Hoşçakal Kaptan
Bahçedeki güllerden birkaç tanesini koparıp mezarına koydum. Mezar taşını öptüm. “Bi xatirê te Kaptan” diyebildim. Kadim baba-oğul çatışması son buldu.
Şoför, “Rahmeti ile adaşız” dedi. Ne demek istediğini anlamadım. Daha doğrusu, şoförün kullandığı cümleyi idrak edip anlamlandırmam için silkinip uyanmam; mekanı, şeyleri ve duyguları yerli yerine koymam gerekiyordu.
Cenaze arabasında şoförün yanında oturuyordum. Arkada babam vardı. Tabutun içinde upuzun ve sonsuz bir huzur içinde yatıyordu. Rahmetliydi ve şoförle aynı ismi taşıyordu.
Şoför elindeki evrakları inceliyordu. Birazdan babamla yapacağımız en uzun ve son yolculuğumuza çıkaracaktı ikimizi.
Zihnimin hâlâ bulanık olduğunu hissediyordum, yine de “babam öldü” dedim kendime. Bunu birçok kere yüksek sesle tekrarlamak istedim. Durumu bir an önce kabullenmek için... Durumu bir an önce kabullenirsem defin işlemi, taziye hazırlıkları gibi yapılması gereken son görevlerin aksamadan ilerlemesine katkıda bulunabilecektim. Ancak içimden bir yerlerden bir hıçkırığın yukarı doğru hızla yükseldiğini hissediyordum. Konuşsam ağlayacaktım. Sustum.
İKİ RAMAZAN’IN ORTASINDA
Biri arkada diğeri yanımda iki Ramazan’la yolculuk yapıyordum. Şoför konuşkan değildi. Belki adaşı rahmetliye ve yas sürecine duyduğu saygıdan susmayı tercih ediyordu. Yol boyunca, neredeyse hiç konuşmadan, aklına geldikçe sigara ikram etti.
Şimdi arkada bir tabutun içinde upuzun ve huzurla yattığını umduğum babam ise bir konuşma ustası değildi. Bir şeyi birçok defa ve çok uzun anlatırdı mesela. Esprili değildi ama durum komedisine uygun hareketleri ve konuşmaları olurdu. Son yıllarda kendi kendine kilamlar söylerdi. Sesi ve hikayeleri yanıktı. Annem, “bavê we piştî wî emrî buye dengbêj” (Babanız bu yaştan sonra dengbêj oldu) diyerek hafif yollu dalga geçerdi.
Maceraperest değildi babam. İşine sadık tipik bir memurdu. Makinistti ve Bağdat’a kadar defalarca yük treni götürmüşlüğü vardı. Emekli olunca “emekli devlet memuru” oldu. Memurluk asla bitmeyen bir hal olmalı.
KADİM BABA-OĞUL ÇATIŞMASI
Yol boyunca bir sürü hatıra üşüşüyor zihnime. Kötüleri uzaklaştırıyorum, iyiler gözlerimin dolmasına neden oluyor.
Baba-oğul çatışmasını çok erken yaşta memur olmayı reddederek ben başlatmış olmalıyım. 'Baba’nın her türden otoritesinden ve aile mefhumundan uzaklaşmak arzusu, bağımsızlığa ve özgürlüğe duyulan özlemdi. Bu sessiz ve kararlı özlemi sadece hissettiğimi ve bunun bilinçle şekillenmediğini şimdi biliyorum elbette. Bunun sevgisizlikle bir ilgisi de yoktu. Belki fıtratım böyleydi, zaman zaman şakayla karışık söylediğim gibi, beni sahiden okuduğum romanlar yoldan çıkarmış, 'baba’dan ve aileden uzaklara savurmuştu.
Asla mutaassıp değildi ama Kur'an-ı Kerim okumayı ihmal ettiğim gerekçesiyle çizgi romanlarımı yakmıştı babam. Yıllar sonra, eve baskın düzenleneceğini haber alınca, başıma iş gelir korkusuyla dergi ve kitaplarımı da yakacaktı. Baba, devlet gibi bir şeydi o yıllarda. Bana öyle geliyordu.
