Hep bir kumru sesi
Atilla Birkiye’nin “Ev Günleri: Kumrularla Birlikte” adlı güncesi pandemi günlerini kapsıyor, o günleri anlatıyor. Evler çoğumuza boğucu gelmişti ama dışarının da, her zamanki gibi, iç açıcı hali yoktu; salgın, kapitalizmin tüm eşitsizliklerini iyiden iyiye açığa çıkartmıştı. “Ev Günleri” işte bu “cehenneme dönmüş” günleri anlatıyor. Ama “Kumrularla Birlikte” anlatıyor.
“Bittim artık, dayanamayacağım. İşkencelerinden başıma ateşler bastı, gözlerim kararıyor, her şey çevremde fıldır fıldır dönüyor. Beni kurtaracak yok mu? Alın beni bu adamların elinden! Üç atlı bir araba verin bana, troykama yıldırım gibi atlar koşulsun!.. Hey, yiğit arabacım, sür troykayı! Arabamın çıngırakları, şıngır şıngır ötsün! Yiğit atlarım, şahlanın, götürün beni bu cehenneme dönmüş dünyadan! Uçurun, çok uzaklara uçurun! Hiçbir şey görüp işitemeyeceğim yerlere götürün beni.”
Nikolay Gogol’ün o meşhur “Bir Delinin Güncesi” bu sözlerle biter. İtişip kakıştığımız, gülüşüp oynaştığımız bu dünya, bütün Rus edebiyatını “Palto”sundan çıkarmış bu büyük yazar için “cehenneme dönmüş” bir dünyaydı. Tahammül edemiyordu. Nihayet kaçıp gitmek istemişti işte. (Bu firarı da bedeninden önce aklı başardı.)
Günce (ya da günlük) deyince aklıma hep Gogol’ün bu hikâyesi gelir. Bu hikâye, “şuurlu aralıkları olan kısmi bir deli”nin ıstırap dolu hayata katlanma gücü üzerine kuruludur. Dolayısıyla, bu hikâyesiyle Gogol sanki günce denen türü çılgına dönmüş dünyaya ayık kafalı bir tanıklık olarak kodlamış gibidir.
Gogol’e “cehenneme dönmüş” olarak görünen dünya, o günden bugüne kendi cehennemliğinden bir şey yitirmedi. Hatta belirtmek gerekir ki, o cehennemin ıstırabı, sabit bir ıstırap da olmayıp, sürekli artan bir ıstıraptır. Atilla Birkiye’nin “Ev Günleri: Kumrularla Birlikte” adlı güncesini (Literatür Yayınları, Ekim 2023) okurken bunları düşündüm.
Birkiye’nin güncesi, pandemi günlerini kapsıyor, o günleri anlatıyor. Tabii bir yandan da, ertesi yıl (2021’de) yayınlanacak olan iki eserinin, (Nâzım Hikmet’in “Saat 21-22 Şiirleri”ni konu edinen) “Bulutlar Piraye Piraye Diye Geçiyor” adlı deneme kitabıyla, (yine Nâzım Hikmet’in 1927’de İlyiç vapuruyla İstanbul’a yaptığı gizemli yolculuk hakkında bir kurmaca olan) “Şair İstanbul’daydı!” anlatısının yazılış güncesi gibi de. Böylece bu eserlerin yazılış sürecine de tanıklık etmiş oluyoruz.
31 Mart 2020’de başlayıp, 27 Ekim 2021’de bitiyor günce. Bilindiği gibi o günlerde Corona virüs salgını karşısında alınabilecek en etkili tedbir, salgını kontrol edebilmenin en geçerli yolu olarak evlere kapanmıştık. (Uygarlığımızın gelişme düzeyine pek de yakışmamıştı bu “kapanma” ama bilim dünyası bu “ilkel” yöntemin dönemsel olmayabileceğinden de halen endişe duyuyor.) Evler çoğumuza boğucu gelmişti ama dışarının da, her zamanki gibi, iç açıcı hali yoktu; salgın, kapitalizmin tüm eşitsizliklerini iyiden iyiye açığa çıkartmıştı. “Ev Günleri” işte bu “cehenneme dönmüş” günleri anlatıyor. Ama “Kumrularla Birlikte” anlatıyor:
“Erken uyandım, erken ama önceki günlere göre erken, on suları, arkadan gelen kumru sesleri, tipik arka taraf, küçük de olsa bahçeli... Kumrular çocukluğumdaki Eyüp’teki saçaktan beri benimle ... insanları hiç yalnız bırakmaz özellikle de onları sevenleri ... hikâyedeki gibi nereden gelirse gelsin, hep bir kumru sesi gelmeli.”
Evin arka tarafını mesken tutmuş kumrular, bir umut imgesi, ya da Ernst Bloch’un deyimiyle tüm ümitlerin yitirilecek gibi olduğu yerde “yön gösterici levha” gibiler. Bu nitelikleriyle de, Birkiye’nin cehenneme dönmüş dünyaya ayık kafalı bir tanıklık olan güncesinin temelde hayata katlanma gücü üzerine kurulmuş bir günce olduğunun kanıtı gibi duruyorlar.
Her şeyden önce, insanlar içinde bir insan olan bir yazarın güncesi bu. Onun hayatı, onun evreni... Korona, ölüm, roman, Benjamin, aşk, şiir, Parti, Nâzım...
Gündelik izlenimleri, duygulanımları bizi onun zengin evreninde gezintiye çıkarıyor.
Bazen okunan bir kitap vesile oluyor Musil’in bir tuhaf antifaşistliğine, Arendt ile Heidegger arasındaki “akıldışı” aşka, Neruda’nın “Sürgünlük zor zanaat” dizesiyle Nazım Hikmet’in “Şu gurbetlik zor zanaat” dizesi arasındaki ilgi çekici yakınlığa kapılıp gidiyoruz.
Ya da bazen gündelik bir şeyin çağrışımıyla Birkiye’nin belleği sökün ediyor birden, edebiyat ve yayın dünyasından ilgi çekici hatıralara dalıyoruz; YAZKO’nun ofisine, Adam Yayınları’na, Cağaloğlu’na gidiyoruz, Aziz Çalışlar’la, Memet Fuat’la, Asım Bezirci ile buluşuyoruz apansız.
Dedim ya, bir yazarın evreni işte. Özgün, verimli, çalışkan, duyarlı bir yazarın evreni!
(Günceden öğreniyoruz ki, doğumgünü kutlamasını sevmezmiş Birkiye. Küçük amcası Numan Bey, bunu bildiği için “doğayla mücadelende başarılar” dermiş her 29 Mayıs’ta.
Türk edebiyatının büyük emekçisi bu özgün, çalışkan yazarımız gelecek yıl 29 Mayıs’ta yetmiş yaşına basacak. Bence artık güzel bir kutlama yapalım ona, sevse de sevmese de. Yaşının telifi kalkmış olacak, izin almak zorunda değiliz.)
Birkiye, döneme tanıklığında -doğal olarak- kendini, kendi dünyasını anlatıyor. Ama o tanıklıkta, o dünyada hepimizin hakikâti yatıyor. Bunu söylemekle abartmış mı oluyoruz?
Bir insan kendi bireyselliği üzerinden bütün bir hayatın nesnel açıklamasını geliştirebilir mi sahiden?
Dostoyevski, “Hayatın ne olduğunu bilen bir insansanız kendinize danışın yeter” diyor (“Yeraltından Notlar”da). 1978’de yayınlanan ilk yazısından beri, deneme, öykü, şiir, roman, anlatı ve inceleme türünde sayısız eserle hayat üstüne bilgi üreten Birkiye’nin kendine danışma ehliyeti şüphesiz ki var. Üstelik, koca yerkürenin oturma odalarımıza sıkıştığı günlerdi o günler, unutmayalım.
Bu bakımdan Birkiye’nin günlükleri, Hölderlin’in “yorgun alıştırmalar” dediği şeydir aslında.
