Home... My sweet home...
Olivia Wilde göz kamaştıran ve cazibeli bir dünya inşa etmiş ama bunun içini biraz boş bırakmış… Dolayısıyla filmi izledikten sonra ister istemez şöyle diyoruz: Aslında gerçekten de ‘dert edecek’ fazla bir şey yokmuş!’
Televizyon için yapılmış dizi halinde uyarlamalarını veya sadece andıran benzerlerini bir kenara koyarsak ‘The Stepford Wives /Stepford Kadınları’ filmi seyirciyle gerçek anlamda 1975 yılında buluştu. Film, ciddi biçimde ilgi çektiği için olmalı nispeten kısa bir süre içerisinde devamı niteliğindeki ‘Revenge of Stepford Wives’(1980) ve ‘The Stepford Children’ (1987) filmleri de geldi. Hatta en son örnek olarak 2004 yılında çekilen Nicole Kidman’ın başrolünü oynadığı ‘remake’ini de sayabiliriz.
Devam bölümlerinde senaryo değişse hatta tamamen tersine dönse de ilk filmdeki ‘Stepford kadınları’ sonrasında İngilizcede kadınları biraz küçümseyen, hafife alan ve toplumdaki yerlerini ciddi derecede kısıtlayan bir terim haline geldi. Bu isimle tanımlanan kadınlar kocasına tamamen destek veren ama kendileri sadece bulaşık, çamaşır, temizlik ve yemek yapma gibi ev işleriyle uğraşan ve boş zamanlarında da arkadaşlarıyla sohbet eden kişilerdi. Bu yapımlardan ve karakterlerden bahsetmemizin sebebi, sinema salonlarımıza uğrayan ‘Don’t worry Darling’ filminin bariz bir şekilde bu filmden esinlenmiş olması...
Oyuncu/yönetmen/yapımcı gibi birçok ‘kasketi’ başında taşıyan Olivia Wilde seyirciyi 1950’li yılların Amerikasının bir banliyösüne salarak, bize biçim açısından kusursuza yakın ama senaryo açısından açıklar veren bir dram/psikolojik gerilim karışımı bir yapım sunuyor. Konuya değinecek olursak: 1950’li yıllarda Alice ve kocası Jack proje aşamasındaki bir yerleşim inşasının yakınında olan bir banliyö evinde yaşayan bir genç çifttir. Jack gizli tutulan bu projede diğer mühendis komşuları gibi çalışırken Alice ideal bir ev hanımı gibi hem evlerinin ev işiyle ilgilenmekte hem de kocasına iş içi ve dışında her türlü desteği vermektedir. Başlarda kusursuz gibi duran bu yaşam biçimi Alice’in komşularından (ve arkadaşlarından) birinin intihara teşebbüs etmesiyle ve Alice’in aralıksız gördüğü kabuslarla sekteye uğrar. Zamanla aslında bu projenin göründüğü kadar masum olmadığı ve başta projenin sahibi Frank olmak üzere çalışan ekibin de tehlikeli şeyleri sakladığı ortaya çıkmaya başlar….
ESİNLENME Mİ YOKSA REMAKE Mİ?
İlk bakışta filmin anlattığı konu da stilize şekli gibi ilgi çekiyor hatta belli ölçülerde hayranlık uyandırıyor. Her ne kadar dünyanın gerisinden kopuk duran ütopik bir kasaba ve buraya tam anlamıyla uyum sağlamış fazla (!) mutlu ve mekanik davranan topluluklar daha önce sinema ve dizilerde sık sık kullanılmış temalar olsa da bu filmdeki sağlam görüntü çalışması, dönemin her detayını iliklerimize kadar hissettiren özenli bir sanat yönetimi ve özellikle filmin baş protagonisti Alice’in nüanslı oyunu yönetmenin hedeflediği hem gerçeküstü hem de gerilimli atmosferi kurmayı başarıyor.
Karşılaştırmak babında tekrar ‘Stepford Wives’ın konusunu hatırlayacak olursak: Genç bir kadın yeni taşındığı banliyösündeki kadın komşularının, başlarında bir lider olan erkekler tarafından yönetilen karanlık bir organizasyon tarafından kurban edildiğinden şüpheleniyordu.
