YAZARLAR

Hem sürgün, hem parasız, hem yatılı

Cemal Süreya’nın şiirlerine yansıyan kodlar, çok daha görünmez kılınmıştır. Dêrsîm katliamını yaşamış bir nüfusun içinden gelmiştir o, bu yüzden onun, deyim yerindeyse, takkıyesi, çok daha derinlerdedir. Burada okuyabildiğimiz ilk kod, “Göç” sözcüğü ve türevleridir.

Başka bir dille yazma pratiğine yakın gözlükle bakıldığında birtakım sosyo-politik, psikanalitik çözümlemelere elverişli verilerle karşılaşılacaktır. Zira başka bir dil, anadile ikame edildiği noktada, bir gerilime neden olur. Yadsıma kadar kabul de, o dilin “sahipleri”nden farklı olacaktır. E. M. Cioran’ın Fransızcasının “pürüzlü” olduğunu ileri sürenlerle Joyce’un Dublinliler’le Ulysses’inin farklı olduğunu söyleyenler, bir yönüyle, bu gerilim ilişkisini imâ ederler. Sözgelimi Joyce, Keltçeyi diriltme çabası veren İrlandalı milliyetçilerle aynı safta durmaz, ona göre ölü bir dil yerine, Mahmut Temizyürek’in deyimiyle, “efendinin dili”yle yazmak daha makbûldür. Ancak Joyce’un İngilizceye kattıkları, sıradan bir İngiliz yazardan çok daha azdır. Özellikle Ulysses’in hemen her cümlesinde bu gerilimli ilişkiyi hissetmek mümkündür.

Yadsıma kadar kabul de dedik. 1924’te ölen Ziya Gökalp’in kitapları 1939 yılına kadar yayımlanmaz sözgelimi. Kemalizmin adını anmadığı temel referanslarından olan Abdullah Cevdet de aynı kaderi yaşar. “Ben yaptığı balda boğulmuş bir arıyım” dizesini biraz da bu eksenden okumak lazım. Rojî Kurd’e yazdığı “Bir Hitab” yazısı, Cumhuriyet tarihi boyunca karşısına çıkacaktır. 1932 yılında uzlet köşesinde ölür. Sonra adı Ankara’nın Çankaya semtinde bir sokağa verilir. Bilindiği gibi bu sokağın adının “Yusuf Halaçoğlu Sokağı” olarak değiştirilmesi önerilmektedir, önerenlerin başındaki zat, üç kuşak önce Sünnileşen bir aileye mensuptur. Efendinin biatı da eksik gördüğü yerde, hele edebiyatta öne çıkan olgu, kodlama olacaktır.

Türkçe yazmak “zorunda kalan/bırakılan” Kürtlerdeki ortak özelliklerden birinin “aşırılık” olduğu ileri sürülebilir. Fuzulî’deki “merkez”i tasavvur ve yüceltme ile simgeleştirme, Nef’î’deki aşırı hiciv, Nâbî’deki taşra ezginliği, hatta yadsımasını buna örnek olarak gösterebiliriz. Ahmed Arif’in 1947’de yayımlanan “Rüstemo” şiiri ise, Cumhuriyet dönemindeki ilk kodlama örneği olarak gösterilebilir (Ahmed Arif şöyle diyor: “Dergiye gönderirken sadece ‘Rüstem’ dedim. O’yu koymadım. O kadar bir uyanıklığım var. ‘Rüstemo’ diye yayımlamazlar dedim” 
R. Durbaş. Ahmed Arif Anlatıyor, 25. Derginin adı Varlık, antolojiyi hazırlayanın adı, Attilâ İlhan’dır). Yine “Bir yanın seccade Acem mülküdür / Bir yanın çığ tutmaz Kafkas ufkudur” dizelerinde de anlatılan ülke, Türkiye değildir. Tabii bu son dizelerin Baki’nin bir şiiriyle metinlerarasılık bağlamında ilişkisi var, ama Ahmed Arif’i yargılayan yargıcın dikkati yerindedir: “Bu hangi ülke?” Şairin yanıtı şu olur: “Ben coğrafya bilmem!” Yaşar Kemal’in Akçasazın Ağaları romanında da benzer bir kodlama vardır. Romanda boyuna terfi alan bir subay, Uso adlı Kürdü döver; bu dayak sahnesi, eğer yanılmıyorsak, altı kez tekrarlanır. Her seferinde anlatıcı, subay için, “Sarışın bir kurda benziyordu” der. Bu ifadeler, Nâzım Hikmet’in Kuvayı Milliye şiirinde Mustafa Kemal için kullanılmaktadır.

