Holi hola! Memleket size emanet...
Anlama, anlatma ve anlaşılmaya dönük takıntılı çabamızın arkasında bayağı psikanaliz gerektiren bir sorun var aslında. Bunu anlarsak memleketin yakasından düşeriz. Memleket de bizim yakamızdan düşer.
Bir gün muhakkak izlenmesi gereken muhteşem filmler var. Üstelik bu muhteşem filmlerin çoğuna oturduğun kanepeden erişebiliyorsun. Bir zamanlar sinemaya gitmek de vardı tabii... Sinemada en son hangi filmi izledik acaba diye düşündüm, bir türlü hatırlayamadım. Knives Out (Bıçaklar Çekildi) filmiymiş meğer. Neyse ki evde her şeyi ama her şeyi hatırlayan biri var. Fakat bir yandan da harici hafızayla nereye kadar? Hafızayı zorlamak lazım. İşleyen hafıza ışıldar. En son okuduğum romanı da hatırlamıyorum, iyi mi? Okunacak çok roman da var. İmkân olursa ve pandemi izin verirse gezip görülecek yerler de var.
Fakat yine de film ya da dizi seyretmeye, roman ya da öykü okumaya engel olan şey pandemi filan değil. Esasen pandemi bunları yapmak için altın bir fırsat. Sosyal medyada görüyorum, pandemi boyunca izledikleri filmleri, okudukları romanları üst üste yığıp yanına da sevimli bir kedi iliştiriyorlar. Etkileyici baya...
Yapan yapıyor. Ben yapamıyorum. Memleket mâni oluyor bana. Gözümü memleketin üzerinden ayıramıyorum. Ayırırsam bu memleket başına bir iş getirir diye korkuyorum... Gece 02.30 gibi uyumaya gidiyor, aralıklarla uyanıp memleket yerinde duruyor mu diye bir kontrol ediyorum. Sosyal medyada da kendilerinden habersiz atadığım nöbetçilerim var. Güvenilir birkaç arkadaş. Onları online görürsem, memleket emin ellerde diyerek bir parça uyumaya gidiyorum.
Hayır pimpirik olduğumdan filan değil. Gecenin bir vakti işimizden gücümüzden etti bizi. Gecenin bir vakti İstanbul Sözleşmesi'ni elimizden çekip almaya kalktı. Yattığımız döşeği de altımızdan çekip alacak bir gece vakti... Ben kuşlardan da küçüktüm /Bir gece vaktiydi/ Aşk tuttu elimden beni/Geçtim düşler sokağından/Bir gece vaktiydi/Ceplerimde hacıyatmazlar... Bizimkisi uyku tutmama hadisesi. Bunlarınki bambaşka. Hacıyatmaz bunlar... Allah herkesi korusun diyeceğim ama o da buraları büsbütün boşladı. Dinin ve inancın bu kadar feci biçimde istismar edildiği bir coğrafyayı niye korusun?
Yazarken bir an durup cep telefonuma uzandığımda ekranda bir canlı yayın başlayıverdi! Takdiri ilahi. Gel de bir özet verme şimdi. HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar konuşuyor ve herkesi kendi sorumluluğunu almaya çağırıyor. Bir demokrasi bloku oluşturmanın hayati öneminden söz ediyor. Kelimesi kelimesine değilse de, “Bu gidiş kayyım cumhuriyetine gidiştir. HDP olarak bununla hep mücadele ettik, yine her türlü ederiz. Fakat bu sadece HDP’yle, sadece Kürtlerle ilgili değildir. Bu rejim, halkın iradesini yok sayan bu kayyım rejimi ülkenin her yerine yayılacak!” anlamına gelen sözler ediyor. Ülkenin başına adeta bir demir kafes geçirildiğini tane tane anlatıyor... Her zamanki gibi sakin, umutlu ve akılcı bir politik konuşma. Anlayıp anlamamak bize kalmış. Ayrıca mesele bu da değil, illaki anlamak, anlatmak ve anlaşılmak olmayabilir mesele.
