YAZARLAR

Her şeyi konuştuk Ahmet Tulgar'la, ölüm hariç

Devrim yapmak değil devrim olmak, edebiyat yapmak değil yazmak, ünlü olmak değil imzasının hakkını vermek… Tulgar böyle bir insandı.

Öğle saatlerinde mesaj attı, “Bebeğim nerdesin, kahveni içtin mi?” diye. Birkaç saat sonra ofisin ortasına bomba gibi düştü haber; “İletişim Yayınları tweet atmış, Ahmet Tulgar ölmüş!”

***

2000 yılının Mayıs ayı başında, 5 yıllık özel televizyon deneyimim bir kovulmayla sona ermişti. Aslında bu bildirimden aylar önce sektördeki varlığımı sorgulamaya başlamıştım. Kuyruğunu kovalayan kediye döndüm diyordum kendi kendime. 4 aylık işsizlik sürecinde çeşit çeşit iş görüşmesine gittim. Geçinmek için işe girmem gerekiyordu ama evrenin benim için düşündüğü bu olmasa gerek diye geçiriyordum içimden. Ve o sorgulamalarım sanki gözlerimden de okunuyor olmalıydı ki, sektörle yollarımız ayrıldı, bir özel üniversitede işe girdim.

Gazetecilik-editörlük içimde ukde olarak kaldı.

***

20 yıl sonra yolum Gazete Duvar’a düştü. Haber merkezi, yazar editörlüğü, genç insanlar, ilkeli yayıncılık… Alice Harikalar Diyarında gibiydi. İki ay sonra da Ahmet Tulgar’ın yazar kadrosuna katılacağı söylendi.

Çok doğal bir adamdı Tulgar, sizli bizli konuşmalardan bebeğimle başlayan sohbetlere nasıl geçtiğimizi hatırlamıyorum bile. Hepi topu altı ay süren bir yazar-editör ve Tulgar-Beyhan ilişkisine epey çok şey sığdırmanın başka bir açıklaması da yoktu sanki.

Ahmet Tulgar kapı komşunuz olabilecek kadar yakın hissedeceğiniz bir insandı. İçtendi, ilgiliydi. Dinlerdi, anlardı. Yorum yapmaz, akıl vermezdi. Kendi deneyimini aktaracaksa bile karşısındakini beklerdi, sözsüz bir izin alma tarzı vardı. Mesele çok ciddiye bindiyse, dağarcığında müthiş dedikodular, zekice espriler ve mevzuya uygun anılardan bir demet vardı.

Tek başına olmayı sevdiğini söylemişti. Yalnız hissetmiyordu. Röportajları, yazdığı portreler sanki çok hareketli bir hayat yaşıyormuş izlenimi veriyordu. Ama o evi, evde kitap okumayı, tek başına müzik dinlerken yazı yazmayı, kendiyle olmayı sevdiğini anlatırdı hep. Sözcüklerden ve notalardan bir kozaydı sanki evi.

Eski günlerden söz ederken kendini övmekten çok kendisi ile gurur duyduğunu düşünürdüm. Devrim yapmak değil devrim olmak, edebiyat yapmak değil yazmak, ünlü olmak değil imzasının hakkını vermek… Tulgar böyle bir insandı.

***

Magazini seviyordu. Günlük konuşmalarda “aaa bak sana onu da anlatayım, daha neler neler var...” diye başlayan sohbetler benim “gerçekten mi, o kadar mı???” diye hayret etmemle devam ederdi. Yaşarken eğlenmişti, anlatırken bir daha eğleniyordu. “Senin hayatını nehir söyleşi olarak kaydedelim” dedim bir gün “bunu yapmayı çok isterim”. Çok hevesli görünmedi, benim hevesimi de kırmak istemedi. İlerde bir gün bakarız deyip konuyu kapattı.

Yargılanmaktan korkmadan yaşamıştı hayatını. Tulgar’ın ölçüsü kendisiydi. Patronlarla yakınken solcu kimliğine, magazin dünyası ile haşır neşirken Alman felsefesine düşkünlüğüne, gazetecilik yaparken yazarlığına, edebi kimliğiyle muhabirliğine halel getirmeyeceğini bilecek kadar omurgasına güveniyordu. Hepsinin birbirine değen, birbirini tamamlayan, açıklayan yanlarını bulabiliyordu. Kendi prizmasında bunları tek bir parlak ışığa dönüştürmeyi başarıyordu.

Portreleri için çok farklı sınıflardan, çok farklı çevrelerden ve alanlardan insanları seçiyordu. Herkese eşit mesafedeydi. Onları nasıl gördüğünden çok onların kendilerini nasıl gördüklerini anlamaya çalışıyordu, kendilerini nasıl varettiklerini, nerede konumlandırdıklarını keşfetmek onun için başlangıç noktasıydı. Yargılayıcı tek bir bakışı, cümlesi yoktu. Portrelerini ilk elden okumak, onlara fotoğraflar seçmek ve sayfa düzenini onun bakışına sunmak benim için de büyük keyifti.

***

Tulgar ve ben dokuz köyde barınamamış iki kişi gibiydik. Onuncu köyde kendimizi iyi hissediyorduk. Bir yandan da bunun ne kadar süreceğini  bilemiyorduk. Gazeteler kapanabilirdi, daha kötüsü satılabilirdi, yönetim değişebilirdi ya da daha genç insanlar yerimizi alabilirdi… Çok şey görmüştük onca zamanda, bunların hiçbirine şaşırmazdık.

Ama ölüm…

Aklımıza ölümü getirmiyorduk elbette. Son portresi Billur Kalkavan’dı. Ölüm üzerine o zaman konuşmuştuk. Ölümden korkmadığını, çok ölüm gördüğünü, sadece köpeği Yoldaş’ı yalnız bırakmaktan korktuğunu söylemişti.

İki yıl olmuş bile. Sanki yeniden köşesine çekilmiş gibi, sanki yeni bir kitabın hazırlığını yapıyor gibi, sanki yeni bir projeyle bir yerlerde yeniden karşımıza çıkacakmış gibi. Anısı öyle canlı…

Yıllar önce Akşam Gazetesi’nden istifa ettiğinde şöyle bir yorum yapmış: “İkinci sayfadaki köşeni mi bırakıyorsun dediler bana “tam tersi sonsuza kadar benim oluyor orası” dedim. Koysunlar başkasını unuttursunlar bakayım, sonunda arşivlerde onlar. 9 ay ben orada istediğimi yazdım.”

Eyvallahı olmayan bir hayatın unutulması da olmuyor demek ki.

Sevgiyle, saygıyla, özlemle…