Hrant Dink Davası ve pasif devrim kıskacında Türkiye

Hrant Dink davasında bilgiye, avukatları, ailesi, gazeteciler ve yazarların emeği ile ulaşıldı. Cumartesi Annelerinin ülkesinde, siyasi cinayetlerin aydınlanması uzun mücadelelerle gerçekleşiyor.

Fotoğraf: Arşiv
Google Haberlere Abone ol

18. kez Hrant Dink’in öldürülmesinin anmasını geride bıraktık. Bu cinayetin aydınlatılması için mücadele ve umut devam ediyor. Ancak, siyasi cinayetlerin aydınlatılabilmesi için devletin yapısının, karakterinin ve güncel durumunun anlaşılması, tartışmaların derinleştirilmesi gereklidir. Bu bağlamda, pasif devrim kavramı, Türkiye gerçekliğinde mevcut durumu anlamaya yardımcı olmaktadır. Ayrıca, yabancılaşma sürecinde devlet ve lideriyle kurulan sahte bir özdeşleşme, kitlelerin bu noktadaki sorumluları görmesini engellemektedir; bu durum da yazıda ele alınmaktadır. Bu bağlamda, bugünkü siyasi cinayetlerin aydınlatılması, devlet aygıtının yetki alanının daraltılması ve kitle örgütlerinin alanının genişletilmesi ile mümkündür. Siyasi cinayet davalarında yalnızca reddi hakim değil, aynı zamanda sistem tartışması ve adalet arayışında olan güçlerin strateji tartışması da gereklidir. Yazının temelini bu nokta oluşturmaktadır. Hrant Dink cinayetini saran bağ, tüm sistemi içine almıştır; bu bağın çözülmesi, sistemi yeniden sorgulayıp yapılandırmaya yönelik bir süreci başlatabilir.

Gazeteci Hrant Dink’in davasında, iktidar blokları arasındaki güç savaşlarının birbirlerini tasfiye etme süreçlerinde ortaya çıkan bilgilere ve baştan itibaren bilinen birçok gerçeğe rağmen, unutmayalım ki, Hrant Dink Vakfı’nın da belirttiği gibi, ancak 2015 yılında devlet görevlileri mahkeme önüne çıkarıldı. Soykırım ve katliamlar tarihi, Ermenilere ve tüm ezilenlere önemli dersler öğretmiştir. Gerçeği ortaya çıkarma konusunda inatla örgütlenen insanların çabaları sayesinde, bu cinayetin oluşumuna dair Türkiye’deki diğer siyasi cinayetlere (örneğin Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Kemal Türkler, Turan Dursun, Musa Anter, Vedat Aydın ve Tahir Elçi) kıyasla daha fazla bilgiye sahibiz. Ancak bu bilgiler de sınırlı bir noktaya kadar ulaşabiliyor ve eksik kalıyor.

CİNAYETLER NEDEN AYDINLATILAMAZ BU COĞRAFYADA?

Bir cinayeti aydınlatmak ne anlama gelir? Cezasızlık kültürünün hâkim olduğu bir ülkede yaşıyor olsak da mesele, yalnızca tetiği kimin çektiğini öğrenmek ya da katilin hak ettiği cezayı alması değildir. Asıl aydınlatma, bu cinayeti mümkün kılan koşulların tekrarlanmasını imkânsız kılacak şekilde değiştirilmesidir. Nietzsche ve Schopenhauer, insanın şiddetle olan bağlantısını değişmez bir gerçeklik olarak görürken ve böylesi bir değişimi mümkün görmez iken, Marx’ın ‘koşulların insanı belirlediği’ düşüncesi, toplumsal gerçekliği anlamak için daha ikna edici bir yaklaşım sunar.

Türkiye’de siyasi cinayetlerin AKP iktidarı döneminde önceki dönemlere göre sayıca azalması bize iki önemli noktayı gösteriyor. Birincisi, geçmişteki cinayetlerin iktidarın onayı, desteği ve koruması altında gerçekleşmiş olduğudur. İkincisi ise, devletin yapısındaki değişimlerin siyasi cinayetlerin kaderini belirleyen temel bir etken olduğudur. Ancak bu değişime rağmen, 1915, 6-7 Eylül pogromu ve Madımak katliamı gibi geçmişteki şiddet örnekleri, yeni rejimde Gezi’deki gençlerin ölümü, Suruç saldırısı, Gar katliamı ve Cizre ile Sur’daki katliamlarda görülen şiddetin sürekliliğiyle varlıklarını açıkça göstermiştir. Bu örnekler, şiddetin farklı biçimlerde kendini tekrarladığını ve köklü bir dönüşümün ne kadar elzem olduğunu ortaya koymaktadır. Pasif devrim ile anlatılan, devletin genel yapısının özel bir halinin anlatılmasıdır, genel yapısından bağımsız düşünülemez.

