‘Her şeye rağmen’ parlayan ateşböceklerini görmek
Georges Didi-Huberman’ın 'Ateş Böceklerinin Var Kalma Mücadelesi' kitabı, Halil Yiğit çevirisiyle Norgunk Yayınları tarafından yayımlandı.
"Peki sahiden ateşböcekleri kayıp mı oldular? Hem de hepsi birden mi? Hâlâ aralıklarla da olsa olağanüstü sinyallerini gönderiyorlar mı? Eğer öyleyse nereden? Hâlâ bir yerde birbirlerini arıyorlar mı? Kendi aralarında konuşuyorlar mı? Azgın projektörlere, karanlık geceye, totaliter makineye ve her şeye rağmen birbirlerini seviyorlar mı?"
Bu soruları Georges Didi-Huberman’ın, 'Ateşböceklerinin Var Kalma Mücadelesi' kitabından alıntıladım. Düşünürü takip edenlerin sezebileceği gibi o, bu kitabında da bir metafor yardımıyla fikrini genişletiyor. Ateşböcekleri burada daha çok dünyanın içinde bulunduğu tüm olumsuzluklara karşı "her şeye rağmen" var kalma mücadelelerini sürdürenleri temsil ediyor. Ancak ateşböceklerinin gerçek ve imge arasında bir yere yerleştiği de söylenebilir metinde. Çünkü Fœssel’in "Gece 'Tanıksız Yaşam''(1) kitabında bahsettiği gibi aşırı yapay aydınlatmanın, "gececil deneyimleri" yok ettiği bir zamanda yaşıyoruz. Bu özellikle hayatta kalabilmek için gündüz ve gece değişimini algılamaya ihtiyaç duyan ekosistemlerin var kalma çabasını olumsuz etkiliyor. Bu nedenle Didi-Huberman’ın "azgın projektörleri" vurgulamasını hatırlarsak, metinde ateşböcekleri bahsini sadece imgesel olarak yorumlayamıyoruz bana kalırsa.
PASOLİNİ VE HALKTAN VAZGEÇİŞ
Didi-Huberman, ateşböcekleri üzerinden geliştirdiği tartışmasını Dante’den Pier Paolo Pasolini’ye, sonrasında Agamben’e kadar genişletiyor. Onun ateşböceklerini direnen imgeler olarak kurmasının asıl nedeni ise Pasolini’nin 1975’te 'İtalya’daki İktidar Boşluğu' adıyla yayımlanan, sonrasında 'Ateşböcekleri Makalesi' olarak ünlenen metni. Bu metnin dönemi önemli çünkü 1970’lerde neo-faşizmin İtalya’yı etkilediği bir zamanda yazılıyor. Didi-Huberman’a göre, "Ateşböcekleri üzerine yazdığı bu metinde Pasolini’nin protestosuna, onun çağdaş İtalyan toplumunda gözlemlediği, ‘iktidar boşluğunun’ estetik, siyasal hatta ekonomik boyutları da eklenir. Boşluğun aşırı ışığa maruz kalmış iktidarında artık tüketim malına dönüşmüş bir kaygısızlık hakimdir." Bu yazıda Pasolini, bugüne kadar inandığı halktan vazgeçişini ima eden bir metin ortaya çıkarır; Didi-Huberman’ın vurgusuyla "tüketim malına dönüşmüş kaygısızlık" biraz da bunu imler ve Pasolini yenilgiyi kabul ettiğini ortaya koyar.
Aslında, Pasolini’nin karamsar olmak için her türlü sebebi olduğu düşünülebilir çünkü içinde bulunduğu zaman, insanda her şeyin sonu hissi uyandırabilecek tarihsel bir süreçtir. Oysa Pasolini’nin üretimlerinin yüzü halka dönüktür ki kitapta buna dikkat çekiliyor: "Onun halka olan aşkı özellikle ellili yıllardaki yazılarında ve altmışlı yıllardaki bütün filmlerinde görülür. Bölgesel ağızları kullanması, Tanrı’nın Şehri’nin Tarihleri ( Storie della città di Dio), veya Kumun Uzun Yolu (La lunga strada di sabbia) gibi yapıtlarında alt sınıfları ön plana alması, çağdaşı Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri adlı eserini okuduktan sonra Dilenci (Accottone)… gibi filmlerinde varoşların sefaletini temsil etmesi…" Kısacası, Pasolini’nin yapıtlarında "halka olan aşkını" görebildiğimiz pek çok örnek vardır. Ancak o 'Ateş Böcekleri' makalesinde tersi bir perspektife düşer çünkü içinde bulunduğu koşullarla düşünür, aşırı "aydınlatılmış" bir zamanda ateşböcekleriyle birlikte halkın gerçekliğinin de kaybolduğunu ilan eder.
