Hıdrellez: Öyle çok Çingene oldum ki... 

Hıdırellez, Yugoslavya’nın 20. yüzyıldan, 21. yüzyıla kadar uzanan yaklaşık yüz yıllık hikâyesini konu ediniyor; savaşlar, despot yönetimlerve yoksulluk bu hikâyenin temel taşlarını oluşturuyor.

Google Haberlere Abone ol

Romancılığının yanı sıra radyoculuk ve köşe yazarlığı da yapmış olan Velibor Çoliç, pek çok yaşıtı gibi savaşın ortasında bir çocukluk, gençlik geçirerek büyür. 1964 yılında doğduğu Bosna’da kendi yolunu bulmaya çabalarken orduya yazılır. Siperlerde, köylerde “etnik açıdan temizlenmiş” birçok vahşete tanık olunca daha fazla dayanamayarak firar eder ve politik sığınmacı olarak Fransa’ya yerleşir.

Hâlâ daha Fransa’da yaşayan Çoliç’in Türkçeye üç kitabı çevrildi. Şu an sadece sahaflarda bulunabilen iki kitabından ilkinin adı Bosnalılar, diğeri de Amadeo Modigliani’nin Olağanüstü Kısa ve Garip Hayatı. Geçtiğimiz günlerdeyse Çoliç’in bir kitabı daha çevrildi. Hıdırellez adını taşıyan, Suat Başar Çağlan’ın Fransızca aslında çevirdiği roman Livera Yayınevi etiketine sahip. Bu arada Hıdırellez, Livera’nın ilk kitabı. Evvela İzmir’de bir kitabevi olarak dünyaya gelen Livera, yayınevi olarak da faaliyete geçme kararı almış. Nice kitaplara diyelim!

'ÖYLE ÇOK ÇİNGENE OLDUM Kİ ARTIK AYIP OLUYORDU'

“…benim adım Aslan Çorelo, Aslan Bahtalo ve Aslan Çavoro Bayramoviç ve bu sabah öldüm. Daha dün bir insandım. Romandım, vaftiz babasıydım, kocaydım, amcaydım ve kardeştim – şimdi ise yalnızca uzun ve soğuk bir bedenim, yüzümde birtakım gri kül lekeleri var.”

Hıdırellez, Yugoslavya’nın 20. yüzyıldan, 21. yüzyıla kadar uzanan yaklaşık yüz yıllık hikâyesini konu ediniyor; savaşlar, despot yönetimler, katliamlar ve yoksulluk bu hikâyenin temel taşlarını oluştururken, biz bütün bu dönüşümü bir köyden, oradaki Çingenelerden hareketle okuruz.

Strehaia adlı bu kimsesiz köy, tarih boyu pek çok devletin egemenli altında kalmış olsa da ne bir belediyeye binası ne de bir ibadethaneye sahiptir. Yaklaşık yüz evden oluşur, bir ucundan diğerine birkaç dakikada gidilebilir. Burada yaşayan Çingeneler arasında Bayramoviç ailesinin yeri ise çok farklıdır. Bayramoviçler müzisyenlikleriyle ün yapmış bir ailedir, öyle ki onlar için şarkı söylemek “nefes almak veya uzun yolda yürümek gibidir”.

Günün birinde, “sarhoşken bile ayakta şarkı söyleyen” Lyoubo adında bir yabancı, bir gaco köye gelir ve dul Süleymaniye Bayramoviç’le yakınlaşır. Bu ilişkiden doğan çocuğa Aslan adı verilir ve çocuk “yoksul” anlamına gelen Çolero adıyla vaftiz edilir.

Aslan Çolero büyüyüp müzik eğitimini tamamlayınca, beş kişiyle beraber Ploska Orkestrası’nı kurar ve bazen trenle, ama çoğu zaman da yürüyerek dört bir diyarı gezip para kazanmaya çalışır. Gittikleri yerlerde bazen alkışlarla uğurlanırlar, bazen de yerel basında “tavuklarınızı koruyun, genç kızlarınıza sahip çıkın” şeklinde uyarılarla karşılaşırlar.