PASİF DEVRİM

Bu süreç, Gramsci’nin pasif devrim kavramıyla en iyi şekilde tanımlanabilir. Pasif devrim, iktidarın, kitlelerin devrimci seferberliği olmaksızın tepeden yapısal değişiklikler gerçekleştirme stratejisidir. Bu strateji, iktidarın kontrolünü sürdürmesini sağlarken, verilen ödünlerle radikal dönüşümleri engelleme ve statükoyu koruma amacını taşır. Aynı zamanda bu süreç, ezilen kesimlerin ve işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi ve bu grupların devletin kontrolüne alınması anlamına gelir.

Tarihsel olarak 1848’den sonra burjuvazi, kitlesel işçi hareketleriyle karşılaştığında, eski rejimle uzlaşarak kendi iktidarını kurmuş ve bu iktidarı pekiştirmeyi hedeflemiştir. Eşitsiz ve bileşik gelişim dinamikleri doğrultusunda, farklı coğrafyaların kaderi belirlenirken, kitleler yalnızca üstlendikleri demokratik talepleri ileri taşıyabildikleri ve bu süreci sürekli hale getirebildikleri ölçüde etkili olabiliyordu. Kitlelerin yenilgileri ise, kendi mobilizasyonunu bitirerek, demokratik taleplerini devlete ve burjuvaziye teslim etmeleri ile başlar ve giderek derinleşir.

1908 Devrimi'nin taleplerinden ürken İttihat ve Terakki’nin, gerçekleştirmek zorunda olduğu askeriye ve bürokrasiyi modernleştirme adımlarını atarken toplumsal değişim taleplerinin arkasındaki kitleleri parçalaması ve hatta fiziksel olarak yok etmeye yönelmesi, bu çerçevede anlaşılabilir. Daha sonraki dönemde, Cumhuriyet’in ilk yıllarında kadın örgütleri üzerinde baskı kurarak kadınların serbest örgütlenmesinin önüne geçilmesi ve tepeden bazı yasaların kabul edilmesi, bu dönemin karakteristik özelliklerinden biridir. Devletin, kitle hareketlerini talepleri zamana yayarak ve kitlesinden kopararak kendi kontrolünde hayata geçirme süreci, bu dönemin tarihsel bir örneğidir. Türkiye’de fiilen, daha sonra ise hukuken sendikaları yasaklarken işçilere hak verilmesi nasıl bir çelişki ise, kadın örgütlerini engelleyerek kadın haklarını tanımak da aynı şekilde bir çelişkidir ve pasif devrimin bir yanını oluşturur. Bugün bile, bazı çevreler, cumhuriyetin ilk döneminin kadın hakları konusundaki 'ilerici' yönünü övmeye çalışırken, bu dönemde bağımsız kadın örgütlenmelerinin olmadığını göz ardı etmektedir. Kendisini Jakoben devrimiyle savunan ve halka karşı halkçılık yaptığını öne süren bu çevreler, aslında toplumsal ilişkileri muhafaza ederek, tam da Jakobenizm’den kaçan bir iktidarın kendisini inşa etme siyasetini temsil etmektedir. Devletlerin asıl çekindiği şey, bazı ödünler vermek veya hakları tanımak değil, bu haklarla kitleler arasında organik bir bağ oluşmasıdır.

Pasif devrim, aynı zamanda devlet aygıtının, yeni iktidarın dayandığı sınıf tarafından yeniden oluşturulması siyasetidir. AKP tabanı artık devlet memurlarına baktığında, kendisini gördüğü bir aynaya bakmaktadır; kendisiyle aynı dil ve görünüşe sahip bir devlet bürokrasisi oluşmuştur. Türkiye, bölgesel güç olma girişimlerini sürdürürken, Türkiye burjuvazisi AKP’ye kredi açmış ve onun Kafkasya ile Batı Asya’da güç alanı yaratma girişimlerini desteklemiştir. Ancak bu destek, AKP’nin stabilizasyonunu şart koşmaktadır. AKP, kendi sorunlarının ve toplumsal sorunların bir siyasi krize dönüşmesini önlemek için zamana oynamakta, karşı hamleleri ertelemekte ve zayıflatmaktadır. Bu durum, Zweig’in Dr. B. karakterine benzer bir şekilde gerçekleşmektedir. İktidar blokları arasında, AKP’nin istikrarını koruma çabası ön planda tutulmuş; bu nedenle istifa, soruşturma ve mahkeme süreçleri minimalize edilmiştir. Toplumsal dönüşüm ve sorgulama potansiyeli taşıyan davalarda ise, tıpkı bu Pazartesi zaman aşımından düşürülen JİTEM ana davasında olduğu gibi, zaman aşımı ve erteleme mekanizmaları, iktidarın elindeki en güçlü siyasi araçlardan biri haline gelmiştir.