Pasolini’nin vazgeçişi Didi-Huberman tarafından "kıyamet vizyonu" olarak yorumlanır. Ona göre; "Böyle bir düşünceye katılmak, tam olarak onların makinesinin bizi inandırmak istediği şeye fırsat vermektir. Yalnızca karanlık geceyi veya projektörlerin ışığını görmektir. Bu, kazananların tarafında olmak, makinenin hiçbir tepki ve dirençle karşılaşmadan işini bitirdiğine ikna olmaktır. Bu yalnızca her şeyi görmek, ancak mümkün olabilecek çatlak anları, kesintileri, göçebelikleri, olanakları, açık kapıları, parıltıları ve her şeye rağmeni görememektir."
Dünyayı içinde bulunduğu koşullar üzerinden yorumlama hali geçmişte veya şimdide büyük parıltılı anlar olmasa bile kısık ışığıyla bir yerlerde var kalma mücadelesi verenleri gözden kaçırmaya sebep olabilir. Böyle bir bakış açısının, Didi-Huberman’ı Eagleton’ın kullandığı anlamda "boş iyimserliğe" kapılmış olabileceğini de düşündürebilir okura. Ancak tam tersine o dünyanın gerçekliğinin farkında olduğunu metin boyunca sezdiriyor. Mesela, metnin bir yerinde şöyle söylüyor: "Karamsar olmak için her türlü neden var, ancak geceleyin gözlerimizi açıp pes etmeden yer değiştirmek ve ateşböceklerini aramak da bir o kadar elzem." Düşünürün bahsi dünyada karamsarlığın egemen olduğu zamanlarda "her şeye rağmen"i ıskalamamayı hatırlatıyor, tıpkı aşırı aydınlatılmış bir gecede ateşböceklerini görmek için harcanan çabaya benziyor bu. Çünkü yine onun deyimiyle, "Onlar yalnızca izleyicilerinin onları takip etmekten vazgeçtikleri anda ‘ortadan kaybolurlar’."
Bu nedenle bir yerlerde arzuyla parlamayı sürdürenleri, kaçış çizgisi yaratanları, düz bir şekilde sürüyormuş gibi görünen zamanda çatlak oluşturanları görmek, onların var kalma mücadelelerine kulak kesilmek kıyametçi fikirlere kapılmamamız açısından önemli ki bu durumda, Pasolini’nin tavrı görmek için çabalamayı bırakmak olarak yorumlanabilir. Çünkü Didi-Huberman’a göre, "1975’te Pasolini kendisiyle çelişme pahasına toplumun iflah olmaz şekilde bir bütün olarak köleleştiğini varsayacaktır: 'Bu kesinlikle bir kıyamet vizyonudur…'" Kısacası, Pasolini kendi arzusuyla "her şeye rağmen"i görmeyi bırakarak halktan da vazgeçmiş olur.
Didi-Huberman’ın ona yönelik itirazının temeli de buna dayanır ve şu soruları sorar: "Var kalma mücadelelerinin tükendiğini nasıl beyan edebiliriz? Bu, saplantılarımızın, genel olarak hafızamızın ölümünü ilan etmek değil midir?" Bana kalırsa düşünürün ikinci sorusu, şu an içinde yaşadığımız zamana dair de bir şeyler söylüyor çünkü "şimdicilik", yani zamanı şu anın karanlığıyla düşünmek, hafızamızı bir kenara itmemize sebep olabiliyor. Bu da geçmişin direnen anlarından uzaklaşmayı, onları yaratılmış ve şimdide tamamlanmayı bekleyen başlangıç zamanları olarak düşünememeye sebep oluyor.
AGAMBEN, YIKIM VE KIYAMET
Didi-Huberman’ın "kıyamet vizyonu" kavramıyla ele aldığı düşünürlerden biri Giorgio Agamben. O, Pasolini ve Agamben arasında karşılaştırma yaparak ilerlettiği tartışmasında iki ismin de aslında "ihlalci" olduğunu yani "karşı düşünürler" kategorisinde değerlendirilebileceğini hatırlatıyor. Ancak Agamben, metinlerinde zamansallığı inkâr etmeyen bir düşünce izleği oluştursa da, Pasolini gibi kıyametçi vizyona düşmekten kurtulamıyor.
