YAZARLAR

Heykel mevzu ya da soyut düşüncenin imhası

Bir anıtın temel işlevi iletişimdir. İletişimden kastedilen, anıtın bir olayı temsil etmesidir. Bu bağlamda anıt ile temsil ettiği arasında bir gösteren gösterilen ilişkisi vardır. Ancak gösteren ile gösterilen ilişkisi sanıldığı kadar sorunsuz değildir. Aradaki ilişki yani gerçekliğin kendisi soyut ya da somut biçimler, metaforlar ve metonimiler ile yok olabilir, ortaya nihayetinde indirgenmiş bir temsil biçimi çıkabilir.

Gün geçmiyor ki, başına “komik, anlamsız, kistch” hatta bir adım ileri gidersek “ucube, garabet” sıfatlarını eleyebileceğimiz heykeller gündeme gelmiyor. Hepsinin ortak özelliği gündelik hayatın parçası alelade bir nesneyi alıp, oranlarını bozarak devasa bir ölçekte yeniden üretmeleri. Aralarında neler yok ki; 70 metre yüksekliğinde Kütahya vazosu şeklinde kule, üzerine çatal saplanmış Diyarbakır karpuzu ya da İnegöl köftesi, kocaman bir elin tuttuğu Amasya elması, göle yoğurt çalan devasa Nasrettin Hoca heykeli…

Nasrettin Hoca'yı düşünün. Kendisi dünyaca ünlü, hatta 1996 yılı UNESCO tarafından Nasrettin Hoca yılı olarak ilan edildi. Hepimiz Nasrettin Hoca fıkraları ile büyüdük, “ya tutarsa” diye göle çalınan yoğurdun ya da “tencere doğuran ve sonradan ölen kazanların” absürtlüğü ve hocanın mizah anlayışı karşısında şaşaladık. Aslında bir filozof olan Nasrettin Hoca bizi gündelik hayatın somut, soğuk gerçekliğini aşan bir dünyaya davet eder. Konya, Akşehir’deki türbesinin her yeri açık iken kapısında koca bir kilit vardır. Türbe bize tekrar hocanın o tuhaf bakışını hatırlatır. Herhalde böylesine özgün bir bakışın karşılığı 2017 tarihli, göle yoğurt çalan, oranları bozulmuş, çirkin bir Nasrettin Hoca heykeli olmamalı idi.

Peki, tüm ülkeye sirayet eden bu heykelleri nasıl anlamlandırmalı ya da başka şekilde sorarsak, bu heykellerin toplumsal işlevi nedir?

Mimarlık, plastik sanatlar, heykel, resim, müzik ya da “video art” gibi dijital dünyanın yeni sanatlarında biçimlerden önce bu biçimlere anlam veren kavramlar, tasarımın temel araçları olan soyutlamalar, metaforlar, metonimiler ile yeniden üretilirler. Önce izlenimler, anlamlar, kurgular vardır, sonra bütün bunlar sonuç ürüne, bir biçime tekabül ederler. Ancak burada bahsedilen heykellerde böylesine bir düşünme, kavrama süreci yaşanmadan, soyut düşüncenin alanına uğramadan, “bu, budur; elma eşittir elmadır” diyen bir anlayış söz konusu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan sık sık ideolojik alanda başarılarına karşın, kültürel iktidarlarını kuramadıklarından yakınsa da, bir yandan da iktidarının temelinde kolayca yönlendirilebilen, “cahil” bir halk olduğunun farkında. Cehaletin okumuş olmakla bir ilgisi yok. Örneğin matematik tümüyle soyut düşünmeye dayanır. Ancak integralin, karekökün ne işe yaradığını bilmeden, birer soru çözme makinesi olarak yetişen bir nesilden soyut düşünme yeteneklerinin gelişmesini beklememeli.

“Elma eşittir elmadır, daha fazlası yoktur” dediğinizde, aynı zamanda anlamı somut bir nesneye hapsetmiş ve elmanın olası tüm yan anlamlarını yok etmiş olursunuz. Böylelikle topluma bir şey tarif eder, daha doğrusu toplumun kendisini tarif edersiniz. Artık zihinler kalın çizgiler ile çerçevelemiştir.

Elma örneği üzerinden devam edelim. Oysa elma üzerinden birçok anlam üretilebilir. Elma aynı zamanda yasak elma, günaha çağrıdır. Toplumun normali tarifine karşı bir duruştur. Ama elma elmadır eşitlemesi ile iktidar dili ele geçirir ve düşünceyi tarif eden kelimelerin yani sözlüğün efendisi olur. Böylelikle evlilik dışı her tür ilişki, benzer cinsler arasındaki ilişkiyi, daha doğrusu en temelde hayattan alınan hazzı kolayca yasaklayabilir. Biraz daha ileri gidelim, asıl büyüklerin yani iktidarın sözüne karşı gelinmesi yasaklanmaktadır. İktidar, toplumdan uslu çocuklar olmasını ve kendine itaat edilmesini bekler, daha fazlası yoktur. O zaman da toplum demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi soyut kavramları talep etme yeteneğini yitirir, kendisine dayatılandan fazlasını, daha iyi bir yaşamı tahayyül edemez ve bunun yerine gündelik hayatın küçük sorunları içinde boğulur kalır. Artık yaşadığı her şey işin fıtratında vardır.

