Her şeyin içinde güzellik ve gerçeği bulmak
Van Gogh sadece rengi ve ışığı değil, yemek tadını da keşfetmiş, parasızlıktan bu zevkten uzak kalmıştır. O nedenle de mutfağa nadiren girmiştir. Kaldı ki, o yıllarda bekar erkeklerin yemeklerini evde yeme adeti de vardır… Paris'te yaşarken Kardeşi Theo ile Montmartre'deki restoranlarda birlikte yemek yemek onun mutlu anlarından olacaktır.
"Size Vincent van Gogh’tan ağzınızın suyunu akıtacak bir tarifi, ‘Karamelize Soğan’ sunuyorum” anonsunu okuyunca (Mariapia Bruno) ister istemez, hem bu tarife baktım, hem Van Gogh’un dünyasında yemeğin ne denli yer tuttuğuna… Önce kaynatılıp sonra ayıklanan biraz arpacık soğan ile Van Gogh’un karamelize soğanını yapmak kolaydı. Bir tavaya soğanlar çok az şeker serperek yerleştiriliyor, üzerlerini örtecek kadar su, tuz ve tereyağ ekleniyor. Ve yağlı kayıt ile kapatılıyor ve 25-30 dakika pişiriliyor. İşte bu kadar. Tabii ki karamelize soğan başka pişirilenlere eşlik edebilir, sos olarak kullanılabilir.
Mariapia Bruno’ya sanatçı resimlerine ve yemek tariflerine de yer verdiği ‘Let's bake Art’ kitabı nedeniyle teşekkür ederiz. Ama bir kitap daha var, Van Gogh müzesi müdürlüğü de yapmış Fred Leeman tarafından yazılmış Auberge'de Ravoux’da Van Gogh'un Masası. Bu kitabın yaptığı en iyi iş, Van Gogh kübist Picasso gibi yemek tutkusu yüksek bir ressam olmasa da okuyucuyu restoranıyla da tanınan bir mekâna götürmesidir. Eğer fırsat ve zaman olursa bu kitabın kılavuzluğu ile Fransa’nın Auvers-sur-Oise köyünde, Van Gogh’un oda ve yemek için günlük 3,5 frank ödeyerek kaldığı, Van Gogh Evi (Maison de Van Gogh) olarak da bilinen Auberge Ravoux'daki masalardan birinde oturabilir, üstelik kaliteli şaraplarından tadabilirsiniz.
L’ Auberge Ravoux 1876'da başladığında şarap satılan-içilen bir mekanmış, sonra mobilyalı kiralık odalar ve restoran eklenmiş. Vincent van Gogh'un masası yemek odasının arkalarında bir yerdeyken, sonraki yıllarda Kültür Bakanı olduğu evrede romancı, sanat tarihçisi André Malraux masayı daha görünür bir yere aldırtır.
L’ Auberge Ravoux bugün sanat ve gastronomi tutkunlarına hizmet veriyor. Ama ziyaretçiyi içeri davet ederken, Van Gogh'un kız kardeşi Willemien'a yazdığı mektuptan (1889) şu satırları hatırlatır:
"Eşsiz (Charles) Dickens'ın intihara karşı reçete ettiği bir kadeh şarap, bir parça ekmek ve peynir ve pipo tütününden oluşan çareyi her gün alıyorum.”
Bir yerde okumuştum, “Van Gogh'un temel gıdaları kahve, tütün ve ekmekti” yazıyordu. Pipo içen Vincent van Gogh portresi tütüne bağımlılığının göstergesi sayılabilir….
Auberge Ravoux’nun günümüzdeki işletmecileri, bir kadeh şarap eşliğinde güzel şarküteri ve/veya peynir tabakları sunarak bu "çareyi" devraldığını ve Auberge Ravoux’nun geçmişten bu yana kaliteli şarap sunmaya -deneyimli sommelier yardımıyla- devam etmekte olan bir yer olduğunu, hatta ekmek ve kruvasanlarının da Auvers'teki fırınlardan geldiğini söyleyeceklerdir. Tabii ki, üst kattaki Van Gogh’un kaldığı odayı da görebilirsiniz.
