Hukuki kriz ve çevre mücadelesi: Siyasal insan çıplaklaştırılıyor
Hukukçu Fevzi Özlüer Türkiye’deki enerji ve madencilik alanında yaşanılan özelleştirmenin, kurumsuzlaştırmanın, yasasızlaştırmanın sermaye grupları için iyi bir yönetim pratiği olabileceğine dikkat çekip yurttaşlar ve doğa açısından ise kötü yönetimin görünmezleştirildiğini ifade etti. Özlüer “Sermaye koşulunun bizi getirdiği nokta siyasal insanın çıplak insana dönüştürülmesi sürecinin en somut ifadesi” dedi.
Günsu Durak - [email protected]
ANKARA- Haklar ve Araştırmalar Derneği geçen haftalarda Ekolojik, Ekonomik ve Siyasal Krizler Eşliğinde 2020’de Yaşanan Hukuki Dönüşüm başlıklı bir rapor yayımladı. Enerji ve madencilik politikalarına ilişkin hukuki düzenlemeleri, bu hukuki düzenlemelerde yürütmenin rolünü ve bu politikaların yurttaşlara/yurttaşlığa etkisini ele alan rapor piyasa aktörü olarak yeni devlet, devletin yurttaşlığı yeniden tanımlaması ve devletin özel hukukla kavranması başlıklarını içeriyor. Bu çerçevede raporun editörlüğünü ve raportörlüğünü yapan Fevzi Özlüer ile hukuki krizi enerji ve madencilik sektörü için anlamlarını ve çevre mücadelesini konuştuk.
'HUKUK SADECE YARGISAL YOL OLARAK DÜŞÜNÜLMEMELİ'
Raporda anlatılan hukuki dönüşümü düşündüğümüzde hukuki kriz ne demek?
Raporda hukuki krizleri devlet krizlerinin biçimi olarak izah etmeye, devlet krizlerine verilen yanıtlarla çok yakından ilişkili olarak kurmaya çalıştım. Özellikle 20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünya genelindeki ekonomik ve siyasal krizleri aşma noktasında hukukun nasıl bir işleve sahip olduğunu bu kriz anlarından yola çıkarak anlamanın mümkün olabileceğine işaret ettim. Burada önemli olan nokta: Hukuku sadece yargısal yollar olarak düşünmek gibi Türkiye’de yerleşik bir tarz var. Hem yasa yapma süreçleri hem siyasal olanı kurma biçimleri hem de siyasal iktidarların denetlenme ve yönetme biçimleri olarak hukuku düşünmek önemli.
Hukuk kriziyle anlamamız gereken 1970’li yıllardan beri yürütmenin devlet krizine verdiği cevabın yürütmenin kendisini kuvvetler ayrılığının dışında tutması ve siyasal iktidarı sağlayacak bir biçimde yürütme organının önünde yargısal herhangi bir engeli tanımayacak siyasal aklı harekete geçirmiş olması. Biz böyle bir dönem yaşadık. Bu dönem sonuçları itibariyle kendisini nasıl ifade etmiş olursa olsun, şu an karşı karşıya kaldığımız bir şey daha var: Artık yürütme organı yasamanın kurallarıyla da tabii olmadığı şeklinde kendisini ortaya koyuyor. Yani sermaye birikim krizleriyle karşı karşıya kalındığı dönemeçlerde ki bu dönemeçler sadece ekonomik krizlere işaret etmez, aynı zamanda devlet ve yönetme krizlerine işaret eder. Bir yönetme krizi ortaya çıktığı zaman istikrarı inşa etmek isteyen egemen siyasal güçler ne yasamanın faaliyetlerini tanırlar ne de onları denetleyecek yargısal faaliyetleri tanırlar.
‘ENERJİ VE MADENCİLİKTE ÖZELLEŞTİRME, KURUMSUZLAŞTIRMA VE YASASIZLAŞTIRMA YAŞANIYOR'
Raporda yürütme kararlarına dair bu bağlamda güncel örnekler var. Bahsettiğiniz gibi idare tarafından verilen kararların ekolojik boyutunu da bu noktada görüyoruz aslında. Ekoloji krizi yaratan hukuki kriz bize ne söylüyor?
Aslında bu açıdan devlet veya hukuk krizinden anlamamız gereken mevcuttaki sermayenin hareketliliğini kolaylaştıran yasal düzenlemeler olmaları. Yargı kararlarının eninde sonunda sermaye birikimine yol açmasına yönelik aldığı tutumu bir tür kötü yönetme pratiklerinin sonuçları olarak değil de kapitalist devlet yönetiminin sistematik sürekli kriz yönetimi olarak algılamak gerekiyor. Yani krizi sürekli derinleştirerek doğayı, emeği sürekli bir biçimde sömürgeleştirebilecek bir yönetim olduğu söylenebilir. Buradaki iyi veya kötü yönetim anlayışının ise hangi sınıf için iyi hangi sınıf için kötü olduğuna karar vermemiz lazım. Sermaye sınıfının çıkarları açısından 1980 sonrası iktidarlarının iyi bir yönetim stratejisi izlediklerini söyleyebiliriz. En azından Türkiye’deki enerji ve madencilik alanında yaşanılan özelleştirmenin, kurumsuzlaştırmanın, yasasızlaştırmanın ve önünde sonunda esnekleştirme siyasetinin bu anlamda iyi bir yönetim pratiğine denk geldiği görülür. Yurttaşlar ve doğa açısından ise bunun kötü bir yönetim pratiğine denk geldiğini rapor bir yanıyla bize göstermeye çalışıyor.
