt çalıyordu. Flütleri de kendisi yapardı.”
‘EVİMİZ GECELERİ TARANDI’
Eren ailesi 1950'li yıllarda Çanakkale’den İstanbul Hasköy’e taşındı. Hasköy, yoksul ve işçilerin yoğunlukta yaşadığı bir semtti. 1977-78’de ekonomik krizle birlikte yoksulluğun çok arttığı, karaborsanın yaygınlaştığı dönem Eren ailesini de olumsuz etkilemişti.
“Tüp ve şekerin 'var ama yok' olması kafamızda soru işaretleri oluşturuyordu” diyor İkbal Eren, ve o dönemi şu sözlerle anlatıyor: “Hayrettin bunları daha çok düşünüyordu. Sormayı ve sorgulamayı bilen biriydi. Mahir’lerin Kızıldere’de katledilmesi, Deniz’lerin idam edilmesi hepimizi çok etkiledi. Hayrettin İstanbul içinde tanınan, bilinen, güvenilen ve sevilen biri haline geldi. Bir süre sonra evimiz geceleri basılmaya başlamıştı. 1979’da sürekli kontrol edilmeye başlandı. Evimiz tarandı. Baskı ve tehditlerin ardından 15 Ağustos 1980’de Hasköy’den Avcılar’a taşındık. Birbirimize çok bağlı bir aileydik. Kimse görmesin diye evimizi gece taşımıştık.
‘ÖYLECE VEDALAŞTIK’
Biz evimizi taşıdıktan sonra Hayrettin de aranmaya başlamıştı. Avcılar küçük bir kasabaydı o zaman. İlçeye girişte küçük bir yol ve tüpçü dükkanları vardı. Bir gün Hayrettin arabasıyla eve doğru gelirken karşılaştık. Biraz sohbet ettik. Duş alıp çıkacağını söyledi. Biraz şakalaştık. Yanağımdan makas aldı. Sonra da bir daha görmedim. Hayrettin ile orada öylece vedalaşmış olduk.
O akşam eve gelmedi. Kısa bir süre sonra da 12 Eylül Darbesi oldu. Telefon yoktu. Haber vermesi zordu. Arkadaşından öğrendik. Aksaray’da kurulan bir pusuya düşmüş ve beş arkadaşıyla birlikte gözaltına alınmıştı. Önce Karagümrük Karakolu'na, oradan da Gayrettepe'ye götürülmüş. Annem ve babam Karagümrük Karakolu'na gittiklerinde, gözaltı defterine baktılar. Aralarında Hayrettin’in de olduğu altı kişinin gözaltına alındığı, daha sonra Gayrettepe Karakolu'na sevk edildiği yazıyormuş. Oradan Gayrettepe’ye gittiler. Ama Gayrettepe inkar etti, 'burada yok' dediler. Annem ve babam tekrar Karagümrük Karakolu'na döndüler. Bu kez orada da kayıt olmadığını söylediler. Kayıtlı olan sayfayı yok ettiler. Annem ve babam, 'İki saat önce siz buradan gönderdiniz' dese de, 'O arkadaş yanlış biliyor' yanıtı verildi. Bu sırada hastanelere, karakollara, hapishanelere bakıyorduk. Gözaltı süresi 90 gündü. Eğer gözaltındaysa 90 gün sonra çıkar diyorduk. Bir gün yine Gayrettepe’ye giderken, babamın Hayrettin’e aldığı arabayı gördük. Annem, ‘Siz burada yok diyorsunuz ama arabamız burada niye inkar ediyorsunuz’ dediğinde ise annemin kolundan tutup dışarı attılar. Devlet arabanın peşine de düşmedi. Bu arabanın vergisi nerede? Normalde ben vergi ödemesem devlet tebligat gönderir. Araba babamın üzerineydi. Babama hiç vergi borcu gelmedi.
Hayrettin'i aramaya devam ederken, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde gözaltına alındığı güne ait gazetelere baktım. Bir gazete küçücük bir haber yapmıştı. Hayrettin ve arkadaşlarının gözaltına alındığını yazıyordu. Ama kime ne kanıtlayacaksın ki, muhatap yok. Gözaltının üzerinden 90 gün geçtikten sonra bütün hapishaneleri dolaştık. Hayrettin’in fotoğraflarını tutuklulara sorduk. Hasdal'daki cezaevine gittik. Tel örgü vardı mahkumlarla aramızda. Hayrettin ile birlikte gözaltına alınanların orada olduğunu gördük. Ahmet Öztürk, küçücük bir kağıda yazıp sigara izmaritiyle aşağıya attı. O zaman öğrendik nasıl gözaltına alındıklarını. Onlarla birlikte iki gün kalmış. İki gün sonra Hayrettin’i ayırmışlar. Onlar da sürekli dilekçeler yazarak Hayrettin’i sordular. Ama onlara da cevap verilmedi. Aramalarımız hep sürdü. Annem ve babam sürekli cezaevleri önünde, hastanelerde aradı.
