Hüseyin Cevahir’in hayatı film oldu: Aşkla Sana
Hüseyin Cevahir’in hayatını konu edinen ‘Aşkla Sana’ belgeselinin danışmanı Doç. Dr. Küçük, “68’e Cevahir üzerinden bakınca çok daha katmanlı, çok yönlü ve çatışkılı bir deneyim ortaya çıkıyor” dedi.
Duygu Kıt
DERSİM – Hüseyin Cevahir, Türkiye sosyalist gençlik hareketinin önemli isimlerinden biri. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde dernek başkanı, Dev-Genç’in aktif bir üyesi olan Cevahir, THKP-C’nin 1971 yılında polisle girdiği Maltepe’deki çatışmada hayatını kaybetti.
Politik bir figür olan Cevahir, edebiyattan sanata kadar çok yönlü bir kişiliğe sahip. Ölümünün üzerinden 52 yıl geçen Cevahir’in hayatı yönetmen Arin İnan Arslan tarafından belgesele dönüştürüldü. "Aşkla Sana" adlı belgeselde, Cevahir’in ailesine yazdığı mektuplar, tanıklıklar, görsel ve yazılı arşiv yer alıyor.
Kendisi de Hüseyin Cevahir gibi Dersim’in Mazgirt ilçesinde doğan, toplumsal bellek üzerine çalışmalar yapan Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Bülent Küçük, belgesele danışmanlık yaptı. Küçük ile hem belgesel sürecini hem de 68 kuşağını ve Cevahir’i konuştuk.
‘TÜRK SOLU, SÖMÜRGE SONRASI BİR MUHASEBEDEN KENDİSİNİ MUAF SAYIYOR’
Türkiye sosyalist hareketinin çok önemli bir kesitinin canlı tanıklarıyla görüştünüz. Solun kendi resmi tarihi var mı?
Solun elbette anlatılabilen ve anlatılamayan, öne çıkarılan ve üstü örtülen tarihsel deneyimleri var, bu da resmi tarihin tarifi oluyor. Bu resmi tarihte, belki de yaşayan hafıza içinde konuşulamaz kılınmış ağır yenilgiler olduğu gibi, ikonlaştırma ve mitleştirme yolu ile korumaya alınan kimi tabular/temalar var. Solun mükerrer anlatıları, kendinden menkul kalıpları, gelenekleri, muhakeme formları, kutsanmış figürleri/şehitleri ve kolektif ayinleri var. Burada şaşılacak bir durum da yok. Zira toplulukları /kimlikleri ve cemaat içi dayanışmayı sürdürebilir kılmak bu şekilde mümkün. Solun kimlik ve nüfus siyaseti de bundan muaf değil. Sol diye tarif edilen evrenselliğin imkansızlığını da burada aramak lazım. Bu (üst) kimliği içerden yaran ve onu çeşitlendiren veya içerden çeşitli hiyerarşiler kuran ırk/milliyet, sınıf veya toplumsal cinsiyet gibi başkaca faktörler var. Asıl mesele, kendisini solda gören kesimlerin bu katmanlar, yarılmalar ve hiyerarşiler konusunda kayıtsız kalmaları. Türkiye’de sol kendisini, emek veya işçi sınıfı evrenselliği üzerinden hayal edip kendisini öteki ezilen kimliklerle muhayyel düzeyde eşitlerken, eşitsizliğin çok katmanlı ve kesişimsel maddi ve simgesel formlarına kayıtsız kalıyor ya da onları bir nevi önemsizleştirerek inkâr ediyor, bu fiktif evrenselliğin tekleştirici otoriter sonuçlarını görmezden geliyor.