'PİYASA EKONOMİSİ İÇİN HUKUK KRİZİ ENGEL GÖRÜLMÜYOR’
Rapor hukuk krizi yoluyla sermaye birikiminin nasıl süreklilik kazandığını, sermayenin aynı zamanda nasıl hareket alanına sahip olduğunu söylemeye çalışıyor. Bu yönüyle klasik ajandamızda ifade edildiği gibi mevcuttaki kapitalist sistemin veya piyasa ekonomisinin önünde hukuk krizi, anti-demokratik pratikler engel olarak görülmüyor. Bilakis siyasal ve hukuk krizi, tam da sermaye birikiminin hal ve koşullarını mümkün kılan, çoğu zaman belirsizliklerden beslenen ve yurttaşların bazı konularda nasıl adım atacağını bilemediği durumların üretilmesiyle mümkün hale geliyor.
‘MUAFİYETTEN İSTİSNA REJİMİNE’
Peki, istisna rejimiyle işaret edilen nedir?
Yurttaşlar için belirsizlik ortamı, sermaye grupları açısından da hukukun belirsizliği biçimine bürünmeye başladığında denge nasıl kurulacak? İşte bu anlamda hukuk krizinin genel olarak yurttaşlık haklarının sınırlandırılması biçiminde kendisini açığa çıkartması gerekir. Özel mülkiyet rejiminden kaynaklanan haklara dair bir istikrarsızlık bunun dışındadır. Biz bunu Türkiye’de en çok inşaat, enerji ve madencilik sektöründe gördük. Yurttaşlar için hak arama biçimlerinin, haklarını kullanma biçiminin belirsizleşmesi ve aynı zamanda bu alanlarda sermayenin hareket edebileceği kuralların esnekleştirilerek daha belirli hale getirilmesi. Yani sermaye bu alanlarda gerçekleştireceği projelerde günün sonunda yapacağı yatırımın ve ortamın istikrarlı olmasını bekler. Bunun sonucunda kârlı bir ortamın gerçekleşeceğini bekler. Bu güvencelerin devlet tarafından sağlanması yetmez. Aynı zamanda bu güvencelere yönelik koruma mekanizmaları için de bir beklenti içindedir. Hukuki kriz bu anlamıyla hukukun geneline yönelik bir kriz değil aslında. Rapordaki o istisna rejimi düzenlemeleri, yani muafiyetten istisna rejimine geçişle ilgili işaret ettiğimiz şeyler tam da bu. İstisnalar, artık yurttaş haklarının kullanılmasıyla ilgili usulleri de kamu yararı, kamu düzeni, kalkınma ve büyüme gibi kavram setleriyle devletler tarafından meşru bir biçimde kullanılmamasını mümkün kılıyor. Yasal düzeyde temel hakların sınırlandırılmasına dahi gerek duyulmuyor. Yönetmelik ya da idari kararlar düzeyinde temel hakların sınırlandırılmasının önünü açan koşulları yaratılıyor. Bu koşullara yargı kararları da eklenince, anayasal hakları yurttaşlar açısından kullanılmaz hale getirecek sistematik uygulamalar ortaya çıkıyor. Bu anlamda, hukukun genel, evrensel ve herkesi kapsayacak bir kamu düzeni anlayışından bahsetmek mümkün değil.
‘TOPLUMSAL GÜCÜNÜZ VE ARKA PLANINIZ OLMALI’
Anladığımız herhangi bir ÇED olumlu kararının iptali, AYM’nin verdiği iptal kararları da çözüm olmuyor. Fakat öte yandan, çevre ve ekoloji mücadelesinin bahsettiğiniz sete karşı da kendini ifade etmesi gerekiyor. Sizce çevre mücadelesi bu söylediklerinizle nasıl bir yerde buluşuyor?
Toplumsal mücadeleler açısından bunu çevre mücadelesini de katarak söylemek lazım. Yargısal süreçler yeni bir siyasal kurumsallaşma pratiğinin parçası olabildiği sürece anlamlı. Yani bir toplumsal gücünüz ve arka planınız varsa, yargısal yolları sizin yeniden kurumsallaşabilmenizi, mevcut siyasal, ekonomik ve toplumsal oluşumun dışında alternatif siyasallaşmalara olanak sağlayabilecek bir zemin olarak düşünmek lazım.
‘YARGISAL YOLLAR HUKUK YARATMA PRATİĞİ BARINDIRMIYOR’
Peki, bu anlamda çevre hareketinin beklentisi nedir?
