Her gün D vitamini takviyesi almalı mıyız?

Yetersiz D vitamini yüzünden kalsiyum seviyelerinin düşmesi yorgunluk, kaslarda güçsüzlük, kramp ve hatta depresyona yol açabilir.

Google Haberlere Abone ol

Joe Schwarcz

Herhangi bir eczaneye ya da sağlık gıda satan mağazaya girdiğinizde D vitamini takviyeleriyle dolu raflar görürsünüz. Ardından bir kitapçıya girdiğinizde bu vitaminin mucizelerini anlatan her türden kitabı bulabilirsiniz. Yeterli kan seviyelerinin nelerden meydana geldiğine ve bunlara nasıl ulaşılabileceğine dair birbirinden farklı sonuçlar gösteren binlerce kitap görürsünüz. Bu sizi nereye götürür? Sanırım kafa karışıklığına.

Hiç kuşkusuz, gıdaların bileşiminde bulunan kalsiyum ve fosforun emilebilmesi için D vitaminine ihtiyacımız var. Bu maddeler kemik oluşumunda rol oynadığı için, yetersiz D vitamini seviyesinin kemiklerin zayıflamasına neden olacağı da ortada. Elbette burada sorulacak soru, hangi seviyelerin yetersiz olduğu ve bunlar hakkında ne yapılması gerektiği. 

HAYATİ ÖNEME SAHİP BİR VİTAMİN

Güneş ışığının cildimizde mevcut olan ‘7-dehidrokolesterolü’ D vitaminine dönüştürebilmesi nedeniyle, gün ışığına maruz kalma eksikliği, düşük seviyelerin sebeplerinden biri olabilir. Buna klasik bir örnek, İngiltere’de yaşanan Sanayi Devrimi esnasında fabrikalardan havaya salınan yoğun duman bulutlarının Güneş’i gizlediği bir ortamda, çocuklarda rastlanan ve ‘raşitizm’ adıyla bilinen iskelet deformasyonu salgınıdır. Hâl böyleyken, Güneş ışığı almanın önem taşıdığına dair bir şüphe yok; bununla birlikte, yeterli dozda D vitamini almak için vücudumuzu sahilde kızartmak zorunda değiliz. On beş ilâ otuz dakika boyunca açık havada dolaşmak da aynı işi yapar. Yanı sıra, vücudumuz karaciğerde D vitamini depolar; bundan dolayı birkaç gün karanlıkta kısılıp kalmak da sorun olmaz. Ne var ki, uzun sürelerle iç mekanlara kapanıp kaldığımız kuzey iklimlerinde, kışın kan seviyelerinin düşmesi muhtemel bir durum.

Peki, D vitamini eksikliği yaşadığımızı nasıl anlarız? Öncelikle kan testiyle olabilir. Öte yandan, bunun nasıl yorumlanacağı meselesi var. 2010 yılında, sağlığa ilişkin konularda kamusal danışmanlık yapmakla görevli bir grup uzmandan oluşan ‘Amerikan Tıp Enstitüsü’ (IOM), kan seviyeleri ve kemik gücüne dair var olan verileri gözden geçirdi. Ulaştıkları sonuç, mililitre kan başına 20 nanogram D vitamininin yeterli bir koruma sağladığı idi. (20 ng / mL, aynı zamanda kullanılan diğer birim olan 50 mmol / L’ye eşdeğerdir.) Bu çoğunlukla ve yanlışlıkla, koruma için gereken en düşük miktarın 20 ng / mL olduğu ve daha fazlasının daha iyi olduğu manasına geliyor gibi yorumlandı. İşin gerçeği, IOM analizi aslında 12-15 ng / mL’nin yeterli olduğunu belirtiyordu; fakat ‘sadece emin olmak için’ 20 ng / mL önermişti. 

Bir yıl sonra ABD Endokrin Derneği bundan farklı bir sonuç açıkladı. En düşük seviye 30 ng / mL idi ve ‘yeteceğinden’ emin olmak için 40-60 ng / mL öneriyordu. Gerekçesi, derneğin D vitamininin kemik sağlığı dışındaki muhtemel yararlarını dikkate almasıydı. Mesela, yetersiz D vitamini yüzünden kalsiyum seviyeleri düşerse, ‘paratiroid’ bezleri aşırı faal bir hale gelebilir ve kandaki kalsiyumu normalleştirmek için bir hormon salgılayabilir. Bu tür bir ‘hiperparatiroidizm’ yorgunluk, kaslarda güçsüzlük, kramp ve hatta depresyona yol açabilir. Kandaki vitamin seviyesinin 40-60 ng / mL olması için çaba gösterilmesi önerisi ise tartışmasız değildi; kimi uzmanlar, Endokrin Derneği komitesi başkanının D vitamini takviyesi satan bir şirketle olan bağlantısı yüzünden bir çıkar çatışması yaşandığını öne sürdü. 

İDDİALAR GERÇEK Mİ?