Auberge'de Ravoux’da Van Gogh'un Masası kitabında Alexandra Leaf'in ‘Yemek Tarihi’ incelemesi ve Van Gogh'un yediği yemeklerin tarifleri de okunabiliyor… Kaldı ki Alexandra Leaf 19.yüzyıl Fransa'sı Empresyonistlerin Sofrasından Tarifler ve Gastronomisi kitabının da yazarıdır. Kitap, tarifler-menülerle birlikte dönemden fotoğraflar, Empresyonist ressamların tablolarını içeren önemli bir başvuru kaynağı.
Auberge Ravoux’da kaldığı günlerde önemli desteği olan ve Van Gogh portresini yaptığı için yüzünü kolayca göz önüne getirebileceğimiz Dr. Gachet’den Alexandra Leaf yazısının Dr. Gachet ile Pazar Öğle Yemeği başlıklı bölümünde söz eder. Van Gogh’un doktorun ailesiyle sıcak bir ilişkisi olduğunu ve haftada bir veya iki kez evlerinde yemek yediğini aktarır:
"Sanat, politika, özgür aşk ve homeopati konulu sohbetlere başkanlık ederken, ‘ressamın beslenmesi’ konusu da doktorun terapisinin bir parçasıydı”.
Ayrıca 1890 yılının Haziran ayında, bir pazar akşamı Dr. Gachet'nin evinde eşi, oğlu Paul ve Vincent van Gogh, kardeşi Theo, Theo'nun eşi Johanna şarap eşliğinde keyifle yemekler yiyeceklerdir.
Birkaç gün sonra Gachets’nin çocuklarının doğum gününe Vincent’ da davet edilecek, Leaf’in verdiği bilgiyle bir burjuva mutfağının göstergesi sayılabilecek menüde Hollandaise Soslu Kuşkonmaz, Pan-Fried Pırasa, Buerre Blanc Soslu Çizgili Levrek Fileto, Fricassée de Chanterelles ile Kızarmış Ördek, Clafoutis aux Cerises/Kirazlı Clafoutis bulunacaktır, üstelik tariflerini de verecektir.
Alexandra Leaf empresyonistlere ayırdığı kitabında sadece Vincent van Gogh’tan söz etmez, roman-öykü yazarı Guy de Maupassant’ın kızarmış balık, Dumas’nın küçük sarı erikli turtadan aldığı keyfi de aktarır. Claude Monet'nin 1869 tarihli La Grenouillère (Bain à la Grenouillère) resmini de kolay unutmaz, tekne işletmeciliği yapılan La Grenouillère’de ilginçtir yüzen bir kafe de vardır.
Ama bir gerçek var ki, Van Gogh sadece rengi ve ışığı değil, yemek tadını da keşfetmiş, parasızlıktan bu zevkten uzak kalmıştır. O nedenle de mutfağa nadiren girmiştir. Kaldı ki, o yıllarda bekar erkeklerin yemeklerini evde yeme adeti de vardır… Paris'te yaşarken Kardeşi Theo ile Montmartre'deki restoranlarda birlikte yemek yemek onun mutlu anlarından olacaktır.
Tek başına olduğunda onun gittiği tek restoran, dostları ressam Émile Bernard, Arnold Hendrik Koning, Henri de Toulouse-Lautrec gibi -kendisi de dahil- "küçük bulvar" sanatçıları olarak adlandırdığı ressamlara sergi olanağı veren, basit ve uygun fiyatlı Grand Bouillon-Restaurant Du Chalet olacaktır.