Didi-Huberman, Agamben’in metinlerini kat ediyor, mesela onun kıyametçi fikirlere kapıldığı anlardan birinden şöyle söz ediyor: "Giorgio Agamben’in tarih üzerine kaleme aldığı ilk kitapta, kitabın alt başlığında bile yıkım kelimesi geçer. Bu kelimede yankılanan teşhis, şimdiki zamanların dışında, eserin daha ilk satırlarında ortaya koyulan bir teşhistir: ‘Tecrübe hakkındaki bütün söylemler şu çıkarımdan yola çıkmalıdır: Tecrübe kendini bizlere artık gerçekleştirilebilir bir şey olarak sunmaz. Çünkü çağdaş insan, biyografisinin içi nasıl boşaldıysa, kendisini de tecrübesinden yoksun bırakılmış bir durumda bulur…" Didi-Huberman’a göre burada işaret edilen, "aleni bir kıyamet" durumudur çünkü Agamben bir "yıkım" fikrinden söz ederek tecrübenin yokluğunu ilan etmiş olur.
Tecrübe meselesini Walter Benjamin de tartışır. Agamben gibi o da Birinci Dünya Savaşı’nı anımsatır. Didi-Huberman, 'Deneyim ve Yoksulluk' ve 'Hikaye Anlatıcısı'nı bu bağlamda ele alıyor. Benjamin şunu söylüyor: "Bu tıpkı bize devredilemez gibi görünen, diğerlerine göre sağlam melekemizin elimizden alınmış olması gibi bir durum: yani tecrübelerin melekesinin… Bu fenomenin sebeplerinden biri gözden kaçar: tecrübenin değeri düştü. Ve görünüşe göre bu düşüşün sonu yokmuş gibi görünüyor." Agamben’in bahsiyle Benjamin’in sözünü ettiği durum arasında fark vardır. O, "tecrübenin değerinin düştüğünü" kabul eder ama bunu bir “yıkım” perspektifiyle ele almaz. Bir "düşüş" vardır ama yerinden kaldırılamaz değildir. O, meseleyi daha çok bir değişim olarak yorumlar: "Dünya savaşıyla birlikte, durmak bilmeyen bir değişim yaşanmaya başladı. Ateşkes anında, savaş alanından dönen dilini yutmuş insanlar görmedik mi- insanlar aktarılabilen tecrübeler konusunda zenginleşmedi, fakirleşti…"
Burada bana kalırsa Benjamin, yaşananın ifadeye dönüşemeyecek kadar zor bir tecrübe olmasından da bahsediyor bir tür dilsizleşme hali, "fakirleşme" ama son değil çünkü tanıklık zamanla birlikte tamir edilebilen ve sonrasında cümleye dönüşebilen bir durum. O anın içinden düşününce "tecrübenin değerinin düştüğü" kabul edilebilir ancak zamanı işin içine kattığımızda burada olduğu gibi, bu bizi her şeyin sonu fikrinden koruyabilir.
Didi-Huberman, Agamben’in tecrübeyi "yıkımla" ilişkilendirmesini Pasolini’de tespit ettiği kıyamet fikriyle ilişkilendiriyor: "Burada konu, Pasolini’nin kabul ettiği gibi bir kıyamet vizyonu meselesidir. Ya da daha doğrusu, işlemeye devam eden ‘zamanı görmenin’ kıyametçi bir yorumu. Pasolini artık insanlığın ortadan kalktığını söylediğinde veya Giorgio Agamben çağdaş insanın ‘tecrübesinin elinden alındığını’ dile getirdiğinde, kendimizi her seferinde kıyametimsi bir zaman ve mekânın kör edici ışığının altında görürüz." Böyle bir bakış, bizi her şeyin sonu geldi fikrine götürürken "var kalma mücadelelerini" görmemeye itebilir çünkü dünyanın zor zamanlarında onları görmek, daha önce de bahsettiğimiz gibi, aşırı aydınlatılmış bir gecede ateşböceklerini görmek için gösterilen çabaya benzer.
Zira Didi Huberman’ın dikkat çektiği gibi, "Yalnızca dini gelenek kıyametin ötesinde kurtuluşu ve insani şeylerin yıkımını vaat eder. Var kalma mücadeleleri, yalnızca tarihsel zamanın içeriğiyle ilgilenir: kurtarıcı bir değerleri yoktur." Metinle birlikte düşündüğümüzde şunu söyleyebiliriz; var kalma mücadeleleri bize nihai bir kurtuluş umudu vermez, tarih içinde parlayan anları, direnenlerin varlıklarını hatırlatır ve böylece her an gerçekleşebilecek olanın umudunu devam ettirir. Böylece bu mücadeleler, "bizi tam olarak özgürlüğümüz için bir ‘son’ açığa çıkarmanın veya nihai kurtuluşun gerekli olduğuna inanmaktan kurtarırlar."