İlginç bir biçimde bu edebiyatçılar, kurucu ideolojinin en yakın halkasındaki kurumlarda yer alırlar: Cumhuriyet, Aydınlık, Varlık, Kaynak Yayınları vd. 1942’den itibaren bir tür onarıcı ideoloji olarak kurgulanan ve “Anadoluculuk”, “Hümanizma”, "Mavi Anadolu” gibi adlarla anılan akımdan da etkilenirler. (Bu akım, Kemalizmin “hümanist” yüzüdür. 12 Eylül darbecilerinin yayımlattıkları ilk kitaplardan birinin, Suat Sinanoğlu’nun Türk Hümanizmi kitabı olması anlamlıdır. Birinci basım: 1956, ikinci basım: Kasım 1980). Gürdal Aksoy’un çarpıcı kavramıyla “Anadolu merkezli bir yabancılaşma” söz konusudur burada da.

Anadilleriyle yaşamalarına izin verilmez. Ama onlar efendinin diline bağnaz bir biçimde yaklaşmazlar, onu en hümanist yorumla içerirler. Neyle karşılaşırlarsa, onun tam tersini yansıtırlar, ama en aşırı biçimde. Türkçeyi değme yazar ve şairlerden iyi kullanırlar; maruz kaldıklarının tam tersini yansıtan bir ayna gibi. Ancak ayna, arkasına saklanılan bir şeydir de.

Cemal Süreya, en yakın arkadaşlarına bile Kürt olduğunu açıklamaz, aynanın arkasına saklanır hep. Hatta şimdilerde azılı Kürt düşmanı kesilen ve kendisi de aslen Kürt olan Muzaffer İlhan Erdost, 1967’de Kürtlerle ilgili bir yazı yazmak ister Papirüs dergisinde. Cemal Süreya karşı çıkar, “Bu konuyu deşmeyelim, çok insan ölür sonra” der (F. Perinçek ve N. Duruel, Cemal Süreya: Şairin Hayatı Şiirde Dahil, 68). Kimliğini saklar hep, ama kimliği bir kâbus gibi peşindedir. Bazil Nikitin’in Kürtler adlı kitabını, C.S. adıyla çevirir (Diğer mahlasları: Charles Suarez, Suna Gün, Osman Mazlum, Ali Hakir, Ahmet Gürsu, Genco Gümrah, Temel Gürsu, Osman Fazıl). Şiirindeki coğrafya bütün Türkiye’dir elbette, ama Erzurum, Kars, Mardin, Adilcevaz, Ağrı gibi yerler, ona pek çok şey anlatır. Ahmed Arif’le arkadaşlığı da bu “yakınlık”la pekişen bir şeydir. Nitekim İlhan Berk, Ahmed Arif ve Cemal Süreya’nın yakınlıklarını Kürtlüklerine bağlar. Bu, sonradan özürle geçiştirilse de, pek çok aydının zihninin gerisinde yerini korumuştur.