Yani buraları bir çözüm yolu olarak görmek yargısal yollara olduğundan daha farklı anlamlar yüklemeye yol açar. Eğer bu sürece olabildiğince güçsüz aktörler olarak giriyorsanız (ki artık davalarda aktör olabilecek kişileri mülk sahipleri, bu sorunun yaşandığı yerde ikametgâhı olanlar olarak yargı yerleri daraltmıştır. Yani sorunla muhatap olanlar ya mülk sahipleri olacak ya da o bölgede yaşayan ikametgâh sahibi olan kişiler olacaktır) bu aktörlerin çevre mücadelesi içinde yargısal yolla hak elde etmesini beklemek yargı yolunun bir usuli işlemler bütünü olduğunu görmezden gelmemize yol açar. Yani yargısal yollar usuli hakların kullandırtıldığı aslında biçimsel denetimlerin yapıldığı yerlerdir. Sizin hakkınızı geniş yorumlayarak bir toplumsal-tarihsel haklarınıza atıfla içtihadı geliştiren bir hukuk yaratma pratiği barındırmaz, en azından Türk hukuk sistemi açısından bunu söyleyebiliriz.
Usuli haklarınızı kullanarak sadece yönetimin hukuka uygun davranıp davranmadığını denetlettirebilirsiniz. Bu aracın hakların geliştirilmesine yönelik etkili bir araç olduğuna vurgu yapmak, tarihsel ve siyasal açıdan kuruculuğun toplumsal güç yaratmakla olduğu gerçeğini görünmez kılar. Bu yönüyle de çevre hareketleri kendisini sadece çevre davalarıyla ifade eden bir kurumsallaşmaya yönelir. Aslında Türkiye’nin en azından son 20 yılında çevre davalarının bu kadar ön planda olmasının nedeni bu olmasa bile çevre davalarından beklenen yurttaşlara haklarını tesis edecek siyasal gücü vermesine, verebileceğine dair beklentidir. Yargı yollarından elde edilecek kararların böyle bir olanak verme ihtimali teori ve pratik olarak mümkün değildir. Biz bu zeminleri unuttuğumuz zaman yargı yolundan çok büyük beklentiler içine giriyoruz.
‘ÇEVRE DAVALARINDA YARGI KARARLARINA UYMAMA REFLEKSİ 1995’TEN İTİBAREN SÜREKLİLİK KAZANDI’
Raporda sadece bir piyasa aktörü olarak devletten ve dava süreçlerinden değil aynı zamanda avukatlar kanunundaki ve dernekler kanunundaki değişikliklerden de bahsediyorsunuz. Bu değişikliklerin çevre mücadelesi için yarattığı zorluklar neler?
Geldiğimiz nokta itibariyle 20 yıl öncesinden çok farklı bir süreçten geçiyoruz. Türkiye’de yürütmenin yargı kararlarına uymamaya yönelik refleksi aslında çevre davaları bağlamında Yatağan’daki, Gökova’daki termik santrallerin filtresiz çalıştırılmasıyla ilgili Aydın İdare Mahkemesi’nin verdiği kararın Bakanlar Kurulu prensip kararıyla uygulanmamasına yönelik kararından yani 1995’ten beri bir süreklilik kazandı.
‘YENİ DÖNEMİN İŞARETİ’
Temel kalkınma politikası alanında yargı kararlarını alaşağı edecek bir süreç uzun yıllardır işliyor. Buna rağmen bu yargı kararlarını toplumsal hareketler bir mücadele zemini olarak kullanabildikleri ölçüde çevre korumaya yönelik adımlar mümkün hale geldi ama bu yargı kararları yoluyla olmadı. Yargı kararlarını kullanan aktif yurttaş hareketleri sayesinde oldu. Fakat şimdi o yurttaş hareketlerini hedef alan bir siyasallaşma süreciyle karşı karşıyayız. Yasama pratiklerinde tam da işte buna dava açan, mahkemelere götüren, yargı yoluna başvuran yurttaş hareketleri hedefte. Bu yeni bir dönemin işaretini veriyor. Yani Schmitt’in ifade ettiği gibi buradaki devlet, siyasal krizini aşabilecek hegemonya araçlarının zayıflaması nedeniyle kendisine düşman ve tehdit gördüğü unsurların zeminini genişletti. Mevcut yasal değişiklikler, avukatlar kanunundaki ve dernekler kanunundaki değişiklikler bu tehdit unsurlarını tanımlıyor ve işaretliyor. Bu yasama faaliyetleri de devletin, yurttaşların siyasal karar alma süreçlerindeki her türlü hareketini tehdit olarak gören bir yönetme pratiğine yöneldiğini gösteriyor. Bu doğrudan hukukçulara yönelen bir tehdidin ötesinde maalesef. Her türlü sosyal, iktisadi, siyasal kurumsallaşmalar mevcut siyasal sistemin içinde mevcut birer siyasal tehdit olarak kodlanabilir, düşmanlaştırılabilir ve çıplaklaştırılabilir. Sermaye koşulunun bizi getirdiği nokta siyasal insanın çıplak bedene dönüştürülmesi sürecinin en somut ifadesi. Gördüğüm bu. Sadece bir güvencesizlik ortamından daha farklı bir noktadayız.
Raporun tamamı.