Bütün meselemiz “anlamak ve anlaşılmak” etrafında dönüyor. Bugün bunu da fark ettim tabii. Sanki herkes gerçekte nelerin döndüğünü bir anlasa, her şey çok güzel olacak. Oysa anlamanın gerçekte mümkün olup olmaması bir yana, anlamak ve anlaşılmak talebinin kendisi epeyce sorunlu. Sanki bütün kötülükler olan bitenin gerçek mahiyetinin kavranmamasıyla ilişkiliymiş gibi davranıyoruz. Türkiye toplumu anlamıyor, Avrupa Konseyi anlamıyor... Mesela iki gün evvelki Medyascope programında hararetle şunu söylemiştim. “İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek sadece Türkiye’nin Batı’dan, evrensel hukuk değerlerinden ve demokrasiden büsbütün kopması anlamına gelmiyor. Avrupa Konseyi’nin bu hukuksuz çekilmeyi kabul etmesi halinde, bu aynı zamanda, Avrupa fikrinin ve idealinin de bir tür çöküşü anlamına gelir. Bu yüzden de mesele sadece İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin hukuksuzluğu ve bu kararın yok hükmünde olduğunu anlatmaktan ibaret değil. Sözleşmeden çekilmek, AKP’nin kadın ve LGBTİ+ karşıtı toplum tahayyülünün, nefret söylemini kökleştirme çabasının ve cinsiyet eşitliğini reddinin ifadesidir. Böyle bir toplum tahayyülünün sadece Türkiye bakımından değil sözleşmeye taraf uluslararası toplum bakımından da bir tehdit oluşturduğunun iyi anlatılması gerekir.”
İyi anlatılması gerekir. Nokta. Sanırsın ki bütün mesele bu. İki gözü önüne akmayasıca Avrupa Konseyi’ne -birçok konuda AİHM’e de olduğu gibi- anlatılamamış bu konu. Anlatılsaymış her şey hallolacakmış gibi. Oysa anlıyorlar ama yine de yapıyorlar... Bu anlama, anlatma ve anlaşılmaya dönük takıntılı çabamızın arkasında bayağı bir psikanaliz gerektiren bir sorun var aslında. Bunu anlarsak memleketin yakasından düşeriz. Memleket de bizim yakamızdan düşer. Yani benim ne derdim var arkadaş? Çoluğum yok çocuğum yok, şunun şurasında da en fazla otuz yıl daha yaşarım. Gider Kelebekler Vadisi yakınlarında bir köye yerleşirim, ister kelebek kovalarım, ister yamaç paraşütü yapsın (onu ben yapamam artık, paraşüt işi kendisinde).
Heyhat ki memleketin yuvarlanmakta olduğu yamacı anlama ve anlatma işi dururken, Kelebekler Vadisi’ne filan gidemiyoruz.
Enseyi karartmayalım yine de. Kaçınılmaz sonlardan da kimse kaçamaz. Seni yerler yerler/Seni ham yapar bu zilliler/Yaylanmadan yürü/Yoksa günah bizden gider/Anlayalım artık, hop usta/Sen başımıza bela mısın? Sezenimo Serçus farkı işte. Görmüş her şeyi ve oraya yazmış. Birkaç dizeyi atlayarak şimdiki durumumuza uyarlamayı öneriyorum. “Hop usta bela mısın” diye sormuş resmen. Bundan sonra İstanbul Sözleşmesi protestolarında kullanılsın bence. Esas şu kısım kullanılsın: “Seni yerler, yerler... Seni ham yapar bu zilliler!”
Hiçbir yeni roman, kitap vs. okumak istemediğim zamanlar, dönüp dönüp yeniden okuduğum kitaplar var. Hani hiç kimseyi görmek istemediğinde hep aynı kişiyi görmek istersin ya, öyle bir şey. Öyle ağır afili şeyler değil bu dönüp dönüp okuduklarım. Mesela Adam Phillips’in Kaçırdıklarımız: Yaşanmamış Hayata Övgü adlı kitabı bu kategoride. Şimdiye kadar üç farklı renkteki kalemle çizerek okumuşum. Daha da okurum...