Cemal Süreya’nın şiirlerine yansıyan kodlar, çok daha görünmez kılınmıştır. Dêrsîm katliamını yaşamış bir nüfusun içinden gelmiştir o, bu yüzden onun, deyim yerindeyse, takkıyesi, çok daha derinlerdedir. Burada okuyabildiğimiz ilk kod, “Göç” sözcüğü ve türevleridir. Hikâyesi şöyle: Cemal Süreya çocukken babaannesine “biz kimiz, neyiz” diye sorar. Babaannesi “menfiyiz” (sürgünüz) diye karşılık verir. Bunun üzerine çocuk Cemal “yani göçmen mi” diye sorar ve olumlu karşılık alır (F. Perinçek, haz. Cemal Süreya Arşivi, 64). 1965 yılında Göçebe adlı şiir kitabı yayımlanır, son kitabının adı ise, “Göç” olacaktır (CSA 9). 1984’te yayımlanan Uçurumda Açan kitabında “Yakındoğu’nun dallı İspanyolcası: Kürtçe” (Sevda Sözleri, 169) dizesine rastlanır. 1988 yılında yayımlanan Sıcak Nal kitabındaki, “O yıllarda ülkemizde / Çeşitli hükümlerle / Yetmiş iki dilden / İkisi yasaklanmıştı: // İkincisi Türkçe” (SS, 222) dizelerinde benzer bir kodlama vardır. Aynı kitapta, “Fırat suyu bütün bir bölgeyi / Takma adlarla / Dolanmak zorundadır” (SS 230) dizeleri göze çarpar. Yeni Yaprak dergisinin Eylül 1989 tarihli nüshasında yayımlanan “Kürtler ve Arnavutlar” şiiri, iki dizedir: “Kürtler yalan söylemek zorunda; / Arnavutlar, doğru” (SS, 297). Yine “Gurbet yavrum garba düşmektir” dizesi de bu bağlamda okunabilir.

Ancak kimliğine ve anadiline dönme isteği, yalnız imgesel dizgede değil, gerçek hayatta da derin ve acılıdır. 1961-1962’de Konya’da görev yaparken, Çağrı dergisine yazılar yazar. Derginin yayın yönetmeni, Türk milliyetçisi bir şair olan Fevzi Halıcı’dır, ki kendisi Konya Kürtlerindendir. Aynı dergide küçük kardeşi Mehdi Halıcı, yani Cemşid Bender de çalışmaktadır. Cemşid Bender, o dönemdeki Cemal Süreya’yı şöyle anlatıyor: “Cemal Süreya, zaman zaman Türk edebiyatında isim yapmış Kürt kökenli şair, öykücü ve romancıları tek tek saymaktan çok zevk alırdı. Ancak hiçbir şekilde kendisinin Tuncelili olduğunu, daha açık bir deyimle Kürt olduğunu söylememişti. Bu gerçeği ilk kez 2000’e Doğru dergisinde öğrendim” (CSA, 40).

23 Kasım 1969’da doğan oğlunun adını, Memo Emrah koyar. 1970’li yıllarda devrimci Kürt örgütlenmeleri, artık iyice “merkez”e yerleşse de Cemal Süreya’yı etkiler. Kürtler çevirisini, sanırız ilk baskısı Komal Yayınları’ndan çıkmıştı, bunun ifadesi saymak lazım. İki kez Kürtçe öğrenmek için alfabe ve gramer kitapları alır. İlkinde bir ay sonra 12 Eylül darbesi olur (CSŞHŞD 14), ikincisinde ise, bir ay sonra ölür. “İnsanın anadilini bilmemesi ne kötü” diye söylenir durur. Sürgünü hiç mi hiç unutmaz. 1987 yılında Ece Ayhan’la yaptığı sohbette, “Daha önce de söylemiştim, ortaokulu bir serçe kentte okudum. Bilecik’te. Ailemiz sürgündü orda. Parasız yatılıydım. Yani hem sürgün, hem parasız, hem yatılı” (Güvercin Curnatası, 158) demiştir. Sürgün onun hayatının ta kendisi olmuştur: “Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, o polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Anam sürgünde öldü, babam sürgünde öldü” (CSA, 64).

1986 yılında onunla Yeni Düşün dergisi için söyleşi yapan Enver Ercan’ın “Dil?” şeklindeki sorusuna şöyle cevap verecektir: “Benim dil serüvenim şu: Küçük çocuk bakıcıya veriliyor, o çocuk kendini bakıcının elinde buluyor; seviyor bakıcısını; onu ana belliyor. Türkçeyle ilişkim böyle. Bir noktada gurbetin aşka dönüşmesi” (GC, 123). Enver Ercan, 9 Mayıs 1988’de bir söyleşi daha yapar onunla ve şiirlerindeki “Doğu acısı”nı sorar. Şairin cevabı şu olur: “Anılarımın kökeninde yer etmiş. Küçükken, altı yedi yaşımda doğduğum yerlerden, evimizden, bahçemizden koparılmıştım. Ardından aileme felaketler gelmişti. Annem ölmüş (hemen ölmüş), babam sonsuz yoksul düşmüştü... Bunlar yer etmiş bende. Bir yerde sanatçı duyarlılığını etkilemiş demek. Silinmezler” (GC, 174).