Ancak restoranın sahibi Etienne-Lucien Martin ona, “resimlerin yemek siparişi vereceklerin dikkatini dağıtıyor” eleştirisi yaparak Van Gogh’u öfkelendirince, ilişkisi bozulacaktır. Vincent, tartışmadan önce büyük olasılık teşekkür hediyesi olarak Martin'in portresini yapmıştır, ama kendisine vermeyecektir. Ne yazık ki Restaurant Du Chalet menü kartları arkasına çizdikleri kalacaktır. (Bu arada restoranın 30 Haziran 1888'de iflas ettiğini belirtmeliyim.)
Yine de Du Chalet’deki iyi günlerinde Émile Bernard ilk tablosunu orada satmış, kendisi ise hiçbir resmini satamamıştır ama Gauguin ile bir resmini değiş tokuş yapmıştır. Ona göre, herkes bir şeyler almıştır.
Du Chalet kapandıktan sonra ya da onunla birlikte Arles’dayken olabilir, Gauguin’in mükemmel yemek yapmayı bildiğinden ve bunu ondan öğrenmek istediğinden de söz edecektir. Hatırlanırsa ‘iyi arkadaş’ olarak Arles’a gidecekler, ünlü kulak kesme olayı yaşanıp ilişkileri kötüye gidince Gauguin tepkiyle Van Gogh’u görmeden kaldıkları evden ayrılacaktır.
Yine de Van Gogh'un bir dizi üzüm, elma, armut, limon, balıklı natürmortları, örneğin Patates Sepeti ya da Sarı Tabakta Patatesler, ayrıca bir köylü evindeki masada yüzlerinde yansıyan yoksulluk, yaşam kavgasında yorulmuş insanları gösteren Patates Yiyenler (1885) resmi hemen hatırlanır. Ağır, koyu kahverengi tonlarla işlenmiş, ışığı az bu resim ile, Rembrandt’ın dinsel temalı, sadece masadaki İsa’nın aydınlatıldığı Emmaus’ta Yemek (1648) resmi arasında bağlantı kurulabilir…
Arles ve ardından Auvers, Paris’ten kaçan Van Gogh’a iyi gelmiştir, şaşırtıcı üretkenliktedir. Arles’dan Paris’teki arkadaşı Emile Bernard'a "Yiyeceklerin düşünme ve resim yapma gücümüzle bir ilgisi olduğuna giderek daha fazla inanmaya başlıyorum” diye yazacaktır. Ekonomik yoksunluğunu açıkça söyleyemese de: “… bana gelince, sözünü ettiğim gerçek benim başarıma katkıda bulunmuyor.” satırlarını ekleyecektir. Ve “Bir franka yemek yediğim daha iyi bir restoran buldum.” diye mutludur. Orada resimledikleri arasında “modern sanata bir tür saygı duruşu olarak” nitelenen noktalama boyama tekniğiyle yaptığı “bir restoranın içi” resmi de vardır.
Auvers’de göğsüne ateş etmeden ve iki gün sonra, 37 yaşında ölmeden önce, yetmiş gün kaldığı sürede 80’den fazla resim, 64 skeç çizecektir.
O sıra on iki yaşında olan, Van Gogh tarafından yapılan Auberge Ravoux'nun sahibi Arthur-Gustave Ravoux’nun kızı Adeline Ravoux, Van Gogh'un kendilerinde kaldığı döneme ait hatıralarını yazmış ve Van Gogh'un kendini vurduğu gün tarladan dönüşünü şöyle anlatmıştır.
"Vincent eğilerek, midesini tutarak ve her zaman olduğu gibi bir omzu diğerinden yukarı şekilde yürüdü. Annem: 'Mösyö Vincent, endişelenmiştik, dönmenize sevindik; bir sorununuz mu var?' diye sordu. Istıraplı bir sesle 'Hayır, ama...' diye cevap verdi, cümlesini bitirmeden salondan geçip merdivenlere geldi ve odasına çıktı. Bu sahneyi ben de gördüm. Vincent öyle garip bir izlenim bıraktı ki babam merdivenlere gidip bir şey duyabilmek için kulak kabarttı.”