Aramızda, onun tabiriyle, sağ-sol çatışması da oldu. Erken yaşta solcu oldum ve babam Süleyman Demirel hayranıydı. 12 Eylül darbesine sevinecekken faşizm kapısına kadar geldi ve sessiz kaldı. Sevinci endişeye bıraktı yerini.
Birkaç yıl sonra ilk şiirlerim ve öykülerim yerel bir gazetede yayımlandı. Tesadüfen eline geçmişti gazete ve adıma rastlayınca şaşırmıştı. Gurur duymuştu. Sonra korkmuştu. 12 Eylül faşizminin hükmü sürüyordu çünkü ve öykünün kendisi değil ama öykünün adı ürkütmüştü onu. Öykünün adı “İşçi Adamız” idi ve bu gururlu söyleme biçimi o karanlık yıllarda tehlikeye davetiye çıkarıyordu ona göre.
Yıllar sonra çalıştığım Demokrasi gazetesinde fotoğraflı yazılarım ve ilk kitabım yayımlandığında da gurur ve korkuyu birlikte yaşadı. Gazeteci ve yazarların öldürüldüğü, tutuklandığı bir memlekette yaşıyor olmanın bilgisiyle.
Şiirlerimi Kürtçeye çevirerek anneme okuduğunu duymuştum. Bu çabasını duyduğumda gülüp geçmiştim o zaman ama şimdi, mesela kitabın adını, Kuşkular Zamanı’nı Kürtçeye nasıl çevirmişti acaba, diye merak ediyorum?
Gazete dağıtan çocuklara fazladan para vererek alıyordu gazeteyi. Fazladan ödediği paranın bir şekilde bana da ulaşacağını düşünerek. Endişeleniyordu benim için ama yine de hiçbir zaman “yazma” demedi, hep “dikkat et” demekle yetindi. Çünkü babam, sonradan devrimci olmuştu.
‘BABANIZ DEVRİMCİ OLDU’
Karakol komutanı babamı karakola ‘davet’ ediyor ve “oğulların nerede?” diye soruyor. Kimimiz üniversite için başka şehirde kimimizse çalışmak için... Ben üniversiteden atılmış, İzmir’de çeşitli işlerde çalışarak tutunmaya çalışıyorum. Babam bunları anlatıyor ama adreslerimizi “bilmiyorum” diyerek vermiyor. Karakol komutanı muhalif bildiği insanları karakola davet edip işkence eden adam olarak nam salmıştı. Babama işkence ediyorlar sabaha kadar. Babam, gördüğü işkenceye rağmen, oğullarının adreslerini söylemiyor.
Daha sonra annem, babamın işkenceye direnişini anlatarak, “babanız devrimci oldu” diyecekti telefonda. Annem mi? Annem hep devrimci bir kadın oldu zaten.
Kardeşlerimin sürgünlüğüne, uzun süreli gözaltında tutulmalarına, mahpusluklarına tanıklık edecek, onların başına daha kötü bir şey gelmesin diye karakolların, adliyelerin önünde nöbetler tutacaktı babam. “saçlarımın dibinden süzülen keder/babamın acıyan sakalına uzanan elimdir” dizeleri, o vahşi karanlık günlere aittir. 'Baba', devlet gibi algılanmaktan uzaklaşıyordu.
EMEKLİLİK ZOR ZANAAT VE BABAMIN BOŞ İŞLERİ
Emekli olunca dededen kalma bahçeyle ilgilenmeye başlamıştı. Ama bir sorun vardı: Bahçe işinden anlamıyordu. Ayrıca obsesif olduğu için kök salmış birkaç ağacın yerini değiştirmiş, ağaçların kurumasına neden olmuştu. Ancak babasından kalan bahçedeki nar, asma ve gül ağaçları onun eseridir. Bahçedeki beyaz güllerin kokusu enfestir. Bundan sonra babam kokacak.
Bir ara şifalı bitkileri, sağlıklı beslenmeyi anlatan kitaplara merak salmıştı. Baba-oğul çatışması denilebilirse, beslenme konusunda da çatışıyorduk. Hangi meyvenin, sebzenin hangi hastalıkları engellediğini anlatmaktan haz duyuyordu ve ben bunlarla hiç ilgilenmiyordum. Yine de mutlu olsun diye ona, konuyla ilgili İstanbul’dan kitaplar gönderdiğimi hatırlıyorum.