Ortodoks muhafazakâr sol, Türkiye’de mesela kendi safları dışında siyaset yapan ezilenleri kimlik politikası yapmakla itham ederken kendisinin cari milli-kimlik politikasını görünmez kılıyor. Türkiye’de bir ‘Türk solu’ sorunu da var ve bunun üzerinde refleksiyon yapan çok az grup veya şahıs var. Bunun nedeni de muhtemelen yurttaşı oldukları ve Osmanlı bakiyesi Cumhuriyet’in kolonyal/ırksal karakterini görmek istemeyişleri. Türk solu, sömürge sonrası bir muhasebeden kendisini muaf sayıyor, halbuki asıl muhasebeyi yapması gerekenler onlar.
‘GÖRÜLMEYENİ GÖRMEK VEYA KONUŞULAMAYANI KONUŞABİLMEK AÇISINDAN ÖNEMLİ’
Neden Hüseyin Cevahir'i anlatmak istediniz?
Hüseyin Cevahir, yukarda sözünü ettiğimiz ‘Türk solu’ çerçevesine sığmayan bir karakter ve üstelik kendisini onun ardılı gören gruplar tarafından tarihsel ve kültürel bağlamından soyutlanarak hatırlanan bir figür. Türk solu kategorisine sığmayan Cevahir, münferit bir unutulma durumuna da işaret etmiyor. Hüseyin İnan, Ömer Ayna gibi sayısız şahsiyet var. Cevahir’i bu unutulmanın paradigmatik bir örneği olarak görüyoruz. Bu durum, ‘Türk 68’i olarak kodlanmış olan, egemen sol hafızanın soyutlayarak dışarda bıraktığı farklı veya melez kültürel/sınıfsal habituslardan gelen öznelerin kaderi. Oysa 68’e sömürge sonrası bir perspektiften, yani sınıf kategorisine paralel olarak ırk/kültür ayrımlarını dikkate alan daha karmaşık bir konumdan baktığımızda, bambaşka bir tablo beliriyor. Malum, bir meseleye nereden nasıl baktığımız; görülmeyeni görmek veya konuşulamayanı konuşabilmek açışından önemli. Cevahir, Türk solu içinde konumlanmış olmakla beraber Kürt meselesine kendi arkadaşlarından farklı bir yerden bakabilen, Dersimli Alevi bir Kürt olarak, kendi arkadaşlarından başka bir biçimde ezilenlerin yerel bilgisine, duygusuna ve öngörüsüne sahip. Üstüne üstlük bu kimliği sahiplenerek Marksizm’e yönelen biri. Bu da onu farklı kılıyor. Kendisi sol tahayyül içinde dönüşürken, arkadaşlarını da dönüştürüp bir nevi melezleştiren bir figür. Bu yüzden 68’e Cevahir üzerinden bakınca çok daha katmanlı, çok yönlü, çoklu- parçalı ve çatışkılı bir deneyim ortaya çıkıyor. Bu eleştiri, akademik bir jargonla ifade edersek, 68 hafızasını dekolonize etmeye çağırmaktır. Biz bu belgeselde bunu yaptığımızı düşünüyoruz.
‘BİRLİKTE MÜCADELE ETTİĞİ ARKADAŞLARI DA CEVHERİN FARKINDA DEĞİL’
Cevahir'in kültürel ve tarihsel kodlarının, kişiliğine ve mücadelesine yansıması nasıl?