YABANCILAŞMA VE LİDER

Devlet sadece yeni kesimleri hizmetine almakla kalmadı, onlar üzerinde yabancılaşmaya dayanan ideolojik hegemonyasını derinleştirdi. Harry Harootunian, metanın soyut emeğin tarihsel bir ürünü olarak, geçmiş üretim biçimlerinin izlerini taşıdığını söyler ve kapitalist düzenin tarihsel gelişiminin bir yansıması olarak tanımlar. Kapitalizmin bireyleri kendi emeklerinden, topluluklarından ve tarihsel bağlamlarından tecdit ettiğini belirtir. Bu arada  bu yabancılaşma sürecinde sahte bir bütünlük ve aidiyet  hissi vaat edilir; ancak bu geçmişin mitlerini ve ideolojik yanılsamaları kullanılarak yapılır. Kendi ürettiği zenginliği tanıyamayan kitleler, yüzlerce ya da binlerce yıl öncesinde, tıpkı kendileri gibi düşündüğüne ve hareket ettiğine inandıkları bir lideri benimser, tanır ve onunla kendini özdeşleştirir.

Bununla beraber şunu da, bilhassa Türkiye'deki durumda görebiliyoruz: Yabancılaşma sürecinin bir parçası da bireylerin kendilerini mevcut devlet aygıtı ve liderle özdeşleştirme sürecidir. Devletin kadrolarının bu kesime açıldığından bahsetmiştik yukarıda. Bunun yanı sıra kendilerinden biri olarak gördükleri bu lider, çok lüks bir hayatın içinde, bir sarayda güçlü bir siyasi figür olarak yaşamaktadır. Ancak, o liderin varlığı, tüm kitleyi temsilen (vekaleten) yaşayan bir birey olarak kabul edilir ve bu algı, kitlelerin liderle kurduğu özdeşlik duygusunun temelini oluşturur. Reis tek olmasına rağmen her mevki sahibi partili bir reis taklidi yapmakta şu an.

HAK VE HUKUK MÜCADELESİNDE STRATEJİK DEĞİŞİM GEREKLİLİĞİ

Cumartesi Annelerinin ülkesinde, siyasi cinayetlerin aydınlanması uzun mücadeleyle elde edilmeye çalışılıyor. Bugün elimizde bulunan birçok hak, uzun süreli mücadelelerle kazanılmıştır ve bu nedenle son derece önemlidir. Hrant Dink davasında bir çok bilgiye, davanın avukatları, mücadeleyi sürdüren ailesi, gazeteciler, ve yazarların emeğiyle ulaşılmıştır. Son derece önemli olan hukuk mücadelesinin, toplumsal dönüşümlerin de parçası olması için mücadelenin stratejisi değiştirilmelidir. Düşünemediğimizi elde edemeyiz. Kafka’nın Dava kitabındaki Josef K., karmaşık, birbirini tekrar eden ve bürokrasinin tozlu sayfalarını yaşamın canlılığına tercih eden mahkeme süreçlerinde, Türkiye’de her gün aramızda dolaşıyor. Devlet ise, her gün aramızdan onlarca Josef K. çıkarmakta kararlı görünüyor. Mahkemeleri ve devletin kendisini değiştirmeyi hedeflemeden siyasi cinayetler aydınlatılamaz. Pasif devrim ve yabancılaşma süreçlerine rağmen hak ve emek mücadelesini sürdürenlerin kendi örgütlenmelerini güçlendirmesi, devletin aygıtının hakimiyet alanının daraltılması elzemdir.

Mahkemenin gerçekle olan ilişkisi, devlet çıkarının izin verdiği kadar adım atmak ise, bunu ise bozan kitlelerin talepleri ve baskılarıdır. Hrant Dink, devletin arşivlerinde ve iktidar blokları arasındaki çatışmaların dengelerinde unutulmaya çalışılırken, buna karşın mağdurlardan, insan hakları örgütlerinden ve Türkiye Gazeteciler Sendikası gibi sendikalardan oluşan (tam yetkili) bağımsız bir soruşturma komisyonunun kurulması, bu davanın aydınlatılmasında önemli bir rol oynayabilir. Görülen şudur ki, mevcut yöntemlerle başta siyasi davalar olmak üzere Türkiye’nin hiç bir toplumsal davası çözülmemektedir.