Herkesin yoksullukla cebelleştiği yıllarda bir de Dünya Savaşları’nın çıkması işleri hepten zorlaştırır. İnsanlar açlığın yanı sıra bombalarla, çalışma kamplarıyla, faşizmle de mücadele etmeye başlarlar. Tek dertleri hayatta kalmaktır.

Aslan Çolero’nun ilk ölümü de zaten böyle olur.

'ÖLLÜLERİN GERÇEK MEZARI YAŞAYANLARIN KALBİDİR'

Hıdırellez üç bölümden oluşur: İlkinde Aslan Çolero’nun hikâyesi anlatılır ve 1945’li günlerde sona erer. İkinci bölüm hemen devamında başlar. Burada Aslan Bahtalo’nun hayatını 90’lı yıllara dek okuruz. Üçüncü bölümde de Aslan Çavoro’yu 21. yüzyılın başlarına kadar takip ederiz. Ne var ki üç kişi de aslında aynı insandır.

Çoliç burada sırtını reenkarnasyona dayıyor gibi gözükse de mesele bundan daha fantastik, daha destansıdır. Karakterler her bölüm başında “birden” peyda olurlar. Biri on beşli yaşlarda köy meydanında biter, diğeri bebekken bir evin içinde. Her iki durumda da nereden geldikleri, kim oldukları belli değildir.

Çoliç’in derdi katı neden-sonuçlar oluşturup, bunu çeşitli “şey”lerle desteklemek de değildir tabii. Bu “hafızasızlık” elindeki konulardan biridir aynı zamanda, çünkü karakterlerin ortaya çıkışıyla Yugoslavya’nın, daha geniş bir perspektifte Balkanların yaşadığı dönüşümü beraber okuduğumuzda her şey daha anlamlı bir zemine oturur.

Buradan düşününce ilk kısımda Yugoslavya Krallığı’yla, ikincide Tito yönetimindeki sosyalist dönemle, üçüncüde de Yugoslavya’nın dağılma süreciyle karşılaşırız. Ta ilk günlerden beri süren Hırvat, Sırp ve Müslüman çekişmeleri de cabası. Çingeneler ise bu çatışma ortamında herkesin yabancısı, herkesin ötekisidir.

'VE SAHNEDE BİZ VARIZ'

Çoliç’in üslubunun, hikâyeyi kurduğu duygunun trajikomik bir yerden beslendiğini de belirtmek gerek. Her ne kadar savaşlar, katliamlar, faşizan hal ve yöntemlerden bahsetse de duygu istismarında bulunmaktan özellikle kaçınır. Yaklaşık yüz yıllık orkestranın peşine taktığı okuru Balkanlarda yaşayan hemen her milletten insanın yanına götürür; Hırvat askerler, sürgündeki Osmanlı paşaları, göçmenler, alkolik çingeneler...

Gerek köyde gerekse de yol üstünde karşımıza çıkan bu gibi enteresan karakterlerin kısa hikâyelerini de yazar bize Çoliç. Hemen hepsi de roman başkişisi olacak kadar büyük çatışmaya sahiptir. Çoliç’in bu tercihi başlarda romanı dağınık gibi gösterse de, belli bir yerden sonra bunun bilinçli bir seçim, bir estetik olduğunu düşünmeye başlarız. Epilog ve prolog kısımları da bunu destekler niteliktedir.

Yayınlandığı 2014 yılında Brive Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Hıdırellez, Balkanları, özellikle de Çingeneleri merak edenler için önemli bir kitap. Çoliç de tıpkı Bayramoviçler gibi kendi müziğini kelimelerle besteleyerek Çingenelerin peşinde ustaca gezer. Kulak vermek isteyene duyurulur!