Ölüm anında kardeşine “Üzüntü sonsuza kadar sürecek.” diyecektir.
Van Gogh üzerine yukarıdaki gözlemlerim bir yana, filmlerde ve tiyatroda / Hakan Gerçek’in Vincent van Gogh’u canlandırdığı tek kişilik oyun ya da Doctor Who örneğindeki gibi dizilerde yaşamı konu olacaktır. Lust for Life / Ölmeyen İnsanlar (1956), Robert Altman imzalı Vincent and Theo (1990), Maurice Pialat’nin yönettiği Van Gogh, Gauguin ile ilişkiler ağırlıklı The Eyes of Van Gogh (Yönetmen: Alexandre Barnett, 2005 ) ve Gauguin’li The Yellow House / Sarı Ev (2007)… İçlerinde önemsediğim film ise Julian Schnabel yaratımı At Eternity's Gate / Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında (2018) filmi… Banu Bozdemir’in eleştiri yazısındaki gibi Julian Schnabel “…Van Gogh, doğanın, sonsuzluğun, boşluğun içinde bir yandan ruhunu boşaltırken bir yandan da boşluğunu iyice arttırıyor, onu hayalle gerçeğin birbirine karışmış dünyasında çatışırken ve kendisini o dünyadan çıkarmaya çalışırken” gösteriyor.
Ayrıca hayranlık duyduğum iki film daha var, biri Van Gogh’un Arles’daki yakın dostlarından postacı Joseph Roulin’in oğlundan istediği ve yazdığı taziye mektubunu Paris’teki kardeşi Theo’ya götüren, vardığında ise Theo'nun da vefat ettiğini öğrenen genç Armand üzerine kurulu Loving Vincent. Canlı oyuncularla çekilen, daha sonra animasyona dönüştürülen, 125 ressamın - Van Gogh ile aynı tekniği kullanan- görev aldığı, altmış beş bin kareden oluşan, bence sabır ve yaratıcı çabanın başyapıtı Loving Vincent. Diğeri Akira Kurosawa’nın defalarca gördüğünü söylediği düşlerden esin, kırk beş yıl sonra ilk kez tek başına senaryosunu yazacağı Dreams/Düşler filminin içindeki film Buğday Tarlası ve Kargalar.
Bir resim öğrencisi Van Gogh’un ünlü resimlerini müzede izlerken Arles'daki Langlois Köprüsü resminin içinde kendini bulacak, köprüde çamaşır yıkayan kadınlardan Van Gogh’un nerede çalıştığını öğrenecektir. Öğrencinin önüne çıkan ya da içinden geçtiği her sahne Van Gogh resimleridir. Bu kısa film, Buğday Tarlası ve Kargalar resmi ve karga çığlıklarıyla tamamlanacaktır. Dreams/Düşler şiirsel filminin her biri bir “öğüt veren” kısa öyküleri doğa hayranlığı-doğa sevgisi, savaşsız, nükleer enerjisiz ve nükleer silahsız, insanca, eşit ve özgür, temiz bir çevrede yaşamanın ellerimizde olacağı gerçeği renklerin büyüsü ve psikolojik etkisiyle yansıtılır. Tabii ki bu etkiyi Japon danslarında, şarkı, umut ve neşe dolu Japon ezgilerinde de bulmak olanaklıdır.
Düşler filmiyle ilgili şu saptamayı beğenmiştim:
“Birbirinden bağımsız gibi görünen sekiz rüyada aslında verilen mesaj tektir. İnsanlar, doğaya müdahale ve yıkımlarımız… bizi şeytana çeviren çıkar ilişkilerinden vazgeçip affetmeyi, saygıyı, eşitliği ögrenmemiz gerektiği…”
Akira Kurosawa’nın Van Gogh’u (Buğday Tarlası ve Kargalar resmini) seçmesinin gerisinde onun Tomioka Tessai, Ike Taiga resimleri, Ōtagaki Rengetsu seramikleri ve No, Kabuki tiyatrolarının simgelediği Japon kültüründen olduğu kadar Avrupa sanatından, Cézanne, Utrillo, Chagalle’dan etkilenmesi de vardır.
Sinema Tarihçisi Aldo Tassone şöyle yazacaktır:
(…) Kurosawa henüz on sekiz yaşındayken resmi yeğledi; bu tutumu üniversite öğreniminden kaçmaktan çok öte, açığa vurulan kesin bir iç eğiliminin somutlaşmasıydı. Genç adam, Gorki'nin deyişiyle bu "özgürlük üniversitesi yıllarını "sinema, müzik, edebiyat ve tiyatro gibi birçok konuda zemin yoklamak için denedi, durdu.”
Ayrıca resim tutkusu çoğu filminde, ama özellikle Düşler, Kagemusha, Ran gibi filmlerinin sahnelerini betimleyen ya da “görüntüyü düşünen” ve kendi elleriyle çizdiği ve her biri müzeye yakışır birer tablo, ‘story-board’ları ile çok belirgindir.
“Story-board’ları çizerken bir sürü şey düşünüyorum. Yerin çerçevesi, kişilerin psikolojisi ve duyguları, hareketleri, bu hareketleri yakalamak için gereken kamera açısı, ışık, kostümler ve aksesuarlar.”
Buğday Tarlası ve Kargalar’da Van Gogh’u ünlü yönetmen Martin Scorsese oynuyordu. Kuşkusuz Martin Scorsese Van Gogh’a çok benzediği için değil -zaten makyaj diye bir şey var- Kurosawa onu öncelikle Van Gogh’un karakterine yakın, ustaca, ayrıksı filmler yaptığı/yaşamında yirmi dört saat bağlı olduğu sinema tutkusunun izlerini hep taşıdığı için seçmişti.
Tabii ki Düşler filminin çekildiği 1990 yılına kadarki filmleriyle bir Scorsese’den söz ediyorum. İlk filmlerinden Alice Artık Burada Yaşamıyor’u çekerkenki “Göstereceğim, duygular ve hisler ve ilişkiler ve kaos, filmin içindeki insanlar hakkında bir resim olmalı... Tüm görülenleri bir tablodaki gibi çizmek, farklılıkları göstermek ve insanların hayatlarını mahveden korkunç hataları olabileceğini göstermek için, bu filmle kendimi bir deneye açtım.“ sözleri bile Kurosawa için yeterlidir.
Ve Alice Artık Burada Yaşamıyor’un ardından yakın dönem sinema tarihine adını yazdıran, Taksi Şoförü, New York New York, Kızgın Boğa, Komediler Kralı, Paranın Rengi, Nikolas Kazancakis’in öncesinde fırtına koparan romanından/Vangelis’in müziğini yaptığı Günaha Son Çağrı gibi Scorsese filmleri gelecektir… Martin Scorsese de her biri Zen ustası sabrıyla gerçekleşmiş Kurosawa filmlerini saygı dolu bir hayranlıkla izlemiştir. Üstelik Düşler filminin hazırlığı öncesi Kurosawa’nın görsellik harikası story-boardlarını gördükten sonra yanında olmaması düşünülemezdi…
Peki, Martin Scorsese’in rüyası/düşü yok muydu?
Her gece tekrarlanan ve ona göre rüya değil-bu kabusunda yapımcılar kendisinden bir film çekmesini isteyecektir. Ismarlama, gönülsüz çekeceği bu filmin ne konu, ne oyuncularının kim olduğunu bilmemektedir. Yine de çalışırken sette yanında duran ünlü, yaşlı, gizemli bir yönetmen vardır. İyi de kimdir, hatırlayamamaktadır. Devam eden rüyasında bunu yapımcılara söylediğinde “Endişelenme,” diyeceklerdir. “Sadece gözlemlemek için burada. Bu film senin işin.”