SAVCI ENVER ÖZDEMİR: DAVA AÇARSAM SİZ ÇOCUKLARINIZDAN BEN GÖREVİMDEN OLURUM
Sonra kardeşim Faruk Eren gözaltına alındı. Metris Cezaevi yeni açılmıştı. Mahkumlar üzerinde baskı ve işkence vardı. Aileler cezaevi önünde örgütlenmeye başladı. İçişleri Bakanlığı'na, Adalet Bakanlığı'na ve Emniyet Genel Müdürlüğü'ne gittiler. Kenan Evren nereye gittiyse, anneler de oraya gidiyorlardı. Dava açmak istiyorsun, dava açılmıyor. Babam savcılığa başvurdu. Savcı Enver Özdemir, bizi çağırdı. 'Bu davadan vazgeçin. Dava açarsak siz bu çocuklarınızdan olacaksınız. Ben de bu koltuktan olurum' dedi. Çok şaşırdık. Bir savcının bunu demesi, bize bir şeyleri çok net anlatıyordu. Babam, 'Bu çocuklar benim tasarrufumda. Siz görevinizi yapın. Ben çocuklarla ilgilenirim' dedi. Buna rağmen dava açılmadı. Adalet çalışmadı. Metris önündeki mücadeleden iki tane dernek çıktı. Biri İnsan Hakları Derneği, biri de Tutuklu Aileleri Yardımlaşma Derneği. Annem kurucu olarak yer aldı. Bu dernekler açıldıktan sonra biraz daha konuşulabilir hale geldi. Açıklamalar yapıldı. Fikri Sağlar ilk milletvekili olduğunda onunla görüşmüştük. Hayrettin Eren ile ilgili soru önergesi verdi. Ona da yanıt gelmedi.
Bizden başka kayıp yakını yok diye düşünüyorduk. Hayrettin’in arkadaşlarına ulaşmaya çalıştık. Dava dosyalarından adreslerini aldık. Dönem o kadar kötü ki, direkt soramıyorsun. Sohbet ederek, bakkalda çiklet alarak sorduk. Ağabeyimle birlikte gözaltına alınan Ahmet Ok’un köyünü aradık. Nevşehir’e gittik. Önce görüşmek istemedi. İkna ettik. Bizi görünce ağladı. Ne yaşadıysa anlattı. Cezaevinden çıktıktan sonra her şeyi bırakıp köye gitmişti. Ahmet Öztürk, cezası biter bitmez Erzurum’a askere gönderilmişti. Asker ziyareti gibi gittik. Yüz yüze görüşüp tanıklık etmesini istedik. Hepsi tanıklık etmeyi kabul etti. Noter aracılığıyla tanıklıklarını beyan ettiler. Ama beş tane tanık ifadesine rağmen savcı Enver Özdemir dava açmadı.
1990’lı yıllarda çok fazla gözaltında kaybetme oldu. Ta ki Hasan Ocak, Rıdvan Karakoç ve Fehmi Tosun kaybedilene kadar. İnsan Hakları Derneği'nde görüş alışverişi yaparken Cumartesi Anneleri’nin oturma eylemi başladı. Yavaş yavaş büyüdü. 1995’te ilk oturmaya başlandığında Faruk Eren katılıyordu. Artık o zaman bu ülkede ne olduğunu anlatmaya başladık.
'BABAMIN SON SÖZLERİ, 'PEŞİNİ BIRAKMAYIN' OLDU'
Hayrettin kaybedildiğinde aşure ayıydı. Annem onun için de ayırmıştı. Onun aşuresini aylarca dolapta sakladı. Annem yıllarca Hayrettin’in çok sevdiği zeytinyağlı barbunya yapamadı. Bir şey yesek, 'bunu çok severdi, keşke olsaydı' derdik. Sohbet sırasında 'Hayrettin olsaydı böyle derdi' diyorduk. Avcılar’daki evde uzun süre oturamadık. Ev sahibi bu olaydan dolayı bizi çıkardı. Hayrettin kasım ayında kaybedildi. Biz de şubat ayında taşındık. Yeni evimizi bilmemesine rağmen, her kapı açıldığında kapıya bakardık. Askerlik dönemleri bize yeni eziyet olurdu. Kayıp olmasına rağmen hep karakola çağırırlardı. Her seferinde annem ve babam ifade vermeye giderdi. Ağlayarak eve dönerdi. 2012’ye kadar da böyle devam etti.
Bilerek eziyet yapılıyordu. Seçim dönemlerinde seçmen kağıdı gelirdi. Babam 2012’de vefat etti. Ölmeden önce uyandırdılar. 'Çocuğun peşini bırakmayın' dedi. Ne olur ne olmaz diye babamın saçlarından bir tutam kestim. Hayrettin’in DNA testi için lazım olur diye. Hâlâ tutuyorum. Veraset ilamı çıkaracaktık. Hayrettin kaybedildiği için çıkaramıyorduk. 'Gaiplik kararı alın' dediler. Bu da çok ağır. Ama mecburen yapıyorsunuz. Savcılığa başvurduk. Savcılık tanık istedi. Ahmet Öztürk’ü tanık olarak götürdük. Ahmet Öztürk 1980’de ne söylediyse 2012’de de söyledi. Gaiplik kararı çıktı. Peki 1980’de niye çıkmamıştı? O zaman kabul edilmemişti ama bugün kabul edildi. Burada iç hukuk yollarını tüketemediğimiz için AİHM’e başvuramadık. 1980’de Ahmet Öztürk’ün ifadelerini kabul etmeyen adalet, 2012’de yine aynı ifadeyle Hayrettin Eren’i yok saydı.
Ben Hayrettin için her sene bir şeyler yaparım. 'Senin için bunu yapıyorum' diyorum. Doğum gününde hediye alıyorum. Bunu kimse bilmez. Yılbaşında piyango bileti alırım. Bir tane de onun için alırım. Ne yapıyorsam, onu da içine katarak yapıyorum. Bir yerlerde belki görüyordur, izliyordur. Arjantin'de oldu. Devlet kayıp ailelerinden özür diledi ve faillerini yargılamak için adım attı. Bizde de bu olacak. Herkes için çok değerli olacak. O zaman bu ülke aydınlanacak. Çünkü biz hâlâ o karanlık ülkede yaşıyoruz..."