YAZARLAR

Hercule Poirot’lu bir film değil, Hercule Poirot filmi!

Başarılı oyunculuk performansları ve (özellikle bilmeyenler için) ilginç bir hikayesi olmasa ‘Nil'de Ölüm’ ciddi anlamda ‘su alan’, hatta ‘batan’ bir film olurdu herhalde. Oysa karşımızda olan biraz potansiyelini heba eden ama izlenebilir bir yapım…

Hercule Poirot veya Miss Marple gibi unutulmaz karakterleri ‘polisiye roman’ (ve sonrasında kitaplarından uyarlanan filmlerle sinema) dünyasına armağan etmiş olan ünlü yazar Agatha Christie, şüphe/cinayet/entrika öğelerini ustaca ‘harmanlayan’ birçok başarılı eser bırakmış ve tek başına adeta bir akım başlatmıştı. İleriki yıllarda birçok polisiye yapım, Christie’nin tasvir ettiği kısıtlı mekanları ‘esneterek’ ve olayların içine değişik derecelerde kan ve şiddet ekleyerek, yazarın romanlarında olduğu gibi ‘beklenmedik katilin’ ortaya çıktığı sekanslarla bağlanan filmler çıkardılar.
Ancak bütün bu ‘modernize’ yapımların yanında Poirot ve Marple karakterleri ‘yoluna’ devam etti ve onların gerek televizyon yapımlarında gerekse de sinema filmlerinde değişik uyarlamalarına şahit olduk! Hatta zamanında Albert Finney veya Peter Ustinov gibi usta oyuncular da Poirot karakterini canlandırdılar.

Ünlü İngiliz yönetmen ve oyuncu Kenneth Branagh epeyce bir zaman sonra, Christie’nin artık ‘demode’ olma riski taşıyan eserlerine el attı ve kariyeri boyunca birçok defa yaptığı gibi hem yönetmenlik koltuğuna oturdu hem de başrolü (yani Poirot’yu) kendisi canlandırdı. Aynı zamanda ciddi bir tiyatro geçmişi ve kariyeri olan Branagh’ın bu hamlesi heyecan vericiydi, çünkü Branagh, yeteneğini birçok defa kanıtlamış bir sanatçı ve bu ‘eskide’ kalmış eserlere yeni bir bakış atma kapasitesine sahip bir isimdi.

Branagh’ın ilk adımı Christie’nin başyapıtlarından biri olan ‘Doğu Ekspresinde Cinayet’ romanını uyarlamak oldu. Yıldızlarla dolu kadrosuna ve ‘tabii ki’ ilginç senaryosuna rağmen bizce film beklentilerin uzağında kaldı. Hem yönetmenin Poirot karakterini ‘modernize’ etme çabaları neredeyse hikayedeki entrikanın önüne geçiyordu, hem de filmin düz yapısı hiçbir yenilik veya farklı bakış taşımıyordu. Hatta kendi adımıza, Albert Finney’in başrolünü oynadığı versiyonu daha çok beğendiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu filmden sonra gelen ve yine yazarın büyük eserlerinden biri olan ‘Nil’de Ölüm’ uyarlamasında durum biraz farklı… Branagh’ın yine karakterini fazla ön plana çıkarmaktan imtina etmemesi ve prolog bölümü dışında yönetmenlik açısından çok özel bir çaba göstermemesi sonucu ‘Doğu Ekspresi...’ kadar ‘sönük’ kılmasa da, filmi ‘ortalama yapım’ sınıfına sokmamıza yol açıyor.

Hikayeden bahsedecek olursak: Mısır’daki tatili sırasında Poirot, Nil nehri üzerinde gerçekleşen lüks bir gemi yolculuğuna katılır. Bu gezi aynı zamanda yeni evlenmiş olan Linnet-Simon Doyle çiftinin balayı gezisidir ama hem Simon’ın eski nişanlısı Jackie’nin gemiye katılması hem de ardından patlak veren cinayetler yolculuğu kabusa çevirecektir…

POIROT 'POIROT' OLMADAN ÖNCE…

Filmden bahsetmeden önce Kenneth Branagh’ın herkesin bildiği ama yine de altını bir kere daha çizmemiz gereken ve bu filminde de kendini gösteren iki başarısına dikkat çekmemiz gerekir: Yönetmen istediği zaman çok özenli ve etkileyici bir atmosfer kurmayı başarıyor ve oyuncu yönetiminde ciddi bir hakimiyeti var. Ama burada bahsettiğimiz üst düzey yönetmenliğin filmin bütününe yayılmaması yapımın belli başlı sorunlarından biri gibi gözüküyor. Bu konuya tekrar döneceğimizi hatırlatarak filmin ‘prolog’ bölümüne geçelim:

Branagh aslında etkileyici bir ‘giriş’ yaratarak hem kahramanın psikolojik katmanlarını kavrayabileceğimiz hem de hikayedeki ‘aktifliğini’ haklı çıkarabileceğimiz bir ‘prolog’ sunuyor. Birinci Dünya Savaşı'nın cephelerinde ve güzel siyah/beyaz görüntülerle akan bu bölüm, Poirot’nun daha gençken bile nasıl zeka ‘kırıntılarını’ taşıdığını ve bunu gerektiğinde savaş gibi acımasız ve sert bir ortamda bile kullanabildiğini gösteriyor.

Trajik bir olayla devam eden bu sekans hem Poirot gibi ‘geçmişi’ biraz gölgede kalmış bir karaktere insanî bir boyut katıyor hem de bize bu kahramanın adeta ‘bildiğimiz’ Poirot olmadan önceki gençlik yıllarını sunarak senaryosunu ‘beslemeyi’ beceriyor. Bu arada bu sekanstaki gerçekçi ve etkileyici atmosferin de altını çizmemiz gerekir.