Bir ara “Kıyamet Ayetleri” adlı bir kitap okumaya başlamıştı. Kıyametin alametlerini anlatıyordu bize. IŞİD’in kıyametin alametlerinden biri olduğuna inanıyordu. Dinler gibi yapıyorduk. Dinler gibi yaptığımızı ve sıkıldığımızı anlaması uzun sürmüyordu. Kamburunu çıkararak odasına giderdi sessizce. Kamburu, dizlerindeki kireç yüzündendi. Bir vakitler göğüs dışarıda yürüyen babamın bu şekilde yürümesi kedere neden oluyordu. O, kader diyordu buna.
İstisnasız her Kürt gibi hiçbir haberi kaçırmıyordu. Ancak annemden farklı olarak o Türkçe yayın yapan televizyonlardan izliyordu haberleri. Bazı kanalların haber verme biçimi kahrediciydi onun için. Fox TV’nin hükümeti eleştiren haberlerine bayılıyordu ancak, “Mesele Kürtlere gelince hepsi aynı” diyerek öfkeleniyordu. Biz onun televizyon haberlerini izlemesini “boş iş” olarak değerlendiriyorduk.
Emekli olmak zor zanaat oldu onun için. Son yıllarda kahveden de ayağını kesti ve bizim boş dediğimiz işlerle, bir obsesifin ruh haliyle ilgilendi sadece. Obsesif olması annemle ve bütün çocuklarıyla çatışmasının temel nedeniydi. Aklına koyduğu şeyi gerçekleştirinceye kadar tedirgin edici bir hava estirirdi evde. En çok o zaman devlete benzerdi.
ÇOCUKLARINA KAHRAMAN
Belki bütün babalar gibi, bazen devletin tankına topuna, yasalarına benzerdi babam, evet. Ama sadece benzerdi ve bu hal süreklilik arz etmezdi. 'Kaptan' lakabını Van’da okuyan kız kardeşimi ziyaret ettiğinde tekne kullandığı için almıştı. Bir de bir dizideki sinirli kaptana benzetildiği için. Bunu bilirdi ve güler geçerdi. Çünkü öyle uzun boylu değildi öfkesi ve çocuklarının kendisine 'Kaptan' diye seslenmesini çok kolay benimsemişti.
Basit şeyler için sinirlenirdi en çok. Okuldan atıldığımda memur olamayacağım için üzülmüştü ancak hiç üstüme gelmemişti. Öğrenci afları çıktıkça haber vermekle yetindi yıllarca. Evlenip boşandım, sonradan haberi oldu ve geleneklere rağmen sessiz kalmıştı. Gelinini ve torununu boşanma olmamış gibi sevmeye devam etti. İşsiz kaldım defalarca. Her defasında üzüldü ve hemen arkamda olduğunu bir şekilde göstermeye çalıştı. “Ez li pişta te me” (Arkandayım). Arkamda babam var duygusu, bütün o baba-oğul çatışması sürecinde bile hiç çıkmadı içimden.
Memurdu, emekli devlet memuru oldu ve hep orada kaldı. Hayatını değiştirmeyi aklından geçirmiştir mutlaka ancak hayatını değiştirecek hamleyi yapmaya hiç cesaret edemedi. İyi kötü çocuklarının güvencesi, kahramanı olmakla yetindi.
Demiştim, tutucu değildi babam ancak içki sevmezdi ve bu yüzden baba-oğul bir çilingir sofrasında oturamadık.
BABAMIN İFLAH OLMAZ TAKINTISI
“meşeler göğermiş diyorsun varsın göğersin
her yaprak bir öpücüktür sana o huysuzdan”
Diyarbakır tarafından Mardin’e giderken, Mardin il sınırına geldiğimi, meşelerden anlarım. Mevsim yazsa dağlar yemyeşildir ve Ahmet Telli’nin yukarıdaki dizeleri, şimdi olduğu gibi, kendiliğinden gelip yerleşir dilime.
Mardin il sınırına babamla birlikte, bu dizelerle ve hatıralarla giriyoruz.