Sosyolojik olarak bakıldığında, insanın siyasal ve toplumsal öznelliğini şekillendiren temel faktörlerin başında içine doğduğu sembolik evren, yani kültürel ve zihinsel kodlar gelir. Farkında olarak veya fark etmeden, çocukluktan aşina olduğumuz bu ‘habitual’ bilgi, öznenin bedenine/ruhuna tecessüm eder; içine doğulan simgesel dünya, insanın gündelik görme, hissetme ve davranma formlarını şekillendirir. Buradan yola çıkarak ve yaptığımız sahaya da dayanarak Cevahir’in içine doğduğu toplumun, maruz kaldığı kurumsal şiddetin hafızasına sahip olduğu gibi, içine doğduğu dede ocağının ahlaki kodlarını, estetik anlayışını ve bilgisini de bedeninde zaman zaman bir yük olarak taşıdığını söyleyebiliriz. Politikleşme sürecini, insanlarla bağ kurabilme nezaketini, bilincini, yarasını, cesaretini ve öfkesini şekillendiren şeyler, ‘bu egemen kimlikten gelen her solcunun sahip olmadığı gündelik bilgi stokudur’ diyebiliriz. Ne var ki, ne güvenlik aparatları ne de birlikte mücadele ettiği arkadaşları, bu cevherin farkında. Tanıklarla yaptığımız görüşmelerde gördük ki, onunla yolu kesişenler, onun büyülü varlığını, farklılığını daha çok kendinden menkul bir veriye, Allah’ın bir lütfuna veya onun ferdi tercihlerine indirgiyor. Mesela 1971 Mayıs’ında Maltepe’de kuşatıldığı evde, teslim olmanın onu yaşatmayacağını Seyit Rıza’nın akıbetinden biliyor. Seyit Rıza müzakereye/anlaşmaya davet edilirken ipe yollanmıştı. Ya da 1970 baharında Kürt meselesi üzerine yazdığı kısa raporda, Kürt meselesinin bir eşit yurttaşlık meselesi olduğunu, Kürtlerin ana dilde eğitim talebinin bir eşitlik talebi olduğunu ifade edebilmişti. Yani, birçok arkadaşından farklı olarak sosyal eşitsizliğin yanında, simgesel-kültürel eşitsizlik biçimlerinin öneminin farkında. Kürt meselesinin sırf maddi kaynakların eşitsiz dağılımına dair değil de aksine itibarın da eşitsiz dağıtılmasını, tanınma ve eşit yurttaşlık gibi siyasi ve kültürel formların önemini kavramış görünüyor. Cevahir henüz 25 yaşında yolun başındayken raporda durumu şöyle özetlemişti: “Hangi taraftan tutulursa tutulsun, bir bozukluk bir kokmuşluk ve bir yolsuzlukla karşılaşmaktasınız. İktidar bu durumu iyi bildiği için dikkatleri bilinçli bir biçimde başka tarafa çekmekte; yoğun bir ‘Kürtçülük’ akımı olduğunu yaymaktadır. Oysa Kürtçülük yoktur. Olan kendi ana dilini kullanma hakkına sahip eşit vatandaş olma özlemidir ve ancak gerçek eşitlik şartlarında Türkiye halkının gerçek birliği ve kardeşliğinin inancıdır.” Çok çarpıcı bir analiz değil mi?
‘SOL GENÇLİK HAREKETİ TOPLUMSAL ALANDA GENİŞLEDİKÇE ENTELEKTÜEL OLARAK DARALDI’
Cevahir'in sanata, şiire, müziğe, edebiyata ilgisinin yani çok yönlülüğünün sonraki kuşaklara aktarımını engelleyen sebepler neler?
Bu soruya geriye dönük tarihsel ve teorik bir yerden yanıt verebilirim. Bir yandan solun ‘70 sonrasındaki radikalleşmesi, kurumsal şiddet ve baskının artması, karşı şiddet ve sol içinde birbirine yönelen şiddet sonrasında gençlik hareketinin entelektüel olarak daralması ve bu elit edebi kamusallığın zayıflaması... Engellerin bir tanesi bu olabilir diye düşünüyorum. Edebiyat ve sanatın belli bir tür seçkin kentli kültürün serpilmesine ve bununla bağlantılı tartışma kültürüne dayalı demokratik bir kamusallığın oluşmasına içkin olduğunu düşünüyorum. Oysa 70 sonrasında sol hareketler, üniversite kampüslerinden taşarak ve aktivizmin büyüsüne kapılarak varoşları ve kırsal alanları kapsayacak şekilde kitlesel bir karakter kazandı. Yani gençlik hareketi sokağa taştıkça ve radikalleştikçe, bir nevi avamlaştı da. Toplumsal alanda genişledikçe entelektüel olarak daraldı. Böyle olunca seçkinlerin beğenilerine hitap ettiği düşünülen sanata ve edebiyata ayıracak zamanı, enerjisi ve hevesi de kalmadı. 68 araştırmasını birlikte yürüttüğümüz proje asistanı Zeynep Küçük’e referansla, burada sanat sırf elitlerin işidir argümanına kendimi sıkıştırmak istemem elbette. İşçi sınıfının ve diğer ezilenlerin sanata erişimi, bu alan yapısal olarak demokratikleştikçe mümkün ve bu şekilde sanatsal alanın ve sanatsal estetiğin çeşitlenerek çoğullaşabileceğini de eklemem gerek.
Belgesel, Cevahir'i ve 68'i, ne bir kahraman ne de bir propaganda olarak işlemiş. Geçmişi, hele de siyasi geçmişi anlatırken dengeyi tutturmak için neleri gözettiniz?
Tarihsel olguları ve şahsiyetleri konu edinirken kurban-kahraman ikilemlerine sıkışmadan, geçmişi belli bir mesafeden tartışmaya açmak, sanatsal ve akademik çalışmaların temel esprisidir. Tek düze bir anlatıma, tabulaştırmaya, hainleştirmeye veya yüceltmeye karşı çeşitli ve çatışkılı anlatılara ve seslere yer vermek bu anlamda önemli. Tanıklarla yaptığımız görüşmelerde buna özen göstermeye çalıştık. Bir yandan Cevahir gibi duru mücadeleci ruhların mirasını sahiplenirken, diğer yandan bu mesafeyi yitirmemeye özen gösterdik. Bunu kısmen başardık, kısmen başaramadık diye düşünüyorum.
‘TÜRKİYE SOLUNUN VEYA SÖZ KONUSU KUŞAĞIN ÖZEL-MAHREM-KAMUSAL ANLAYIŞI OLDUKÇA DAR’
Belgesele dahil etmediğiniz veya edemediğiniz neler var?
Her çalışmanın veya araştırmanın yoğunlaştığı temel bir soru ve onun etrafında kümelenen alt sorular söz konusu olur ve bu temel soru etrafında kimi stratejik seçimler yapmak zorunda kalırsınız. Bu da bazı meselelere odaklanırken başkaca noktaları dışarıda bırakmayı gerektiriyor. Nitekim her biri en az iki saati alan 20’nin üzerinde görüşmeden 70 dakikalık bir belgesel kurgulamak kaçınılmaz olarak birçok konuyu dışarda bırakmayı gerektiriyor. Aslında, yönetmen Arin İnan Arslan’nın da ifade ettiği gibi aynı görüşmelerden farklı konuları işleyen birkaç belgesel çıkarmak mümkün.
Burada dahil etmek istediğimiz halde çeşitli sebeplerden dolayı erişemediğimiz tanıklar, kaynaklar ve arşivler söz olduğundan dolayı, dışarda bıraktığımız konular olduğu gibi, erişebildiğimiz tanıkların bize kayıt-dışı anlattıklarını da kapsam dışında bırakma zorundaydık. Misal, devletle iltisaklı olan bilgiler ve arşivlere erişmek, içinde bulunduğumuz konjonktürde imkansızdı. Buna dair çeşitli hamlelerimiz olsa da TRT gibi kurumların kapılarını pek aralayamadık. Ya da devlet kanadından Mehmet Eymür gibi tanıklara erişemedik. Diğer yandan, tanıklar istemedikleri ya da artık hayatta olmadıkları için kimi etik sınırlara riayet etmemiz gerekti. Bu meseleler daha ziyade özel konular olarak kodlanan meseleleri kapsıyor. Yeri gelmişken belirteyim, Türkiye solunun veya söz konusu kuşağın özel-mahrem-kamusal anlayışının oldukça dar olduğunu gözlemlediğimizi eklememiz gerekir. Konuştuğumuz tanıklar, söz konusu konuda oldukça ketum davrandılar. Bu tabulardan bir tanesi mesela bazı görüşmecilerin Mahir Çayan gibi öne çıkan kimi öğrenci liderlerin biraz ergen, biraz fevri olarak ifade edebileceğimiz davranışlarını veya erkeklik performanslarını kamera önünde tartışmaktan imtina etmesi oldu. 1971’den sonra solun bir tür intihar koşusuna sürüklenmiş olmasını kamera arkasında konuşabilirken, kayıt yapılırken bu konuda susulması gibi…
Diğer yandan, biz Cevahir’in salt politik eylemlerini merak etmiyorduk. Bunun dışında onun fevkalade insani tarafını, gündelik hayatını, yediği yemekleri, dinlediği müzikleri ve sevdiği kadınları da merak ediyorduk. Ama bu konuları açmak pek mümkün olmadı. Özellikle aşk, nefret gibi duygular ve cinsellik gibi konular, oto sansüre takılan konuların başında geliyor. Biz mesela Hüseyin Cevahir ile kendi yoldaşlarından bir kadınla yaşadığı büyük aşkı ancak tesadüfen bir nevi dil sürçmelerinden ve imalarından anlayabildik ama bunu da belgesele koyamadık. Bu meseleler çoğu zaman kişisel ‘magazin haber’ muamelesi gördü diyebiliriz. Kişisel olanın politik olduğunun kavranması için hem Cumhuriyet’in modern ulus yaratma pratiğiyle yüzleşebilen hem de özgürlüğü daha geniş bir yerden kavrayan bir ‘kültür devrimi’ gerekiyordu ve Türkiye 68’i buna teğet geçmişti. Özgürleşmeyi ekonomi, üretim ilişkilerinin dönüşümü ve yüksek siyaset mekanizmalarının dönüşümü ötesine tahayyül edememişlerdi. Buradan bu çıkarımı yaptık. Bunun dışında, ikonlaştırmanın insanları yüceltirken aslında geçmişi nasıl konuşulmaz kıldığını; sevenlerini ve yakınlarını nasıl incittiğini gözden kaçırıyoruz çoğu zaman. Oysa iyileşmek, geçmişle yüzleşmek, geçmişten ders çıkarmak, yas tutabilmek ve deneyim aktarımı gibi zor konular ancak konuşabilmekle mümkün. Bugün, sol varoşlarda söz konusu muhafazakâr ahlaki formların toplumun genelinden nasıl farklılaşmadığının izlerini görüyoruz. Ahlak bekçiliği yapmaya kalkan devrimcilerin sırrını burada aramak gerek diye düşünüyorum.
‘CEVAHİR’İ VE ARKADAŞLARINI YAKINDAN TANIMIŞ OLMAK BİZİM İÇİN BİR LÜTUF’
Bu proje sizin için nasıl bir yolculuk oldu? Bazen bir yola çıkarız ve önümüzde daha önceden planlamadığımız yeni pencereler açılır ve onları takip etmeye başlarız. Sizin de buna benzer bir deneyiminiz oldu mu?