Hal böyle olunca, gündelik, somut gerçekler zihinleri felce uğratıyor, bizleri düşünemez kılıyor. Başka bir alana sıçrayacak ve bugünlerin popüler dizisi “Bir Başkadır”dan bir örnek vereceğim. Dizide türbanlı Meryem karakteri ani bayılmalar yaşamaktadır ve en sonunda kendisini bir psikiyatristin önünde bulur. Sorunu, temizliğe gittiği, başka bir dünyanın insanı Sinan Bey’e âşık olmasıdır ama bunun farkında değildir. Psikiyatrist Peri’nin soruları karşısında Meryem şaşalar, kendi varoluşu üzerine düşünmekten kaçmak için ilk refleksi ardı ardına “buradan otobüs geçiyor mu, abimin de işleri kötü gidiyor, para sorunu var, yengem bütün gün uyuyor” gibi küçük gündelik sorunlarını sıralamaktır. Her şey somut, birebir gerçeklerdir. Bunlara boğulmuş ve kendi hayatı üzerinde kontrolü kalmamıştır.

Bu durum sanılmasın ki sadece AKP iktidarı dönemine ait. Sorun daha öncesine, 1980 darbesine kadar uzanıyor. Darbe, Türkiye’deki sol düşünceye karşı idi. Yerine milliyetçi, muhafazakâr düşünceyi koydu, bugünün siyasal İslam’ının ilk tohumlarını attı. Yeni anayasanın yeni tarifleri, toplumu baskılaması, içeri alınan sayısız gazeteci, üniversitelerden atılan öğretim üyeleri, YÖK’ün kurulması, bilimin ve sanatın temeli olan soyut düşünceyi imha çabasından başka bir şey değildi.

Yazıyı biraz dağıtmış olabilirim, tekrar heykel mevzuna dönmek ve konuyu içerden anlatabilmek ve bir anıt-heykelin sınırlarının nerelere kadar uzanabileceğini gösterebilmek adına, benim de katıldığım, 1995 yılında, Melih Gökçek zamanında, Ankara Büyükşehir Belediyesi (ABB) tarafından açılan, “Bosna–Hersek Ulusal Mimari Proje Yarışması”na değinerek devam ediyorum.

ACI ANITI: ANIT KAVRAMININ YAPIBOZUMU

Acı Anıtı, Hakkı Yırtıcı, 1995.

1992 yılında Yugoslavya’nın dağılması ile Bosna–Hersek Savaşı başladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın göbeğindeki en büyük savaş idi. Savaş, 1995 yılında Sırpların Müslüman Boşnaklara karşı sistematik soykırım ile en kanlı zamanlarına ulaşmış ve uluslararası toplumun savaşa müdahaledeki çekingenliği, her gün bölgeden gelen yeni felaket haberleri ile Türkiye’nin gündemine yerleşmişti.

ABB, yarışmacılardan bölgede yaşanan dramı temsil edecek bir anıt tasarımı istemekteydi. Her yönden ilginç tasarım sorunları olan bir yarışma. İlk olarak, genelde bir anıt soyut bir düşünceye (demokrasi gibi) ya da geçmişte yaşanan bir dram ya da başarıya (Kurtuluş Savaşı gibi) gönderme yapar. Oysa bu sefer güncel, her dakika yeni bir olayın olduğu bir durumun temsili istenmekteydi.

Diğer ilginç olan ise anıt için gösterilen yer idi. Anıtlar genelde büyük bir boşluğun, meydanın ortasında olur ve seyredilmek içindir. Ama bu sefer Ankara’da, Kızılay Meydanı’na paralel, ince uzun, metro çıkışı ile başlayan Karanfil Sokak’taki merdivenlerin olduğu kısım yarışma alanı olarak belirlenmişti.

Kanımca bu iki özellik bilinen anıt–heykellerin tüm konvansiyonlarını zorluyordu. Şimdi adım adım bu konvansiyonları yapıbozuma uğratıp, anıta ait mevcut kavramları yeniden üretelim.

Bir anıtın temel işlevi iletişimdir. İletişimden kastedilen, anıtın bir olayı temsil etmesidir. Bu bağlamda anıt ile temsil ettiği arasında bir gösteren gösterilen ilişkisi vardır. Ancak gösteren ile gösterilen ilişkisi sanıldığı kadar sorunsuz değildir. Aradaki ilişki yani gerçekliğin kendisi soyut ya da somut biçimler, metaforlar ve metonimiler ile yok olabilir, ortaya nihayetinde indirgenmiş bir temsil biçimi çıkabilir.