Beni otogara o götürürdü, otobüs kalkıncaya kadar beklerdi. Bu arada şoförün adını öğrenir, bana mukayyet olması için ricada bulunur ve otobüsün plakasını not ederdi. Üniversitede okuyordum ve bana çocuk muamelesi yapılıyor diye çok bozulurdum. Huyunu bildiğim için sesimi çıkarmazdım. Arayıp İzmir’e vardığımı haber verinceye kadar televizyondan haberleri izlerdi, bir kaza olmuş mu diye.
Diyarbakır’dan Mardin’e dolmuşla bir buçuk saattir yol. Mardin’e geleceğimden haberi varsa arayıp vakitlice gelmemi isterdi. Dolmuşa binmişsem bu sefer arayıp dolmuşun hangi civarda olduğunu sorardı. Bu aramalar ben eve varıncaya kadar birkaç defa tekrarlanırdı: “Vejdînê min ka hûn gihaştin kîderê?” (Vecdim nereye ulaştınız?).
Bu ısrarlı soruların dolmuşta yolculuk ederken beni rahatsız ettiğini gizlemeyeceğim. Ama şimdi, bana öyle geliyor ki bu ses, bu sorma biçimi kulaklarımdan asla silinmeyecek. Çünkü artık salt bir baba şefkatini, özlemini, heyecanını temsil ediyor.
AŞI OLMAYACAĞIM DEDİ VE OLMADI
Korona virüsü aşısı olmayacağını en başından söyledi. En son bana geldi annem, “Sen ikna edersin” diyerek. Açıkçası güvendim kendime ve ikna ederim diye düşündüm. Son yıllarda, artık büyüdüğümü kabul ettiği için olacak, söylediklerimi dikkatte aldığı olurdu çünkü. Ancak bu sefer olmadı.
Esasında korona virüsüne karşı dikkatli davrandı. Dışarı çıkmadı, kimseyle temas etmedi. Dışarıdan gelen bizler de uzak durmaya çalıştık. Bu sayede korundu ve korona virüsüne yakalanmadı. Ancak son bayramda tedbirleri ihmal ettik. Sağlık Bakanlığı kadar hepimiz rahat davrandık ve babam korona virüsüne yakalandı.
Hastane süreci iki gün sürdü. İki günün sonunda, doktorun verdiği bilgiye göre kalbi durdu.
HOŞÇAKAL KAPTAN
İki Ramazan’la yolculuk mezarlıkta son buluyor. Çocukları, akrabası, eşi dostu mezarlıkta bekliyordu Kaptan’ı. Kendisinin diktiği ağaçların gölgesinde, anne - babasının yanında sonsuz uykusu için bir yer ayrılmıştı. Onu bir daha asla göremeyeceğimi bir kez daha idrak etmiştim.
Bayram için gittiğim köyde birkaç günü birlikte geçirmiştik. Görünürde hiçbir sağlık sorunu yoktu. “1950’li yıllarda Şenyurt’ta sinema vardı” diyerek şaşırtmıştı beni.
Köyden ayrılırken kel kafasından öpmüş, “Bi xatirê te. Li xwe mikate be Kaptan” (Hoşçakal. Kendine dikkat et Kaptan) demiştim. Her zamanki gibi salondaki televizyonun dibinde, plastik koltukta oturuyor, haberleri izliyordu. Televizyonun sesi oldukça açıktı çünkü kulakları ağır işitiyordu ve -hepsini ayrı ayrı çok sevdiği- torunları çok gürültücüydü.
Beni yolcu etmek için kalkmaya yeltenince oturtmuştum onu. “Oxra te a xêrê be” (Uğurlar olsun) demişti. Onu o plastik koltukta, televizyonun karşısında bırakmıştım. Onu en son morgda görecektim, “Güle güle Kaptan” diyerek alnından öpecektim.
Bahçedeki güllerden birkaç tanesini koparıp mezarına koydum. Mezar taşını öptüm. “Bi xatirê te Kaptan” diyebildim. Onu bir daha asla göremeyecektim; birlikte gülemeyecek, kavga edemeyecektim. Bunu bilmenin ağırlığı hıçkırığa dönüşüyordu ve daha fazla konuşmaya müsaade etmiyordu. Kadim baba-oğul çatışması son bulmuştu. Ama bir arkasız kalma hali gelip yerleşmişti içime.