Ancak işte bu başarılı açılış beraberinde bir tutarsızlığı da getiriyor: Bu kadar büyük bir dram yaşamış bir kişi nispeten kısa bir süre sonra (hikaye İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen önce yaşanıyor) nasıl böyle aklıselim, her şeye mantıkla bakmayı beceren, son derece soğukkanlı bir kahramana dönüşüyor? Yönetmen zaman zaman, savaş sırasında sevdiği kadını kaybetmiş Poirot ile aşk/kıskançlık/nefret yumağında şekillenen Linnet, Simon ve Jackie arasında bir paralellik kuruyor ve bunu hikayesini daha kişiselleştirmek için kullanıyor ama bu ‘format’ değişikliği filme, daha doğrusu filmin türüne uymuyor.

ARKA PLANDA KALAN DEDEKTİFE NE OLDU?

Hatırlanacağı üzere Poirot karakteri hem kitaplarda, hem de daha önceki uyarlamalarda belli bir yaşta, etrafındaki olayları ve kişileri inanılmaz bir dikkatle inceleyen, her zaman nazik ama mesafeli duran ve bazen saf gibi görünmesine rağmen büyük bir zekaya sahip Belçikalı bir dedektiftir. Cinayetin geçtiği mekanlarda çoğu kez tesadüfen bulunan bu karakter, yaşanan olaylardan sonra bütün ipuçlarını ustaca birleştirir, olağan şüpheliler arasında gidip gelir ve sonunda ‘herkesi topladığı’ büyük odada katili açıklar. Bu arada katil olmayan bazı yan karakterlerin sırları açığa çıkar, hataları görülür ve adeta ‘maskeleri’ düşer!
Yönetmen ise bu ‘arka planda’ duran, olaylara fiziksel olarak nadiren müdahale eden ve düşmanlarını aklıyla ‘mat eden’ bu karakteri çok daha aktif, hareketli ve kendince enerjik bir hale dönüştürüyor. Poirot birçok durumda fiziki eylemlerde bulunuyor ve romanlarında beyninin ‘gri hücrelerinin’ dehasıyla övünen dedektif, burada daha çok ‘kas gücü’ gerektiren boğuşma ve silah çekme gibi yollara başvuruyor. Karakterle hiçbir şekilde bağdaşmayan bu eylemler olayı başka bölgelere kaydırıyor. Kahramanın bu kadar aktif ve psikolojik açıdan ‘hasarlı’ olması belli açılardan filmin merkezi olan cinayetleri ikinci plana atıyor. Genelde olağan şüphelileri usturuplu bir şekilde sorgulayan Poirot burada her birine adeta sözlü tacizde (!) bulunuyor. Hatta finalde herkesi nazikçe ‘büyük salona’ davet eden dedektif bu defa silaha sarılıp ‘Kimse burayı terk etmeyecek!’ diye haykırmaya kadar gidiyor.

Branagh’ın karakterini bu hale dönüştürme çabası, filmin finalinde bir karakterin Poirot’ya ‘Sizi eserlerinizle tanımamayı tercih ederdim!’ sözleriyle ironik bir boyut kazanıyor. Bu sözler bir anlamda yönetmenin asıl amacına işaret ediyor’!

SIRADAN BİR YÖNETMENLİK…

Daha önce bahsettiğimiz etkileyici ‘prolog’ bölümünü bir kenara koyarsak, filmin genelinde Branagh’ın ismine ve kariyerine yakışmayan vasat, ortalama bir yönetmenlik de mevcut… Filmdeki özel efektler başarısız, hatta bazen fiyasko sayılabilecek kadar kötü! ‘Yeşil ekran’ önünde çekilen bazı sekanslar adeta ‘bağırıyor!’ 90 milyon dolar gibi ‘rahat’ bir bütçeye sahip ve (2019’da çekilen) post-prodüksiyon süreci planlanandan iki yıl daha fazla süren bir filmin teknik açıdan bu kadar büyük açıklar vermesi bizce üzüntü verici. Yönetmenin sönük ve bazı sembolleri adeta ‘gözümüze sokan’ (mumyalanmış cesetler) yönetimi de durumu düzeltmiyor.

Filmdeki oyuncu kadrosu ve Branagh’ın onları kontrolü esas teselli noktalarımızdan biri oluyor. Her ne kadar bazıları kendilerini yeteri kadar gösterecek ‘alanı’ bulamasa da özellikle Linnet’e hayat veren Gal Gadot (biz onu daha çok ‘Wonder Woman’ olarak tanıyoruz), eşi Simon’u oynayan Armie Hammer ve bu çifti tehdit eden eski nişanlı Jackie rolünde Emma Mackey filmi layığıyla sırtlayan performanslar sergiliyorlar. Gal Gadot bu güçlü, zengin ve aşık karaktere ne kadar kırılgan, endişeli ama aynı zamanda da mantıklı bir ruh hali katabileceğini gösteriyor. Kafamızda zaman zaman soru işaretlerini arttıran ‘gentlemen’ koca rolünde Armie Hammer gerçekten çok başarılı. Terk edilmiş, üzgün nişanlıyı oynayan Fransız aktris Emma Mackey ise karakterinin gerektirdiği hem cezbedici hem de tehditkâr yönleri güzel bir şekilde taşıyor. Bu üçlünün yanında Annette Bening gibi usta isimleri de görmek ise keyif verici…

Bu başarılı oyunculuk performansları ve (özellikle bilmeyenler için) ilginç bir hikayesi olmasa ‘Nil'de Ölüm’ ciddi anlamda ‘su alan’, hatta ‘batan’ bir film olurdu herhalde. Oysa karşımızda olan biraz potansiyelini heba eden ama izlenebilir bir yapım…


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .