Hülya Gülbahar: Bir dinin bir mezhebinin bir yorumunun anayasaya girmesi isteniyor
Cumhur İttifakı’nın anayasa değişikliği teklifine bir tepki de EŞİK avukatı Hülya Gülbahar’dan geldi. Gülbahar, “Teklif, dini inanca göre kıyafet kodlarını anayasaya sokmak istiyor” uyarısında bulundu
İZMİR - AK Parti’nin türban serbestisini de içeren anayasa değişikliği teklifine ilişkin tepkiler sürüyor. Anayasanın din ve vicdan hürriyetini düzenleyen 24. maddesi ile aile ve çocuğun korunmasına ilişkin 41. maddesinde değişiklik öngören teklife ilişkin tartışmalar devam ederken, konuyu Eşitlik için Kadın Platformu’ndan (EŞİK) Avukat Hülya Gülbahar ile konuştuk.
Anayasal laiklik ve eşitlik ilkelerinin yine anayasa eliyle ortadan kaldırılmak istendiği bir teklifle karşı karşıya olduğumuza dikkat çeken Gülbahar, “Bu teklif sadece kadınları ve LGBTİ+ları değil, tüm ülkeyi korkunç bir karanlığa sürükleyecek bir teklif. Dini bir konuyu temel haklar düzeyinde ele alıyor ve dini inanca göre kıyafet kodlarını anayasaya sokmak istiyor. Tüm din ve inançların da değil, bir dinin, bir mezhebinin, bir yorumunun anayasaya girmesi isteniyor” dedi.
‘SEÇİMLERİ İKTİDARIN KAZANMASI HALİNDE YAŞANACAKLAR ÇOK VAHİM’
Türkiye seçimlere giderken bir yandan da kadınları yakından ilgilendiren bir anayasa değişikliği tartışılıyor. Giderek erkek egemen bir zihniyette “muhafazakarlaşan” Türkiye’de kadınların yaşamını derinden etkileyecek ne türden gelişmeler bekliyorsunuz?
Tarihimizin tartışmasız en zor seçimine hazırlanıyoruz. Bu seçim kadınlar açısından özellikle yaşamsal bir önem taşıyor. AKP iktidarı döneminde haklarımızı korumak, hayatlarımızı korumak için çok büyük bir mücadele verdik, veriyoruz. AKP’nin iktidarının ilk döneminde kimi tavizler vermesini ve yeni düzenlemeler yapmasını bile sağladık. Ama özellikle Erdoğan’ın 2010’da Dolmabahçe’de kadın örgütleri ile yapılan toplantıdaki “Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” çıkışından sonra eşitsizlik resmi devlet politikası haline getirildi. Aynı toplantıda söylediği “kreş eken, huzurevi biçer” sözleri de kadın-erkek eşitliğine hizmet edecek kurumsal mekanizmalara açık bir savaş açılması anlamına geliyordu.
Geçtiğimiz aylarda Bekir Bozdağ, boşanmaları hızlandırıp erkekler için adeta bir “boş ol” sistemi getirecek, kadın ve çocukların nafaka hakkını kısıtlayacak AKP yasa teklifinin seçim sonrasına ertelendiğini açıklamıştı. İktidarın seçim vaadi: Kocalara hızlı boşanma, kadınların ve çocukların nafakalarının kesilmesi!.. Bunlara direnecek kadınların bu bireysel direnişlerinin bedelini hayatları ile ödeyebileceğini biliyoruz. Kadın örgütlerinin hemen hiçbir gösterisine izin verilmediği, kadınların neredeyse her gösteride ters kelepçe ve diğer işkence yöntemleriyle gözaltına alınıp yargılandıklarını bütün dünya görüyor.
Dolayısıyla uzun bir liste yapmaya gerek yok, sadece 2023 yılının ocak ayında olan bitenlere bakmak bile, kadınlar açısından seçimleri iktidarın kazanması halinde yaşanacakların ne kadar vahim olduğun görmek için yeterli.
‘TÜM YASALARA SİSTEMATİK OLARAK SALDIRMAYA DEVAM EDİYORLAR’
İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı Aile İçi ve Kadına Şiddet Raporu’na göre 2022 yılında 272 kadın katledildi. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun 2022 yılı verilerine göre ise 334 kadın erkekler tarafından katledilirken, 245 kadın şüpheli şekilde ölü bulundu. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak siyasal olarak sizce ne anlam ifade ediyor?
Kadın cinayetleri ile ilgili resmi rakamlar gerçeği yansıtmıyor. Kadın örgütleri ise ancak basına yansıyanlardan derleme yapabiliyor. Bu sayıları maalesef üç ile, beş ile çarpmak gerekli. Ülkede tam bir cinskırım yaşanıyor. Buna karşılık Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu (KCDP), sudan gerekçelerle kapatılmak isteniyor. Türkiye işte bu koşullarda kadına karşı şiddetle mücadelenin altın standartlarını getiren İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olmaktan çıkarıldı.
Bu çıkış işlemi özellikle iki açıdan önemli. İlki, iktidarın kadın-erkek eşitliği ilkesini terk ettiğinin ve LGBTİ+ ayrımcı devlet politikaları uygulayacağının bütün ülkeye ve dünyaya ilanı niteliği taşıması. Doğal olarak bu ilanın ardından eşitlik karşıtı söylem ve politikaların daha da artması ve hızlanması gelecekti ve nitekim geldi de. Sözleşmeden çıkışın ikinci önemli sonucu, temel insan hakları ile ilgili sözleşmelerden anayasanın 90’ıncı maddesinin açık hükmüne rağmen TBMM izni/onayı olmadan tek kişinin kararı ile çıkışın yolunu açması. Sözleşmeden çıkış kararının yayınlandığı anda bunun bizi evrensel temel insan hakları sisteminden koparacak, ülkeyi uzay boşluğunda salınır hale getirecek bir işlem olduğu konusunda uyarmıştık. Türkiye’yi Avrupa Konseyi’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkarmak, Konsey'in Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve diğer temel haklarla ilgili mevzuatından ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) sisteminden, hatta Avrupa Konseyi’nin kendisinden çıkış yolunda dev bir adımdı. Böylece yine tek kişinin kararıyla, Türkiye’nin örneğin Şangay Beşlisi gibi yapılara katılması ya da ASRİKA (Asya-Afrika) İslam Devletler Birliği gibi yapıların kuruculuğuna soyunması mümkün olacaktı. Nitekim ilk tartışmaya açılanlardan birinin Montrö Sözleşmesi olması hiç de rastlantı değildi.
Öte yandan toplumu kendi inanç ve fikri çerçevesinde tektipleştirme operasyonu olarak İstanbul Sözleşmesi’nden çıkanlar hemen hedeflerine çocukların cinsel istismardan korunmasına ilişkin Avrupa Konseyi’nin bir diğer sözleşmesi olan Lanzarote Sözleşmesi’ni koydular. 6 yaşındaki bir kız çocuğunun evlilik adı altında bir tarikat veliahdına cinsel köle edilmesini meşru ve kendi uydurdukları dini hukuka uygun bulanlar, kendilerini sınırlayacak tüm sözleşmelere, medeni yasa dahil tüm yasalara sistematik olarak saldırmaya devam ediyorlar.
Peki, sözleşmeden çıkmanın kamusal yaşantıya etkileri kısa ve uzun vadede ne olacak?
Sözleşmeden çıkış sonrasında kadına karşı şiddet, kadın cinayetleri daha da arttı. Vahşi bir kadın cinayetinde kaybettiğimiz Pınar Gültekin'in katili sözleşmeden çıktığı için Cumhurbaşkanı Erdoğan'a teşekkür etti. Sözleşmeden çıkışın hemen ardından avukatına başvurup, eşi ve çocuğu için ödemekte olduğun nafakanın artık sonlanması gerektiğini söyleyenler oldu. LGBTİ+lara yönelik baskılar arttı ve tüm kentlerde devlet destekli nefret mitingleri düzenlendi, bunlara katılım için RTÜK eliyle televizyonlarında kamu spotları yayınlandı. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkarken, 'şiddetle mücadele için 6284 var' diyorlardı. Şimdi ona da saldırıyorlar.
‘ŞEYTANA ŞAPKASINI TERS GİYDİRECEK BİR YÖNTEM’
Yazdığı bir haber nedeniyle gazeteci Murat Ağırel aleyhine de 6284 sayılı yasa uyarınca iki ay süreyle koruma emri verildi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Kadınları şiddetten koruma ve aile içi şiddeti önleme kanunu olan 6284’ün, bir gazetecinin, hakkında usulsüzlük haberi yaptığı kişiden uzaklaştırılması amacıyla kullanılması, ülkeyi hukuksuzlaştırma yöntemlerinden biri olarak hukuk tarihine geçti. 6284’e bu yapılan, yasaları amaçları dışında kötüye kullanarak değersizleştirmenin, çarpıtmanın ve bizzat yasanın kendisini hedef haline getirmenin tipik bir örneği.
Bu da anayasal ifade ve basın özgürlüğüne, halkın haber alma, bilgi sahibi olma özgürlüğüne açıkça aykırı yeni bir sansür uygulaması. Gazetecinin yazmasını, konuşmasını ya da bir usulsüzlük iddiasını iletişim araçları ile konu etmesini engellemek için verilen iki ay süreli engelleme kararı ile 6284 sayılı şiddet yasası yeni ve ek bir sansür yasası haline dönüştürülüyor. Bütün bunlar, iktidarı bir karanlıklar ve yağma iktidarı haline getiriyor, demokrasiyi yok ediyor. Bu karar İstanbul Sözleşmesi’nin ardından ağır saldırı altında olan 6284 sayılı şiddet yasasına yönelik yeni saldırılardan biri. Şeytana şapkasını ters giydirecek bir yöntem. Dünyada, Türkiye’de AKP dışında kimsenin aklına geldiğini sanmıyorum.
6284 sayılı yasa, daha önce de çıkarılış amacına aykırı olarak kayyım Boğaziçi rektörünü öğrencilerden korumak için uygulanmıştı. Hatta bir olayda borçlu bir erkeği çek senet mafyasından korumak için uygulandığını duymuştuk. Şimdi de hakkında yolsuzluk, usulsüzlük iddiası bulunanları gazetecilerden korumak için bir kalkan, bir susturucu silah olarak kullanılmak isteniyor. İktidarın muhalifleri susturmak için akıl dışı her yola başvuracak kadar çaresizliğinin bir göstergesi aynı zamanda.
Oysa kanunun amacı, birinci maddesinin birinci cümlesinde açıkça yazıyor: "Şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi..." Görüldüğü gibi yasanın kimler için uygulanacağı tek tek sayılmış. Aralarında rektörler, siyasetçiler, çek-senet mafyası, tüccarlar yok… Bütün bu uygulamalar kötü niyetli girişimler. 6284 sayılı yasanın yozlaştırılması, amacından saptırılması ve sonunda da kaldırılması için kasten yapılıyor. Uluslararası sözleşme, anayasa, yasa yok, hukuk yok; keyfimiz nasıl isterse size öyle davranırız tehdidi bu. Tüm topluma tehdit.
‘AİLE BAKANI, KADEM’DEN GELDİĞİ İÇİN ŞİDDETİ ALKOLE BAĞLIYOR’
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık, 25 Ocak’ta yaptığı basın toplantısında şiddetin ana nedenlerinden birinin alkolizm olduğunu söyledi ve LGBTİ+’lar hakkında açıklamalarda bulundu. Bunları nasıl yorumluyorsunuz?
Bakanın kadına karşı şiddetin alkolizmden kaynaklandığına dair tespiti bilim dışı ve yanlış bir iddia. Türkiye’de ve dünyada yapılmış hangi bilimsel araştırmaya dayanıyor belli değil.
İstanbul Sözleşmesi, şiddetin kaynağının toplumsal cinsiyet eşitsizliği olduğunu söylüyor. Şiddetin kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen ekonomik, politik, toplumsal güç eşitsizliklerinden kaynaklandığını ve ancak hayatın tüm alanlarında eşitlik sağlandığında şiddetin de ortadan kalkacağını vurguluyor. Sayın bakan, kadına karşı şiddetin fiziksel güç eşitsizliğinden kaynaklandığını iddia eden iktidar STK’sı olan KADEM’den geldiği için maalesef şiddeti yapısal ve sistematik eşitsizlik yerine fiziksel güce, alkole bağlamayı tercih ediyor.
Bakana göre, kadına şiddetin nedenleri arasında yüzde 70-75 oranında alkolizm varmış. Resmi verilere ulaşmak pek mümkün olmadığı için sayın bakan için Polis Akademisi'nin “Dünyada ve Türkiye’de Kadın Cinayetleri 2016-2017-2018 Verileri Ve Analizler” araştırmasından gözümüze çarpan bir veriyi aktaralım: 66 ve üzeri yaştaki kadınların (öldürülen kadınların yüzde 7,1’i) öldürülmesindeki, ekonomik nedenler yüzde 17, psiko sosyal nedenler yüzde 44,7, failin ruhsal/ bedensel sağlığı ve madde kullanımı yüzde 38,3 olarak bulunmuş. Bu yüzde 38,3 içinde hangi oranda alkol var ve diğer yaş gruplarında durum nedir bilmiyoruz. Bakanın yüzde 70-75 oranına nasıl ulaştığı ise belli değil.
Öte yandan Bakan Yanık’ın LGBTİ+’larla ilgili “kimse eşcinselliği normalleştirmek, eşcinselliği kamusal alanda hiçbir problem değilmiş gibi kabul etmeyi bizden beklemesin” sözleri de açık bir ayrımcılık. Kendisinin “Eşcinsellerin yaşam hakkını korumanın devletin sorumluluğunda olduğu” sözleri ile de çelişiyor. Bakanın görevi LGBTİ+ olmayı değil LGBTİ+’lara yöneltilen nefreti bir sorun olarak görüp, bununla mücadele etmek.
‘OLANLARI UYGULASINLAR YETER’
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da geçtiğimiz günlerde şiddetle ilgili bir genelge yayınladı. Bu genelgeyi samimi buldunuz mu?
15 Ocak’ta Adalet Bakanı Bekir Bozdağ'ın imzasıyla, tüm başsavcılıklara ‘Aile İçi ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi’ konusunda yeni bir genelge daha gönderildi. Bu kaçıncı uygulanmayan genelge, sayısını biz de takip edemiyoruz artık. Uygulanmayan, kâğıt üzerinde bırakılan yasalar, genelgeler dönemi. Bu nedenle EŞİK olarak bu iktidardan şu anda herhangi bir anayasa, yasa, genelge talebimiz yok. Olanları uygulasınlar yeter. Bu nedenle “yasalara dokunma, uygula” diyoruz. Dokundukları anda bozuyorlar çünkü.
Bu genelge de Manisa'da 2 eşini katleden ve 2 kere cezaevinden salıverildikten sonra 3’üncü eşini de öldüren Celal A.'nın yeniden tutuklanması ile çıkan infiali yatıştırma amaçlı görünüyor. Bu vaka gibi yüzlerce vakada gerekli cezanın verilmediğini, ceza verilse de infaz yasası indirimleri, çıkartılan gizli ve açık aflar ile kadına karşı suçlar konusunda tam bir cezasızlığın hüküm sürdüğü bir kez daha ortaya çıkmıştı. Oysa ki, İstanbul Sözleşmesi’nin “Yaptırımlar ve tedbirler” başlıklı 45. maddesi, devletlere “Sözleşme uyarınca belirlenen suçların, ciddiyetleri dikkate alınarak, etkili, orantılı ve caydırıcı cezalarla cezalandırılması için gerekli yasal veya diğer tedbirleri alma” görevini yüklüyor.
‘AİLE BAKANLIĞI FAİLLERLE BİRLİKTE YARGILANMALI’
6 yaşında evlilik adı altında istismara maruz bırakılan H.K.G. davasının ilk duruşması geçtiğimiz günlerde yapıldı. Aile Bakanlığı hariç kadın örgütleri, barolar ve diğer müdahillik talepleri reddedildi ve gizlilik kararı alındı. Bu kararları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle ve önemle vurgulamak isterim ki, H.K.G. olayında açık ve net bir eziyet suçu ile karşı karşıyayız. İnsanlık dışı ve zalimane bir davranışlar zinciri bu. Bu nedenle TCK’nın 96’ncı maddesinde düzenlenen eziyet suçu, vatandaşın vatandaşa işkence suçudur. İnsanlığa karşı suçtur ve zamanaşımı yoktur. Bugün bu davayı istedikleri kadar göstermelik bir yargılamaya dönüştürsünler, bu dava tekrar H.K.G.’ye karşı işlenen bütün suçları ve suçluları kapsayacak biçimde tekrar görülecektir. Her gece yattıklarında bunu düşünsünler.
Olayı bildiği halde yargı sürecini yıllarca işletmeyen, sorumluların yargılanması ve başka suçların işlenmemesi için toplumun uyarılması görevini yerine getirmeyen Aile Bakanlığı’nın davaya müdahil olma talebinin kabul edilmesi de kadın örgütleri olarak 6284 sayılı şiddet yasasından beri eleştirdiğimiz bir uygulama. Biz, kadın ve çocuk örgütlerinin davalara müdahil olması ile ilgili bir madde ekletmek istemiştik, onlar bu talebimizi reddedip, bu hakkı kendilerine verdiler. Oysa bu tür şiddet davalarında bakanlık görevlerini yerine getirmediği için faillerle beraber, faille yan yana durarak yargılanmalı ve ciddi tazminatlara mahkûm edilmeli. Koşup mağdurun yanında durarak, iki dilekçe yazarak tüm sorumluluklardan kurtulacaklarını, toplumu da şahane işler yaptıklarına inandıracaklarını sanıyorlar.
‘KADIN KELİMESİ BİR TEK YERDE GEÇİYOR, O DA YANLIŞ GEÇİYOR!’
30 Ocak’ta Millet İttifakı’nın ortak mutabakat metni yayınlandı. Siz bu metni nasıl buldunuz?
Mutabakat metninde kadınlar açısından çok önemli konular var. HPV aşısı gibi sağlık alanında, medyanın cinsiyetçi dilinin dönüştürülmesi gibi kültür alanında, kreşler gibi toplumsal yaşamın dönüştürülmesi bağlamında güzel vaatler var. Ayrıntıda kaldığı düşünülen, üzerinde durulmayan birçok konunun yer alması oldukça olumlu. Ancak eksikliklerin de konuşulması gerek ve bunların bazıları kadınlar açısından yaşamsal önemde.
Kadınların can güvenliği, şiddetsiz eşit ve özgür bir yaşam hakkını düzenleyen İstanbul Sözleşmesi’nin adının açıkça anılmaması çok ciddi bir eksiklik. Saadet Partisi’nin İyi Partili Ümit Özlale’nin sözleşmenin adını anmasına gösterdiği tepki kesinlikle kabul edilemez. Saadet Partisi’nin yöneticilerinden Oğuzhan Asiltürk’ün girişimleri ile İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışta payının olduğunu biliyoruz. Sözleşme’nin adını bile anmamasını da anlayabiliriz. Ama başkalarının da sözleşmenin adını anmamasını istemek inanılmaz bir tutum. Metinde adını yazmayacaksın, metin dışında da anmayacaksın! Böyle bir ittifak kuralı olamaz.
Ayrıca, temel haklarla ilgili kritik bir sözleşme konusunda bir ittifakın ortaklaşamaması anlaşılır değil. Oysa yaşam hakkı gibi en temel hakları içeren konular, siyasi partiler arasında müzakere, pazarlık ya da siyasi taviz konusu olamaz, olmamalıdır. Altılı Masa'nın hiçbir metninde “eşit temsil” talebimizi de göremiyoruz. Bu konuda da Saadet Partisi işaret ediliyor. Bunu bilemeyiz. Ama ortak vizyon belgesinin yazımı için 6 partiden 6 erkek görevlendirildiği anda EŞİK olarak hemen müdahale etmiştik. Hem tek tek bu erkek siyasetçilerle, hem de parti başkan ve yöneticileri ile görüşmüştük. Talebimiz çok haklı ve basitti: Her partinin komisyona bir kadın ve bir erkek iki üye vermesi ile sorun çözülebilirdi. Kabul ettiremedik. Daha sonra kurulan çalışma gruplarında da kadın sayısı sembolik kaldı. 84 maddelik anayasa değişikliği önerileri hazırlandı, kadın kelimesi bir tek yerde geçiyor ve o da yanlış geçiyor!
Sonuçta mutabakat metninin açıklandığı günkü fotoğraflar çok net. Çok net ve çok üzücü, çok kaygı verici. Ezici çoğunluğu erkeklerden oluşan bir salona, erkeklerin yazdığı metinleri okuyan erkekler… Bu fotoğraflar bize, Türkiye ikinci yüzyılda da erkeklerin yönettiği bir ülke mi olacak? kaygısını derinden hissettirdi. 244 sayfalık mutabakat metninde, ülkede her alanda ciddi sorunlar yaratan laiklik, Kürt ve Alevi sorununun çözümüne yönelik vurguların, ciddi bir nefret kampanyasının odağında olan LGBTİ+ların olmaması büyük bir eksiklik. Kadın ve Eşitlik Bakanlığı yerine kadınları yine aile ve çocuk ile birlikte ele alan bir bakanlık adı seçilmesi de kadını aile içine; çocuk, eş ve hasta bakımına mahkûm eden anlayışın izlerinin sürdüğünü gösteren teklif. AKP’nin kadına aile dışında hayat hakkı tanımayan AKP zihniyetinin bir uzantısı gibi görünüyor.
Türkiye’de özellikle son 20 yılda derinleştirilen ve yaygınlaştırılan cinsiyetçi bir ideoloji iktidarda. Yeni kurulacak iktidarın bu cinsiyetçi ideolojiden kopuşu gerçekleştirmesi ve cinsiyetçiliği hayatın bütün alanlarından tasfiye edecek politikalar geliştirmesi gerekiyor. Biz bu konuda her türlü desteği vermeye hazırız. Millet İttifakı’nın en kısa zamanda cumhuriyetin ikinci yüzyılının kadınlar ve erkeklerin eşit kurucuları olacağı fikrini ve umudunu bütün bir topluma vermesini bekliyoruz.
‘TÜM ÜLKEYİ KORKUNÇ BİR KARANLIĞA SÜRÜKLEYECEK BİR TEKLİF’
Son olarak; Gündemde bir Anayasa değişikliği teklifi var ve başörtüsü hakkını güvenceye almak adına yapıldığı iddia ediliyor. Sizce teklifteki ayrıntılar ne tür tehlikelere işaret ediyor?
Demokrasi, laiklik ve eşitlik ilkelerinin sistematik olarak yıpratıldığı, yargı bağımsızlığının olmadığı, özrü dilenmiş dinle ilgili bir şaka için insanların tutuklandıkları, sadece bir “ahmak” kelimesi yüzünden insanların siyaset yapma, seçilme hakkının elinden alınmaya çalışıldığı, muhalif onlarca insanın sadece fikirleri nedeniyle cezaevlerinde olduğu bir ortamda yeni bir anayasa yapmak konuşulamaz.
Üstelik de anayasal laiklik ve eşitlik ilkelerinin yine anayasa eliyle ortadan kaldırılmak istendiği bir teklifle karşı karşıyayız. Bu teklif sadece kadınları ve LGBTİ+ları değil, tüm ülkeyi korkunç bir karanlığa sürükleyecek bir teklif. Dini bir konuyu temel haklar düzeyince ele alıyor ve dini inanca göre kıyafet kodlarını anayasaya sokmak istiyor. Tüm din ve inançların da değil, bir dinin, bir mezhebinin, bir yorumunun anayasaya girmesi isteniyor. Bir sonraki adım, dini inanca göre çalışma saatleri, tatil günleri olacaktır. Bu nedenle, birkaç cümle ekleyerek ya da çıkartarak düzeltilebilecek bir teklif de değil.
Öte yandan, yüzü örten peçe, burka gibi kıyafetler, ciddi kimlik tespiti, kamu güvenliği sorunları doğurabilir. Ameliyathane ve yoğun bakım gibi sağlık alanlarında bilimsel kuralların ihlaline kapı açılıyor, çocuk ya da yetişkin herkes için kamu sağlığı riskleri içeriyor. Tabi en önemli risklerden biri, kuralları “dini inanca” göre belirlenecek dini bir başörtüsünün beraberinde eğitimden, çalışma ve seyahat özgürlüğüne kadar kadınların tüm temel haklarını sınırlayabilecek bir noktaya evriltilmesi. Tam da Mahsa Amini’yi hatırlamak zamanı: Mahsa Amini, İran’da örtünmediği için değil, rejimin ahlak polislerinin beğenmediği şekilde örtündüğü için, saçının ucu göründüğü için öldürüldü.
Kaldı ki, kadınların kıyafeti üzerinden bir anayasa maddesi olamaz. Anayasalara kılık kıyafet yönetmeliği muamelesi yapılamaz. Ayrıca boşanmış ya da eşini yitirmiş çocuklu kadınların bile aile sayılmaması sonucu doğuracak daraltılmış bir aile tanımı anayasaya konulamaz. LGBTİ+lara yönelik anayasal bir nefret söylemi kabul edilemez. Anayasa’nın 24 ve 41’inci maddelerinde değişiklik içeren iktidar teklifi, HDP’nin katılmadığı, CHP ve İyi Parti’nin terk ettiği Anayasa Komisyonu’ndan AKP-MHP oylarıyla geçti. Önümüzdeki günlerde Genel Kurul'a gelmesi bekleniyor.
Kadınlar olarak hem iktidar hem muhalefet vekillerine sesleniyoruz: Bu teklifi müzakere bile etmeden "tartışmasız hayır" demenizi ve oylamaya katılmamanızı bekliyoruz. Tüm milletvekillerinden milletvekili yeminine bağlı kalmalarını; anayasaya sadakat, herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsüne bağlılık, hukukun üstünlüğüne, lâiklik ve demokrasi ilkelerine bir tavır almalarını bekliyoruz. “Tartışmasız hayır deyin, oylamaya katılmayın” diyoruz.
HÜLYA GÜLBAHAR KİMDİR?
Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1984-1988 yılları arasında ansiklopedik yayıncılık, sendikal basın-yayın alanında çalıştı.
Dört yılı aşkın bir süre Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Bank-Sen Sendikası’nda avukatlık yaptı. Halen İstanbul’da serbest avukat olarak çalıştı. 1978 yılından bu yana Türkiye kadın hareketi aktivistlerinden biri olarak “Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı”nın gönüllü avukatlığını yaptı, kolektifinde yer aldı.
“Kadın Kurultayı e-posta İletişim Grubu”, “Kadınların Medya İzleme Grubu (MEDİZ)” kurucu üyesi aynı zamanda “Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı” genel kurul üyesi olarak çalışmalar yürüten Gülbahar, “Kadın Emeği ve İstihdamı (KEİG)”, Kadınlarla Dayanışma Vakfı (KADAV)”, gibi birçok kadın örgütünün çalışmalarına destek veriyor.
“Kadına Karşı Şiddete Karşı Koruma Emri Platformu”, “Medeni Yasa Kadın Platformu” ile “Türk Ceza Yasası Kadın Platformu”nun kurucu üyelerinden ve sözcülerinden biri olarak bu alanda çalışmalarını sürdüren Gülbahar ayrıca 2007-2010 tarihleri arasında “Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği” (KA-DER)’in genel başkanlığını yaptı.
Eşitlik İzleme Kadın Grubu (EŞİTİZ), Kadınların Medya İzleme Grubu (MEDİZ), Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK) gibi çok sayıda kadın örgütünün kuruculuğunu yapan Gülbahar, Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı’nda da Genel Kurul üyesi olarak görev yapıyor.
(DUVAR)