Kitapçı raflarından aldığınız D vitaminine ilişkin kitapları gözden geçirdiğiniz zaman, yalnızca süper sağlam kemiklere sahip olmak için değil, aynı zamanda sizi kalp hastalığından, kanserden ve şeker hastalığından koruması için gerçekten bu vitamine yönelmeniz gerektiğini öğrenir ve bu konudaki pek çok referansla dolup taşarsınız. Mesela, daha önce kalp-damar sorunu yaşamamış yaklaşık 1700 kişiyi 5 yıl boyunca takip eden Framingham Kalp Araştırması’ndan, kandaki düşük D vitamini seviyeleri ile kalp hastalığı geliştirme riskinin artması arasında bir bağıntı olduğunu öğrenebilirsiniz. Ya da kandaki daha yüksek D vitamini seviyelerinin daha düşük tip 2 diyabet insidansı ile ilişkili olduğunu gösteren Norveç merkezli bir araştırmaya da rastlayabilirsiniz. Bununla beraber, buna benzer gözlem bazlı araştırmalara şüpheyle yaklaşılması gerektiğini unutmayın. Düşük D vitamini seviyesi görülen kişiler yetersiz biçimde besleniyor olabilir ve kalp hastalığına ilişkin artıştan sorumlu olan beslenme tarzlarının farklı bir yönü daha olabilir. ‘Bağıntı nedensellik değildir’, pek sık tekrarlanamayan bir prensiptir!

Öte yandan, bu gözlemsel araştırmalar büyük bir ilgi gördü ve binlerce deneğe günde 4000 IU (100 mikrogram) kadar D vitamini verilen ve yıllar boyunca takip edilen rastgele, plasebo kontrollü araştırmaları teşvik etti. Ulaşılan neticeler kafa karıştırıcıydı. Vitamin takviyeleri kalp hastalığına, diyabete, kansere, atriyal fibrilasyona, denge sorununa ve hatta kırıklara karşı hiçbir koruma sunmadı. Yine de bunun sebebi, bu araştırmalarda yer alan deneklerin genel nüfusu temsil etmemesi olabilirdi. Deneklerin yaklaşık yüzde 85’inde hâlihazırda 20 ng / mL’nin üzerinde kan seviyeleri mevcuttu; dolayısıyla bir eksiklik yoktu. Fakat romatoid artrit, Crohn hastalığı ve sedef hastalığı gibi otoimmün hastalıklar açısından kimi olumlu bulgular söz konusuydu. İki yıl boyunca her gün 2000 IU takviyesi alınması halinde semptomlar azalıyordu.

NE KADAR ALMAK GEREK?

Genel nüfus söz konusu olduğunda, birkaç araştırma eksiklikleri belgelemiştir. Hem ABD’deki Ulusal Sağlık ve Beslenme İnceleme Araştırması (NHANES) hem de İngiltere’deki Biobank araştırması, nüfusun yaklaşık yüzde 30’unun 20 ng / mL’den daha düşük kan seviyelerine sahip olduğunu ortaya çıkardı.

Peki bu bilgi bizi nereye götürür? Dünya genelinde çoğu sağlık kuruluşu, 20 ilâ 30 ng / mL’lik kan seviyelerinin yeterli olduğu ve bunun günlük yaklaşık 400-600 IU D vitamini alımıyla karşılanabileceği hususunda hemfikir. Bununla birlikte, D vitamini besinlerde yaygın biçimde bulunmadığından bu takviye o kadar da kolay karşılanamıyor. Yağlı balık, mantar, yumurta sarısı, zenginleştirilmiş süt ürünleri ve tahıl en iyi D vitamini kaynaklarıdır; buna karşın, gün ışığı görmeyen bir vücudun ihtiyaçlarını karşılaması pek muhtemel görünmüyor. Bu durum özellikle de böbrek, karaciğer, Crohn ya da çölyak hastalığı olan kişiler için bir sorun yaratır. Bu koşullar ya vitaminin emilimini ya da aktif formu olan 1,25-dihidroksivitamin D’ye dönüşmesini engeller. Bu tür bir durumda takviyeler kesinlikle gereklidir.

Peki ya güvenilir düzey olan 600-1000 IU dozunu alan sağlıklı insanlar, bunu ‘yalnızca garanti olsun’ diye mi yapıyor? Aslında, pek çok insan açısından hem besinlerden hem de Güneş’ten D vitamini edinme meselesi hala belirsiz. Dahası, Covid-19 enfeksiyonunun şiddetinde azalma da dahil olmak üzere D vitamininin bağışıklık sisteminin işleyişinde oynadığı diğer rollere dair yayınlanmış araştırmalar mevcut. Bütün bu bilgileri sindirdikten sonra, günde 1000 IU’luk bir hapın ‘yalnızca garanti için’ içilmesinin kötü bir fikir olmadığı neticesine ulaştım.


Yazının orijinali McGill Üniversitesi sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)