‘Don’t worry…’ esinlendiği eserle aynı temalarını işlerken bunları modernize etmeye çalışıyor. Ancak bu çaba aynı şeyleri ‘revize’ etmek gibi değil daha çok ‘recycle’ (geri dönüşüm) etmek gibi duruyor. İşin daha da vahim kısmı bu modernize etme çabalarının hem karakterlerin özeliklerini hem de olayların gelişimini ciddi anlamda zayıflatıyor olması. Filmde üstüne basa basa gösterilen sembolik ‘erkekler kulübü’ ve bunun yarattığı sistematik ‘misogyne’ tutum biraz didaktik ve ‘ekspres’ yolla gönderilmiş gibi duruyor. Dolayısıyla çoğu zaman bir klasikten esinlenmiş bir film değil, çok parlak olmayan bir remake izliyormuş hissiyatına kapılıyoruz. Sık sık bir açıklama ihtiyacı anlatımın önüne geçiyor.
ÖZEL MERKEZ O KADAR DA ÖZEL DEĞİL!
Fazla detaya girmeyeceğimiz filmin ‘twisti’ yani Alice’in kasabada yaşayanların gitmelerinin katiyen yasak olduğu ‘projenin’ esrarengiz genel merkezine ulaşması ve sonrasında yaşananlar beklediğimiz sürpriz etkisini yaratamıyor. Sadece bu tarz çözümlemelerin ve açıklamaların benzerlerini çok gördüğümüzü ve artık neredeyse sıradanlaşmış bir son olduğunu söylemekle yetinelim.
Bütün bunların yanında başta da değindiğimiz gibi filmin görsel gücü çok yüksek ve senaryo açısından açıklar verse de filmdeki stilize hava verilmek istenen yapay ve sahte dünyayla tam olarak uyuşuyor. Kameranın arkasında Mathew Libatique gibi bir isim var. Katie Byron sanat yönetiminde, Arianne Phillips kostüm tasarımında kusursuz işler çıkarmışlar ve filmin bütününde zaman zaman hakimiyette zorlanan yönetmen Olivia Wilde da sanki filmin ilk bölümünü oluşturan, bu ütopik kasaba ve burada yaşayanları tanıtan sekanslarda çok daha rahat ve kontrollü…
Filmin en büyük artılarından birini kuşkusuz Alice rolünde harikalar yaratan Florence Pugh’un performansı oluşturuyor. Kendisini giderek daha önemli filmlerde görmeye başladığımız oyuncu, dışardan olabildiğince mutlu ve huzurlu dururken aslında içinde sürekli bir ‘terslik’ veya yerine oturmayan şeyler hisseden fedakar eş rolünde adeta sönmekte olan senaryoyu ateşleme görevini üstleniyor. Filmin hikayesindeki bazı gereksiz tekrarları da örten onun oyunculuk gücü oluyor. Kocası Jack’i canlandıran Harry Styles için ise ne yazık ki aynı şeyleri söyleyemeyiz: Styles tabii ki (aslında o kadar da ideal olmayan) ideal eş rolünde ikna edici bir oyunculuk sergilemeye çalışıyor ama çizdiği karakter biraz fazla donuk, pasif daha doğrusu hareketsiz… Elbette hikaye boyunca yönlendirici eylemlerde bulunuyor ama bunların hiçbiri sanki kendi inisiyatifinde değil.
Genelde üstlendiği rollerin dışına çıkmış Chris Pine ise sanki esrarengiz iş adamı Frank’i oynamaktan zevk almış gibi duruyor. Hikayedeki akıbeti biraz ‘anında uydurulmuş’ gibi dursa da genelde etkileyici bir portre çiziyor.
Sonuçta Olivia Wilde göz kamaştıran ve cazibeli bir dünya inşa etmiş ama bunun içini biraz boş bırakmış… Dolayısıyla filmi izledikten sonra ister istemez şöyle diyoruz: Aslında gerçekten de ‘dert edecek’ fazla bir şey yokmuş!’