Yukarda da biraz bahsini etmeye çalıştım. 1968’i anlamaya çalışırken öne çıkan birkaç isim ve olay dışında pek de bir bilgiye sahip olmadığımızı anladık: Oysa gördük ki, ne tek bir ‘68 kuşağı’ var, ne de söz edilen kuşağın bir tek belleği. Bir defa Türklerin, Kürtlerin 68’i deneyimleme ve hatırlama biçimleri farklı olduğu gibi, kadınların ve erkeklerin de deneyimleri çok heterojen ve farklı olabiliyor. Buna benzer şekilde taşra ile merkez arasında ortaya çıkan kayda değer farklılıklar söz konusu. Alt sınıflarla, orta ve üst orta sınıfların 68 deneyimleri de örtüşmeyebiliyor. Bütün bunlara rağmen üç yıl boyunca Cevahir’i ve arkadaşlarını yakından tanımış olmak bizim için bir lütuf. Bilmenin, tanımanın ve karşılaşmanın nasıl dönüştürücü olduğunu yeniden anladık. Hiçbirimiz eski biz değiliz artık, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Öte yandan bu belgesel bizi dönüştürdüğü gibi ümit ediyoruz ki seyircinin 68’e dair yerleşik bilme biçimlerini dönüştürmeye alan açar. Devlet tarafından bastırılmış veya belli egemen sol gruplar tarafında temellük edilmiş veya üstü örtülerek tek bir anlatıya indirgenmiş 68 deneyimlerinin çoğulluğunun farkına varır ve nihayet bu mücadele mirasına gömülü olan özgürlükçü ve eşitlikçi gelecek tahayyülünü sahiplenir.
Bugünkü siyasal konjonktüre geriden bakıp ne dersiniz?
Bu belgesel ve benim buna paralel olarak genç bir akademik kadroyla birlikte yürüttüğüm araştırma projesi, geçmişten ziyade bugünü anlamaya çalışıyor. Nasıl oldu da böylesi alternatifsiz ve geleceksiz bırakılmış bir topluma mahkûm edildik. Milliyetçi sağ, millet sevdası toplumu rehin almışken daha kozmopolit ve özgürlükçü olan sol nerede sınıfta kaldı? 68-72 arasında verilen mücadele formlarının, yaşanan kayıpların ve yenilgilerin, bugünün bu şekilde şekillenmesinde önemli bir payı olduğu açık. Bu yenilginin sonuçlarına hala katlanıyoruz diye düşünüyorum. ‘Solun toplumsal hayattan ve siyasal alandan kovulması, sağın devletin merkezine ebediyen yerleşmesi’ aslında bu dönemde cereyan etti desek eksik olabilir ama yanlış olmaz. Çünkü solun toplumdan kopması veya koparılmasının ilk stratejik adımları da bu dönemde atıldı. Ondan bu yana toplum geleceksiz bırakılarak sağa mahkûm edildi diye düşünüyorum. Haliyle bugün sosyalist partileri yüzde 1 bandında ise bunun sebeplerini 80 darbesinden ziyade 70’lerde aramak lazım. 80 darbesi, bu yenilgiyi dolayısıyla sağın zaferini pekiştirdi.
Yani, geçmişe takılı kalan solun, melankolik zihinsel ideolojik yapısının kurucu momentini 68 yenilgisinde aramak gerek. Bu sol melankoliyi siyasetsiz kalmanın veya anti-siyasetin başka bir ifadesi olarak okumak lazım. Türk solundan farklı olarak Kürt solunun çok farklı bir güzergahtan ilerlediğini yeri gelmişken belirtmeliyim. Türk solu, geçmişe takılı kalırken Kürt solu özellikle 1990 sonrasında çektiği onca acıya ve yaşadığı onca yenilgiye rağmen gelecek hakkında konuşmaya kendini muktedir kılabildi. Kürt siyasal hareketinin verdiği mücadeleyi ‘sol’ görmeyip onu yaftalayan, ‘egemen sol kibrin kökeni’ni belki de burada aramak lazım. Başka bir ifadeyle verilen onca emeği, sırf bir tanınma ve bir kimlik politikasına indirgeyen Türkiyelileşemeyen Türk solunun hıncını tetikleyen ana nedenlerden bir tanesini de solun yenilgisinde aramak gerek. Cevahir’i ikonlaştırıp yüceltenlerden farklı olarak onun entelektüel mirasını sahiplenenlerde bu hınçtan bir eser görmüyorum. Farklılıklar içinde birlikte eşit yaşamın metodolojisi, Cevahir’in öznelliğine içkindir diye düşünüyorum. Bu yüzden kıymetli buluyorum.