İMGE VE UFUK
Kitabın tartışmasında Agamben’in 'İstina Hali', 'Saltanat ve Şan' gibi metinleri de tartışılıyor. Didi-Huberman bu metinlerde tespit ettiği "kıyamet vizyonu"nu Benjamin düşüncesiyle birlikte ele alıyor. Onun metin boyunca yapmaya çalıştığı şeylerden biri "imgeyi", "ufuk"tan özgürleştirmek. Mesela ona göre, Agamben bize "büyük bir ciddiyet ve şiddetle, bu değer yitimi için (tecrübenin değerinin düşmesine gönderme yapıyor) nihai bir ufuk gösterir. Ancak bu yönde çok uzağa gitmek paradoksal olarak, kendini yürünmesi gerekli olan yolun yalnızca yarısını kat etmeye mahkûm etmektir." Düşünür burada "ufuk" yerine Benjamin’in "diyalektik imge"sini koyuyor ve bu imgeyi şöyle yorumluyor: "Var kalma mücadelesini sürdürmenin ve sürpriz ataklarla böylesi bir değerler düzenine direnmenin paha biçilmez anlarını gün ışığına çıkarmaktan ibarettir." Böyle bir "imgeyle" düşünme; "değerler düzeni" içinde direnen anları, düşüşte olsa bile gerçekleşmiş tecrübeyi görmeyi sağlar çünkü tecrübe yapısı itibariyle sonu değil sonsuz olanı imler, yaşanmış olan ne olursa olsun o an silinemez.
"Ufuk", sanırım şöyle hayal edilebilir; geleceğe doğru uzanan ve özü itibariyle bize ulaşılacak bir amaç vaat eden zaman çizgisi. İmge bize "küçük" olanı, "fakirleşmeye" rağmen direnen yanı hatırlatırken, ufuk zamanda hiç sapma olmayacakmış gibi düşünmeyi getirir. Çünkü Didi-Huberman’ın söylediği gibi, "İmge, kısa aralıklarla yanıp sönen lucciola’dır (bir ateşböceği cinsi); ufuk ise nihai zamanların içinde, totalitarizmin tutuk zamanlarında veya kıyamet gününün tükenmiş zamanlarında yıkanan luce’dir (ışık). Ufka odaklandığımızda o ânı ve içinde var kalma mücadelesi verenleri veya geçmişte tecrübe edilmiş direnen yanı göremeyebiliriz.
Georges Didi-Huberman’ın 'Ateş Böceklerinin Var Kalma Mücadelesi' kitabı, Halil Yiğit çevirisiyle Norgunk Yayınları tarafından basıldı. Metin, bize her türlü karamsarlığa kapılmanın mümkün olmadığı zamanlarda bile var kalma mücadelelerini görmeyi bırakmamanın önemini hatırlatıyor, böyle bir bakışın bizi kıyametçi görüşlerden de koruyacağını düşündürüyor.
Metinde Benjamin’in Pascal’dan alıntıladığı gibi, "Kimse geriye hiçbir şey bırakamayacak kadar yoksul ölmez". Tıpkı, "Marika Friedmanova’nın on bir yaşındayken, Auschwitz’e sürülüp gazla öldürülmeden hemen önce, Terezen toplama kampında sararmış bir kâğıda çizdiği küçük kelebekler gibi…" Bu nedenle geriye ne kaldıysa ondaki gücü bulmak, biz görmeye devam ettiğimiz sürece ateşböceklerinin parlamayı sürdüreceğini hatırlamak önemli görünüyor.
1. Çev. Alâra Kuset, Otonom Yayıncılık, 2022.
Emek Erez Kimdir?
Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.
Platonov yazıları: Umutlu zamanlar, edebiyat, emek ve trajedi 24 Mayıs 2024
Güç bir kişide toplanırsa 17 Mayıs 2024
‘Umutsuz Karakterler’: Sınıfsal hezeyanlar, ayrıcalık kaybı endişesi 03 Mayıs 2024
Hayvanlarla ilişkiyi yeniden düşünmek için mitoslar 26 Nisan 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI