Hepimiz boyun fıtığı olacağız
Ekran denen şeyle televizyon sayesinde tanıştık. Aslında hayatın olağan akışına aykırı bir şey olduğunu o zaman anlamalıydık. Cep telefonları o ekranı elimize verdi ve bizi dış dünyaya saldı. Üstelik o ekrana onlarca işlev yükledi. Biri olmasa öbürü için gözümüz kayıyor ekrana.
Çocuklar ilk kez vapura binmişlerdi. Martılara hayretle bakıyorlar, vapur biraz sallanınca hafiften heyecanlanıyorlardı. Anneanneleri onlara Kız Kulesi’ni gösteriyordu: “Hani o meşhur masal var ya, kral kızını kuleye hapsetmiş. İşte o kule burada” Kız çocuğu kuleyi küçük bulduğunu söylüyordu. Kule oğlanın hiç ilgisini çekmemişti, o deniz otobüslerinin hızıyla ilgileniyordu. O sırada anne ve babaları cep telefonlarından sosyal medya hesaplarına bakıyorlardı. Arada ilginç bulduklarını birbirlerine gösterip daha çok dedikodu ediyor gibiydiler.
Çocuklarının ilk vapur gezisindeki heyecanlarından daha ilginç olmalıydı, orada ne varsa...
***
Çocuk salıncakta bir ileri bir geri gidiyordu. Onu sallayan yetişkin kişi tek eliyle cep telefonuna bakıyor tek eliyle de salıncağı idare ediyordu.
Çocuk eğlenmiyordu sadece sallanıyordu.
***
O küçük ekran hayatımızda hatta ekranlar hayatımızda yokken bir kitle iletişim aracı olarak radyo ile ilişkimiz mesafeliydi. Radyo hayatın akışını bozan bir şey değildi. O bütün gün kendi kendine çalar, biz ilgimizi çeken program olursa, işi gücü bırakır, sesini biraz açar dinlerdik. Hatta kadınlar fasulye ayıklar, mantı açar, erkekler dükkanda işlerini yapar, radyo da bir yandan ne söylemek istiyorsa anlatırdı.
Ekran denen şeyle televizyon sayesinde tanıştık. Aslında hayatın olağan akışına aykırı bir şey olduğunu o zaman anlamalıydık. İlk zamanlar sadece akşamları ve haftada iki gün yayın yapıyordu. Ve de hepimiz çoğunluk meraktan yayın başlayınca karşısına oturup sonunda İstiklal marşı yayınlanana kadar izlerdik.
Bu ekran karşısına mıhlanma meselesi, her akşam yayına geçilince de devam etti şüphesiz.
Televizyonun gündüz yayınına geçeceğini açıkladıklarında şu tepkimi çok iyi hatırlıyorum: Ne yapacağız bütün gün ekran karşısında mı oturacağız?
Keşke derdimiz bütün gün kapalı bir mekanda ekran karşısında oturmak olsaymış.
Cep telefonları o ekranı elimize verdi ve bizi dış dünyaya saldı. Üstelik o ekrana banka işlemlerinden bilgisayar oyunlarına, mail alışverişine, müzik dinlemeye, dizi izlemeye, mesajlaşmaya kadar onlarca işlev yükledi.
Biri olmasa öbürü için gözümüz kayıyor ekrana.
***
Çoğumuz tesadüfen yaşıyoruz. Ekran konsantrasyonumuz o kadar yüksek ki, etraftaki tehlikelerin farkında bile değiliz.
Örneğin sabahın erken saatinde kulağında kulaklık, gözü cep telefonunda sakin sakin yoldan karşıya geçen arkadaş, hayatını o sırada üstüne doğru gelmekte olan servis şoförünün dikkatine borçlu olduğunu elbette bilmiyor.
Belediye otobüsünde tek eliyle demire tutunup diğer eliyle telefonunu kurcalarken ani bir frenle sağa sola savrulan arkadaşın üstüne yıkıldığı insanlara teşekkür etmek aklına gelmiyor.
Toplu taşımada gittiği iş görüşmesine dair ayrıntıları cep telefonundan bağıra çağıra anlatan arkadaşın şansı da o sırada o şirketten kimsenin toplu taşıma kullanmıyor olması muhtemelen.
Bir yandan telefondaki mesajlarına bakıp bir yandan da trafikte seyreden şoför arkadaşın kendisini diğer dikkatli sürücülere emanet etmek suretiyle güven içinde yolculuk etmesi pek sorumluca olmasa gerek. Yavaş gittiği ya da şerit ihlali yaptığı için arkasından ‘söylenenleri’ de umursamıyordur muhtemelen.
Aynı şey girdiği bir kuyrukta cep telefonu ekranına baktığı için işleri yavaşlattığının farkında olmayan arkadaşlar için de geçerli.
O küçük ekranın arkasına saklanmak da var elbette. Toplu taşımada yerinden kalkmamak için gözünü ekrandan ayırmayan genç insanlar örneğin. Mendil satanları görmemek için kafasını cep telefonuna gömenler. Ya da karşılıklı koltuklarda birileriyle göz göze gelmemek için cep telefonu ekranına sığınanlar.
***
Ankaralı bir arkadaşım, vapurla karşıdan karşıya geçerken gazetelere göz atmamızı yadırgamıştı “Yahu kuş uçuyor, su akıyor, siz kafanızı gazeteye gömüyorsunuz” diye.
Artık o vapurun pencerelerinden hayatlar geçiyor. Kaçırdığımız sadece kuş uçuşu, su akışı değil.
***
Metroda orta yaşlı bir kadın yanındaki arkadaşına “neye özeniyorum biliyor musun?” dedi “Bekarlara… İstedikleri gibi geziyorlar. Hayatımda bir kere bile kocam ve çocuklarım olmadan seyahat edemedim.”
Küçük bir çocuk annesinin eteğine yapıştı, “bir şeker daha yiyemez miyim anne” diye sordu. Hayır diyen annesine şöyle cevap verdi: Canım sağolsun ama noolur bir tane daha!
Bir genç arkadaşına tezinin içinden çıkamadığını anlatıyordu. “örneklemeni daraltmayı düşündün mü” dedi diğeri. “Belki de bir kısmının konunla doğrudan ilgisi yoktur”… Sonra hararetli bir tartışmaya daldılar. İnerlerken tez daha iyiye gidecek gibi görünüyordu.
Yaşlı çift el ele tutuşmuş inecekleri durağa bakıyorlardı. Metro durduğunda önce adam kalktı sonra kadını elinden tutup kaldırdı. Kadının kırmızı ojeleri çok yakışmıştı. Herkes aceleyle Metroya binmeye çalışırken onlar insanların arasından sıyrılıp gittiler.
Herkes yüksek sesle konuşan bir adamdan rahatsız olmuştu. Nihayet biri adamı daha sessiz olması konusunda uyardı. Adam rahatsız olsa da sesini kıstı. Herkes uyaran kadına gözleriyle teşekkür etti.
Vapurun olmazsa olmazı seyyar satıcı bindi ikinci durakta. Özenle bir masanın üstüne gazete serdi, bir salatalık ve havuç çıkardı. Sonra “şu elimde görmüş olduğunuz salatalık soyacağı...” diye şovuna başladı. O kadar hünerliydi ki, insanlar onun gibi salatalık soyabileceklerine inandılar ve epey bir satış yaptı.
İki sevgili martılara simit attı. Bir martı geniş bir pike yapıp simiti havada kaptı. Vapur iskeleye yaklaşırken suları köpürttü, simitlerin bir kısmı dümene takıldı balıklara yem oldu.
Su aktı, kuş uçtu, daha bir sürü şey oldu…