Bu rüya olayını -fantastik kurgu mu demeli- bize aktaran Jay A.Fernandez (The Hollywood Reporter, Kasım 15, 2011) “bu rüyadaki yönetmen Ingmar Bergman, Akira Kurosawa, Michael Powell, Satyajit Ray, Orson Welles ya da Jean Renoir olabilir” diyordu.
“Scorsese'nin on yıllardır sanatıyla saygı duyduğu ve peşinden koştuğu ikonlardan herhangi biri.”
Hepimizin ilk akla getireceği usta -ya da ikon- kuşkusuz Akira Kurosawa’dır… Ama Jay A.Fernandez Düşler filminden 12 yıl sonra yapacağı, yaşamı ve anısına bir saygı filmi olan Hugo Cabret filminde hikayesini anlatacağı sinemanın büyük ilk yaratıcısı Georges Méliès’i işaret eder.… Scorsese "Gerçek şu ki, herhangi bir şey yaratan insanlar her zaman hatırlanmak ister" diyerek ve yüzlerce filmi sonrası yapımcılığa zorunlu son verdikten sonra yoksullaşan, Paris’teki Montparnasse istasyonunda birkaç frank kazanmak için oyuncak satıcılığı yapmak zorunda kalan Georges Méliès’i hepimize hatırlatarak bunu yapmıştır.
Scorsese filmlerinin kurgusu ile tanınan Thelma Schoonmaker, benim de en beğendiğim Scorsese filmleri arasındaki Kızgın Boğa filmi için “Kızgın Boğa’nın önemli bir film olarak kabul edilmesi 10 yıl sürdü" açıklamasını yapar.
“Scorsese büyük de olsa bir yapıtın tanınmamasının ne anlama geldiğini deneyimledi. Méliès gibi sevdiği birçok ustanın unutulup gittiğini gördü, bu yüzden unutulmaya da hazırlıklı. Yine de filmleri uzun ömürlü olmaya aday, çünkü içlerinde gerçek var. Gerçek her zaman kalıcıdır.”
Şu söz Van Gogh’a ait: “Her şeyin içindeki güzelliği bulun.”
Bu söze gerçeği de ekledim…
****
Clafoutis aux cerises / Kirazlı Klafuti
Vincent van Gogh’un doktoru Gachets’nin yemek davetinde tattıklarından biri olduğu için bu kez, kiraz ile yapılan (kış mevsiminde frambuaz, elma, armut, mandalina vb.) sütlü ve hafif bu Fransız tatlısının tarifini verdim. Üzerine pudra şekeri serpilerek servis yapılıyor.
(6 - 8 kişilik)
600 gr. kiraz (sapları, çekirdekleri ayıklanmış)
3 yumurta
1/2 su bardağı şeker
1 yemek kaşığı tereyağı (pişirme kabını yağlamak için)
2 yemek kaşığı eritilmiş-ılık tereyağı
1/2 su bardağı un
1/2 su bardağı krema
1 su bardağı süt
Vanilya
Limon kabuğu rendesi (yarım limon)
Pudra şekeri.
Fırın pişirme kabını tümüyle yağlayın, bir miktar şekeri pişirme kabına alın, gezdirin. Kirazı (meyveleri) tepsiye yayın. Bir karıştırma kabında yumurtaları ve şekeri çırpın, ılık tereyağını, un, süt, vanilya, kremayı ve limon kabuklarını ekleyip çırpmaya devam edin -tümünü karıştırıcı ile yapabilirsiniz-. Karışımı meyvenin üzerine dökün. 180 derecede önceden ısıtılmış fırında 30-35 dakika pişirin. Kaptan çıkardıktan sonra üzerine pudra şekeri serpin, dilimleyerek servis yapın. (Not: Unu azaltıp badem unu ekleyebilirsiniz.)