Umberto Eco, “Açık Yapıt” isimli kitabında figüratif ve soyut olmak üzere iki tür temsil biçimi olduğundan bahseder. Figüratif bir anıtın iletişim değeri yüksek bildirişim değeri ise zayıftır. Biçimler, olayı hapseder, olayın çok boyutlu katmanlarını düşünülmez kılar. Soyut bir anıtın ise bildirişim değeri yüksek ama iletişim değeri ise zayıftır. Çanakkale Şehitler Anıtı’nı düşünün. Çanakkale Boğazı’nda, bir tepe üzerinde, tüm boğaza hâkim konumdaki anıt dört büyük sütun üzerine kurulu bir kubbeden oluşmaktadır. Ancak örneğin Türkiye tarihi hakkında bilgisi olmayan biri bu anıta bambaşka anlamlar yükleyebilir, metaforlar ile anlamı çoğaltabilir ve bu çokluk içinde anlam yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir.

Çanakkale Şehitler Anıtı; tasarım Feridun Kip, İsmail Utkular ve Doğan Erginbaş, 1960.

Figüratif ve soyut anıt arasındaki gerilim, bu yarışma özelinde, henüz bitmemişi, tarih olmamışı, günceli temsil etmesi gerekliliği ile bambaşka bir boyut kazanmaktaydı. Öneride, öncelikle bu anıt sadece Bosna–Hersek Anıtı değil, o an dünyada yaşanan ve gelecekte yaşanacak acıların, insanlık dramlarının anıtı olması düşünüldü. Ayrıca anıtın yerinin bir meydan değil sokak olması da dikkate alınarak, bir dizi ekran sisteminden oluşan, sadece seyredilen değil aynı zamanda içinden de geçilebilen bir stürüktür önerildi.

Acı Anıtı'nın yukarıdan görünümü, Hakkı Yırtıcı, 1995.

Böylelikle Acı Anıtı hem gündemi takip edebilecek, figüratif ve somut ikiliğinin içine hapsolmadan Bosna–Hersek’te yaşanan her olayı yorumlayabilecek ve kendi sınırları içine hapsolmadan, bu insanlık dramının gerektiğinde ne kadar evrensel olduğunu anlatabilecek ve bizleri kendi acılarımız ile yüzleşmeye imkân tanıyacaktı.

Yarışmada sayısız figüratif ve soyut önerisi vardı. Aslında birinci olan mimarlar Tülin Hadi ve Cem İlhan’ın tasarımı bahsettiğim sorunları sezen, bunlarla uğraşan ve yaya trafiğini yeniden düzenleyerek, savaşı tasvir eden görsel malzemeleri, fotoğrafları muhafaza eden ve görsel malzemenin zaman zaman değiştirilebileceği, sürekli bir sergiye dönüşebileceği bir niş duvar tasarlamışlardı.

Bosna–Hersek Anıtı; mimarlar: Tülin Hadi - Cem İlhan, 1995.
Bosna–Hersek Anıtı; mimarlar: Tülin Hadi - Cem İlhan, 1995.

Yarışmadan aklımda en çok kalan proje ise, maalesef görselini ve tasarımcısın adını bulamadım, dünyayı temsil eden ve üzerine dünya haritası çizilmiş devasa bir küreden oluşan ve kürenin Bosna–Hersek’in bulunduğu yere saplandığı öneri. Hançerin saplandığı yerden kan kırmızısı bir su, önündeki havuza akmakta idi.

Bu yarışmadan bahsederken, derdimin karşılaştırma yapmaktan ziyade, hiç sorgulamadan ürettiğimiz anıtlar, heykeller üzerine tekrar düşünmeyi teşvik etmek olduğunu belirteyim ve yarışma ile ilgili bir anekdot ile yazıyı bitireyim.

Önerim, birinci mansiyon almıştı. İki yıllık, yeni mezun biri için büyü başarı bu. Ancak kolokyuma katıldığım da, gençliğin verdiği heyecanla jüriye şöyle demiştim:

“Sanırım jüri projemi anlamamış ve mimari raporumu okumamış. Eğer bahsettiğim sorunu kabul etseydiniz bu proje birinci olmalı, kabul etmeseydiniz ise ödül almamalıydı. Bunun arasını düşünemiyorum.”

Kısaca heykel mevzu, böyle bir şey…


Not: Projelerinin görselleri sağlayan Tülin Hadi ve Cem İlhan’a çok teşekkür ederim.

Ek okuma: Totaliter Kistch’in inşaası

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/08/16/totaliter-kitschin-insaasi 


Hakkı Yırtıcı Kimdir?

İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunu olan Hakkı Yırtıcı, yüksek lisans ve doktora eğitimini de aynı üniversitede tamamladı. Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi isimli kitabı, 2005 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basıldı. İktidar, mekan, dil ve psikanaliz alanlarına yoğunlaşan Yırtıcı; iktidar ve mekanın yeniden üretimi, modernleşme ve gündelik hayat pratikleri, sinema ve mekan analizi ve kent modernleşme tarihi üzerine dersler vermektedir.