Üstat Phillips -ki aynı zamanda psikanalisttir- Frédéric Beigbeder’den epey hallice bir yazar. Beigbeder’yi bizim kuşak iyi hatırlar. Aşkın Ömrü Üç Yıldır kitabının yazarı. Kitap yayınlanmıştı da Kaya Çilingiroğlu, Sezen Aksu, hatta Mehmet Teoman filan herkes bir rahat etmişti. Hayır yani aşkın ömrü üç yılsa onlar n’absın? Mehmet Teoman dedim de gerçekten şu kitabı bari okuyacağım, kesin. Ara ara fal bakar gibi rastgele bir yerinden açıp okuyorum zaten. Memleket kasvetini darmadağın ediyor. Metin Solmaz’ın nehir söyleşisi: Anılar saçılmış odaya, her yere... Onu bitirince de Kadehlerdeki Dudak İzleri okunacak. Bir kadeh şarabı zehir ettiler bize ya. Oysa Osmanlı’da bile kadınlar şarap içermiş. “Müskirat (alkollü içkiler) karşısında tedbiri elden bırakmayınız” demekle birlikte kendileri de ara ara yuvarlıyorlarmış anladığım. Birinin bu anason işlerinin milli tarihini de kurcalaması gerekiyordu zaten... Metin Solmaz arkadaşımlan Overteam ekibi buraya bir el attı, o iş onlarda. Bize de okuru haberdar etmek düşer. Zaten o bir kadeh şarabı gizli gizli içmeye razı olmayacaktık...
Aşkın ömrünün üç yıl olduğu anlaşılınca sadece saydığım isimler rahat etmedi tabii. Allah için ben de çok rahat ettim. Ama tersi bir istikamette. Üç yıl bitince baya bir huzura erdim. Evlendim barklandım hatta. Ay neydi o öyle? Aradı aramadı, geldi gelmedi... Sosyal medya diye bir şey mevcut değil! Cep telefonunun bile şimdiki marifetlerinin hiçbiri yok. Bildiğin ahizeli telefonu cebine koymuş geziyorsun. Milattan önce... Fakat bazen sosyal medya döneminde aşk da çok acayip bir şey ya diye de düşünmüyor değilim. Yok öyle aradı aramadı teranesi. Twitter’dan, Facebok’tan, Instagram’dan, hatta Clubhouse’dan adım adım takip ediyorlar. Aman, aman... Bu konuyu bir roman yazıp anlamaya çalışmak şart. Daha evvel de söz etmiştim. Kayınvalidem senelerdir “Kalemin yatkın, bir aşk romanı yazsana sen” der zaten. Barbara Cartland’ın Mağrur Sevgili romanı gibi romanlar yazabileceğimi filan düşünüyor. Kalemimi bir hafifsiyor, bir laf geçiriyor gibime gelmiyor da değil ama...
Neyse işte, memleket meselelerini aşık gibi anlama ve anlatma çabası sinsi sinsi yiyip bitiriyor insanı. İnce hastalık gibi bir şey. Adam Phillips şöyle diyor: “Esasen psikanaliz insanları anlama ve anlaşılma ihtiyacından vazgeçirme terapisi, kavramama yolunda gecikmiş bir eğitimdir.”
Bu gecikmiş eğitimi hepimiz almalıyız belki de. Anlamak ve anlaşılmak çocuksu bir talep. Siyah önlük giyerek “Andımıza” sahip çıkmaya kalkışmak gibi regresif bir şey. Komik hatta. Yazarın dediği gibi “intikam alır gibi kavramak” bir aşırı yorumdur. Sınırı “anlamamak”tan çekmeyi, hatta sanki kavrama çabasının beyhudeliğini kabul etmeyi öneriyor. Bence çok karışık bir ifade değil. Anlayamayız... Olayların kendi zamanını yaşamasına razı olacağız mecbur.
Anlaşılmaya dönük takıntının terapisi toplumlara da gerekir. Toplum da anlaşılmayı çok beklememeli... Herkes kendi anladığıyla yürür. Kaynaş kaynaş olmak gerekmez. Yan yana olmak iyidir ve yeterlidir. “İyilik iyidir.” Arkadaşım Mehmet Ali’den öğrendiğim kadarıyla, Zazaca’da şöyle söylenirmiş: Holi hola (iyilik iyidir). İtiraz eden okurlar kesin olacaktır ama anladığım kadarıyla Bingöl civarındaki Zazaca’da böyle ifade ediliyormuş. Şu tivitten de görülüyor. Bir de “Bena hol” (İyi olacak) diyorlarmış. Fonetik olarak ilaç gibi kelimeler...
Hasılı biraz da anlamadan ve anlaşılmadan yürüyelim... Bu yazı da böyle bir yazı. Anlaşılmayı talep etmeyen bir yazı. İyileşmeye çalışıyorum. Bir gece olsun rahat uyuyayım. Memleket size emanet. Bena hol...