Hikmet yoksa Nazi teorisine mi kaydı?
Marksistlerin söylediği özetle şudur: “Millet / milliyet / ulus” gerçeğini ne inkâr edin, ne de bakış açınızın merkezine bu olguyu koyun.
Endişeye mahal yok, Hikmet Nazi teorisine kaymış değil. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1950 yılında cezaevinden çıktıktan sonra, “içeri”de yazmış olduğu, “Tarih Tezi”nin bir bölümünü, kendisi gibi aynı günlerde cezaevinden çıkmış olan Dr. Şefik Hüsnü’ye elden gönderdi. Gerisini, ağır kanser hastası iken ve 12 Mart sonrası yurtdışında kaçış yollarındayken günübirlik yazdığı “Yol Anıları”nda anlatıyor: “Şefik okumuş mu bilmem, ‘Eyvah’ etmiş, ‘Hikmet yoksa Nazi teorisine mi kayıyor? Aman dikkat!’ – Etme be yahu dedim, Barbarlar Nazi Teorisine alet edildi diye, ilkel Komuna insanı var olmaktan nasıl çıkarılır? Hoş, Koca Engels’in ‘Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Orijinleri’ kitabı hiç okunmamış mı? Engels, Hitlerci serserilerin tarih tahriflerinden 70 – 80 yıl önce tarihöncesinde barbar insanın sosyal karakterini övmüştü. O da mı Nazi? Neyse, iyi okunmamış yazdıklarım. Olur. Bir gün tartışırız. Belki ben de yanılıyorum. Ne var ki konu ilginçtir. Derinleştirmeye değer.”
Şefik Hüsnü’nün tepkisi, toplumların geçmişini, ulusların kökenini ve gelişimini araştırmayı “milliyetçilik”e kodlama alışkanlığının bir örneği. Kuşkusuz bu ürküntüde, sistemin ulusal kimliğe dair bilim dışı abartıları, farklı ulusal kimliklere uygulanan inkârlar ve baskılar, milliyetçi kesimin demokratik değerlere karşı hırçın tepkileri de rol oynuyordu. Ancak, bu tutum aynı zamanda etnik kimlik ve kökenlerin araştırılması etkinliklerini de milliyetçiliklerin tekeline bırakma sonucu doğuruyordu. Bu anlayış, 1960’lardan sonra, dünyada esen anti sömürgeci ve ulusal kurtuluşçu akımların ve demokrat kesimlerin katkısıyla geniş ölçüde kırıldı. Ancak şoven milliyetçilik metodolojisi, “öteki” etnisite içinde de benzerlerini üretmekte gecikmez. “Etnosantrik” yaklaşımlar, “karşıt” konumlara yerleştirdiği kesimlere yasak koymaya çalışırken ya da tepki geliştirirken, kendisinin de “ofsayt”ta olduğunun farkına bile varamıyor çoğu kez.
Ultra evrenselciliğin, tarihsel bir evre olarak “ulus” / “millet” olgusu ile, bir siyaset tarzı olarak “milliyetçilik”in -birbirlerinden beslenmelerine rağmen- son kertede farklı anlamlara denk düştüğünü kavraması ise, öteden beri sorunlu olmuştur. Hatta bunlar en namlı enternasyonalistlerin bile başını çok ağrıtmıştır. Karl Marx, Engels’e bir mektubunda, Enternasyonal Konseyi’ndeki bir tartışmada, “bütün milliyetlerin, hatta ulusların çağı geçmiş önyargılar olduğunu” ilan eden bazı konuşmacıların Fransızca, yani dinleyicilerin onda dokuzunun anlamadıkları bir dille konuştuklarını anımsattığını, buna da İngilizlerin çok güldüklerini yazıyor. Marx’ın ve Engels’in birçok metinlerinde “milletler tipolojisi”ne, yani milletler arası farklılıklara göndermeler yaptıkları görülür.
Aynı doğrultuda, “Ulusların kaderlerini tayin hakkı”nı, tüm ezilen uluslar için de geçerli hale getirerek yeni bir anlam veren, bu hakkı sosyalist hareketi böleceği endişesiyle sınırlı tutmaktan yana olan Rosa Luxemburg dahil, pek çok Marksistle de tartışmalar yapan Lenin, “Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı” kitabında, “ultra sol”un “proletarya devrimi” ile birlikte ulusların hemen ortadan kalkacağını savunmasını “anlamsız bir hayal” olarak niteler. Unutulmasın ki, Lenin ulusların kaderlerini tayin hakkını savunurken, ezilen değil, “ezen” bir ulusun mensubudur, “biz Ruslar millî gurur duygusuna yabancı değiliz” diye yazmış kişidir.
Tarihsel analizi gözeten, hayali dünyalardan değil, somut zeminlerden, fiilen mevcut şartlardan yola çıkılabileceğini esas alan bu bakışlar, haliyle “etnosantrik” bir yaklaşım önermedikleri gibi, günümüzde “yerlilik ve millilik” gördükleri her yere “milliyetçilik” yakıştıran ve şaşkın biçimde “Nereden çıktı bu milliyetçilikler, milliyetçilik acaba Avrupa’da erken kapitalizmin gümrük duvarları örmesinin bir ürünü mü, yoksa Latin Amerika’daki ve Afrika’daki sömürgelerde başlayan uyanışın ürünü mü” türünden tartışmalar yapan ultra evrenselcilere karşı da bir seçenek oluşturmaktadır.
Marksistlerin söylediği özetle şudur: “Millet / milliyet / ulus” gerçeğini ne inkâr edin, ne de bakış açınızın merkezine bu olguyu koyun. Gelgelelim ultra evrenselcilik ulusal kimliklere dönük her çabayı “milliyetçilik”e kodlarken, “etnosantrik” eğilimler ise, “ezen” ya da “ezilen” kesimden olmaları fark etmeden, kendi etnisitesine hak gördüğünü karşı tarafa yasaklama çabası içinde. Şu aralar Nâzım Hikmet’e yapılan saldırılar tam da bunun örneğidir. Milletlerin tarihlerini, kültürlerini, anadillerini araştırmalarını ve bu konularda hak taleplerinde bulunmalarını “ırkçılık, şovenizm, bölücülük” diye nitelemek yerine anlamaya çalışmak, “aidiyet” duygusunu pekiştiren, toplumları anlamsız gerilimlerden uzak tutan, dikkatlerin temel sorun olan sınıfsal çelişkilere yönelmesini sağlayan bir yaklaşımdır.
Türkçeye Milliyetçilik, Sömürgecilik ve Yazın adıyla çevirilen derlemede, Kuzey İrlanda sorunu çerçevesinde Fredric Jameson ve Edward Sait ile birlikte konuya eğilen Terry Eagleton diyor ki: “Egemen düzene karşı diş bileyişimiz yalnızca toplumsal, cinsel ya da ırksal kimliklerimizi bastırması yüzünden değil, fakat bizi uzun vadede o kadar önemli olmayan bu şeylere olağanüstü önem vermeye zorlaması nedeniyledir. Rastlantıyla İngiliz olan, fakat tarihsel olarak bizim adımıza başka halklara yapılanlara karşı çıkanlarımız, İngiliz olmayı verili olarak kabul edip, değişim için daha ilginç bir şey düşündüğümüz durumu yeğlerdi.”
Terry, bizim için de aynen öyle. Bizler de, kendi ulusal kimliklerimizi verili kabul edip, değişim için daha ilginç şeylerle uğraşmak istiyoruz.