“Eğer yorgun alıştırmalara tabi tutarsak, anlayışımız alışık olunmayan hallerde bile gücünü korur” diyor Hölderlin, “bilinmedik durumlarda kolaylıkla karışıklığa düşmez.” Birkiye’nin olup biten karşısında her zaman güçlü olan anlayışı (bunun böyle olduğunu önceki çalışmalarından biliyoruz), pandemi gibi istisnai (ve bu yüzden de bilinmedik) bir durumda hemen karışıklığa düşmüyor; kavrayışı net. Günceye yazılan her şey, ıstırap dolu hayata katlanma gücü üzerine kuruluyor, kumrularla birlikte.
Günlük, ilginç bir edebi tür. Güncel deneyimler, güncel duygulanımlar kendi başlarına edebi olmazlar (aslında kendi başlarına hiçbir şey olmazlar). Edebi bir yoruma tabi tutulduklarında, estetik çerçeveye oturtulduklarında edebi hale gelmiş olurlar. Bu yüzden, yeni deneyimi, tam da içinden geçerken betimlemek ve anlatmak, yaratıcı bir icradır. Ancak böyle bir icra ile güncel deneyimler, güncel duygulanımlar güncelin ötesinde bir genişliğe sahip olabilir, ancak o zaman edebi ve estetik geniş içermeler nedeniyle anlam kazanırlar. Aksi takdirde, geçip gidenin anlatısı, artık var olmayan koşulları nakleden saf klişeler olmaya son derece müsaittir.
Dünya edebiyatında Kafka’nın, Zweig’ın, Woolf’un, Pavese’nin (vs.) günlüklerini biliriz.
Bizde, Salâh Birsel 1949’da dergilerde yazmaya ve bunlar 1955’te kitap olarak yayınlanıncaya kadar, bildiğimiz kadarıyla, ne edebi bir tür olarak ne de bu türün ismi olarak, “günlük” diye bir kelime yok. Fransızca’dan alınan “jurnal” var, hem “gazete” hem de “günlük” anlamında.
Gerçi Osmanlı’da “rûznâmeciler” var, “kronikçiler” yani. Sonra, bir yerlere seyahate gidenlerin gezi notları var. Ama bunların hiçbiri edebi tür anlamında günlük değiller, öyle sayılmıyorlar. Salâh Birsel’le başlıyor. Birsel’in ardından Nurullah Ataç’ın, Oktay Akbal’ın günlükleri geliyor.
Bir yazar niçin günlük yazar? Bir yazar için günlük yazmak ne demektir?
Bugün edebiyatta “günlük” diye bir “tür”den söz edebiliyorsak, belki de bunun çıkış kaynağı yazarın kişisel dünyasına ait, yani özel olan ve bu nedenle belki de gizli kalması gerekenlerin yazar tarafından çekincesiz dile getirilmesidir.
Ama yazarlarının sağlıklarında yayınlamadıkları veya yayınlanmasını istemedikleri günlükler de var, Kafka’nınkiler mesela, yakılmasını istemişti.
Birkiye, yayımlamak için yazıyor. Birkiye’nin daha önce yayınlanmış üç adet güncesi var: Saptamalar: Bir Sonbahar Güncesi (1985), Perdelerden Caddelere Dökülüvermiş (1995), Şehirlerarası Arzu (2019). Yani bu türde istikraralı bir yazar. (Daha önce yayınlanan günlüklerini hep dışarıda defeterlere yazmış, sonradan bilgisayara geçirmiş. Şimdi önce deftere yazmaktansa doğrudan bilgisayara yazmanın kolaylaştırıcı yanından söz ediyor.)
Yayımlamak için yazmak, gerçekliği ve içtenliği zedeler mi? Bu koşulda, yazar nesnel olabilir mi?
Birkiye’nin de çok sevdiği Walter Benjamin’in şöye diyor: “Taraf tutamayan susmalıdır. Uğruna mücadele verilen nesne yeterince değerliyse, ‘nesnellik’ taraf olma ruhuna kurban edilmelidir.”
Nesnellik kıstasını kıymetli bir şeye bağlamış Benjamin.
Uğruna mücadele verilen nesne!
O da umuttan başka ne olabilir ki?
Hep bir kumru sesi gelmeli... hep!