Çocukluktan kalma bir sır, 80 sonrasında tam bir patlama halinde dışa vuracak. Her yerde Kürt ve sürgün olduğunu anlatacak. Oğlunun, nüfus kaydında adı ‘Memo’ olarak yazılan tek Kürt olmasıyla övünecek. ‘Kadıköy’ün Kürdü’ diyecek ona” (CSŞHŞD, 69). Elini azıcık uzatacak ve yıllardır kodladığı gerçeğine dokunacaktır. Zira o, kendi deyimiyle kurucu ideolojiye övgüler düzmemiş “İkinci Yeni”lerden biridir (Büyük ölçüde doğru bir belirleme. Ama Turgut Uyar’ın İkinci Yeni’den önce çıkan Türkiyem kitabında övgü var. Öte yandan Turgut Uyar, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir şiirinde “Kürdistan” sözcüğünü kullanan ilk şairdir). Dêrsîm’den sürgün edilen pek çok insan gibi asimile olmak yerine, direnmeyi seçer. Söylemek bile fazla; bu direniş insani bir duyarlıkla, eşitlikçi bir dünya görüşüyle gerçekleştirilir.

Yukarıda da belirtildiği gibi “Göç” adlı bir şiir kitabı çıkaracaktı. Bu kitaptaki şiirlerden birinin adı, uzun bir şiir olarak kurgulanan “Fırat”tı. “Zulümler” adlı şiirde ise, Türkiye komünist hareketinin önderlerini yazacaktı. Bu şiirlerden bazı yerlerde, “kitap” diye söz etmektedir. Bir de roman yazmayı tasarlar Cemal Süreya; adı, “Acının Tekniği” olacaktır. Bu romanda, “Türkiye’nin son 50 yılının işkence tarihi”ni anlatacaktır. Diğer çalışmalarından biri ise, bir bölümünü tamamladığı “Bengü Bâde” çevirisidir. Fuzulî’nin bu ünlü yapıtı, ona göre Türk ve Kürt kardeşliğinin bir simgesidir: “Bu uzun şiir Kürtlerin ve Türklerin kucaklaşması olacaktır” (CSŞHŞD, 360). Ancak ömrü yetmez, kehaneti gerçekleşir ve güvercin ömürlerini tamamlar.

Arif Damar, Ay Ayakta Değildi adlı kitabını ona şu sözlerle imzalamıştır: “Ben esmerim / Cemal de.”


Not
: Yazı ilk olarak Esmer Dergisi'nde 19 Temmuz 2006 tarihinde yayınlanmıştır. 


Selim Temo Kimdir?

27 Nisan 1972’de Batman’ın Mêrîna köyünde doğdu.2000 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Etnoloji Bölümü’nden mezun oldu. 1997’de Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü, 1998’de Halkevleri Roman Ödülü’ne değer görüldü. Yüksek lisansını (“Cemal Süreya Şiirinde Bedenin Yazınsallaşması”) ve doktorasını (“Türk Şiirinde Taşra: 1859-1959”) Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. 2009’da Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak çalışmaya başladı. 2011’de, Exeter Üniversitesi’ndeki (İngiltere) Centre for Kurdish Studies’de konuk hocalık yaptı. Hrant Dink Vakfı tarafından “dünyada, geleceğe dair umudu çoğaltan kişiler”den biri sayılarak “2011’in Işıkları” arasında gösterildi. Radikal gazetesinde başladığı köşe yazarlığına (Kasım 2013-Kasım 2014), Ocak 2017’den beridir Gazete Duvar’da devam ediyor. Dört Türkçe iki Kürtçe şiir kitabı, bir romanı, iki antolojisi, 12 çocuk kitabı, yedi roman-öykü çevirisi, iki şiir kitabı çevirisi, bir çevrimyazısı, bir gazete yazıları ve iki edebiyat kuramı kitabı yayımlandı. 6 Ocak 2017’deki 679 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edildi. Amed’de yaşıyor.