Huzursuzluğun öyküleri: Yankı

‘Yankı’, rahatınızı kaçıracak bir ilk kitap. Hanelerin aydınlık, insanınsa karanlık yüzüne bakışıyla dikkat çekiyor. Müge Koçak ise bir yazar olarak denemekten sakınmıyor. Oyuna dayalı kurmaca algısıyla, mizahi ve cesur anlatımıyla öne çıkıyor.

Google Haberlere Abone ol

Can Yayınları tarafından yayımlanan ve on iki öyküden oluşan ‘Yankı’, Müge Koçak’ın ilk öykü kitabı. Daha evvel Öykü Seçkisi, Lemur, Edebiyat Haber, Hayal-Et, Kil-tablet, Kurgusal.net, Yazarevi Öykü Seçkisi gibi platformlarda öyküleri yayımlandı Koçak’ın. Öte yandan onu ‘yaşamdersleri’ adlı internet sitesinde yer alan öykü, çeviri, röportaj, inceleme türlerinde kaleme aldığı yazılarından da tanıyoruz. Bu nedenle ‘Yankı’yı, bir birikimin ürünü olarak tanımlamak mümkün.

Okurun karşısına ilk defa bir kitapla çıkan yazarın oldukça cesur davrandığını söyleyebilirim. Koçak’ın öyküleri, sokağa ayna tutmasının yanında evlerimizin kuytu köşelerini de aydınlatıyor. İnsanın zaafları, karanlık yüzü yahut tekinsizliği -yani aslında onu insan yapan nitelikleri- ‘iyinin yanında kötü de var’ gibi bir anlayışla yer almıyor ‘Yankı’da. Aksine yazar, neredeyse bütün öykülerinin odağına insan olmanın çelişkilerini almış. Bunu yaparken dilde de cesur bir tavır sergilemiş. Öyle ki birçok yazarın kullanmaktan kaçındığı sözcükleri, deyimleri, sokağa ait unsurları görüyoruz bu öykülerde. Yazar okuruna duymak istediklerini söylemek yerine onu rahatsız edecek, belki de uykusundan uyanmasını sağlayacak uyarılarda bulunuyor.

Kitapta yer alan öyküler, hacimce ve kurgulanış şekli bakımından farklılık gösterse de onları birbirine bağlayan nitelikler mevcut. Biraz evvel söz ettiğim insani meseleleri ve dil kullanımını, bu nitelikler arasında gösterebilirim. Öne çıkan bir diğer nitelik, günümüz anlatı dünyasında sıklıkla rastladığımız epigraf kullanımı. Koçak’ın epigraf kullanımı konusunda oldukça cömert olduğu ve tercihlerinin kendi öykülerine yön verdiği, kimi zaman kurguyu şekillendirdiği göze çarpıyor. Bu durumun en iyi örneği, kitabın açılış öyküsü olan ‘Yedinci Gün’. Eski Ahit’ten Tanrının dünyayı yedi günde yaratmasıyla ilgili bir alıntıyla başlayan bu öykü, yedi gün içinde farklı mahallelerde yaşanan vakaları aktarıyor okura. Epigrafın işlevsel bir şekilde kullanıldığını ise öykünün sonuna geldiğimizde daha iyi anlıyoruz. Tıpkı ‘Tanrının yedinci günde dinlenmesi’ ve dünyayı seyretmesi gibi öykünün ‘asıl kişi’si de altı gün boyunca yaşananların müsebbibi olarak sahneye çıkıyor ve yarattığı eseri seyrediyor.

İNSAN OLDUĞUNU UNUTMAK

Koçak’ın öykülerini iki ana tema etrafında düşünmek mümkün: İnsan olduğunu unutmak ve insan olduğunu hatırlamak. Kitaptaki öykülerde bu durumları farklı boyutlarda yaşayanlar olduğu gibi aynı anda ikisini birden yaşayanlar da yer alıyor. Okur ise kitap boyunca bir farkındalık hâli içinde ve bu durum bilinçli bir huzursuzluğa işaret etmekte. Öte yandan, yazarın okura türlü oyunlar oynadığını, yer yer onu tedirgin etmek hatta korkutmak istediğini fark etmemek elde değil. Bu tarzda kaleme alınmış öykülerin bazılarında okurun olacakları önceden hissedebildiği satırlar da bulunmakta. Kimi zaman bu önsezinin kurgudaki gerilim ögesinin zedelenmesine sebep olduğunu söyleyebilirim. Fakat Koçak’ın okurun gerçeklik algısında türlü değişimlere sebep olduğu da aşikâr.

Şiddet, adalet noksanlığı, aç gözlülük, yalnızlık, sahte kimlikler, etiketler, damgalar, benlik arayışı... Koçak’ın öykülerinde insanın binbir hâlini okuyoruz. Onun ilgi alanı madalyonun öteki yüzü. Kusurlu olan, eksik olan, çirkin olan... Yazar, bu öykülerin düzene yönelik bir eleştiri niteliğinde olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Meseleleri ele alırken yer yer fantastik unsurlardan, gizden ve sürprizlerden faydalanması, kitabın monoton bir çizgide ilerlememesini sağlıyor. Koçak’ın öykülerinde dışlanarak, itilip kakılarak, yok sayılarak sindirilmiş, insan olduğu ‘unutturulmuş’ olanların sesi var.

‘İnsan olduğunu unutma’ durumu, farklı açılardan irdeleniyor ‘Yankı’da. İnsanın içinde hazır bulunan ve bir gün ortayı çıkmayı bekleyen kötülükle insanı ezen, iten, yok eden, kötüye sevk eden unsurları bir arada okuyoruz. Bir bakıma insanın onu tekdüze bir akışa hapseden durumlar silsilesinde umduğunu hiçbir zaman bulamayacağını anlaması ve bir insan olarak yaratıldığını unutması söz konusu. Hatta toplumun dayattıkları karşısında bireyin başkaldıracak hâlinin kalmadığını da görüyoruz kimi öykülerde.

‘Ali-Veli-4950’ adlı öykü, toplumsal meselelere temas eden ve bireyin ‘mecburi konumu’nu gözler önüne seren öykülerden biri. Koçak, Esenler Otogarı’nda kurguladığı öyküsünde, elleri ayakları kadar bakışları da donmuş olan beş yaşındaki Ali’yle, geçim derdinden, başını sokacak bir yer bulamamaktan, açlıktan meczup olmuş Veli’yle ve 4950 numaralı odada içinde ufacık bir umut kırıntısı dahi kalmamış kader mahkûmu kadınla sesleniyor vicdanlarımıza. Bahsi geçen üç kişinin evveliyatının bir olduğunu öğrendikten sonra, sonlarının da ne kadar benzediğini fark ediyoruz.

‘Ahmet Nabi Şentürk’ ve ‘Paraları Koklayan Ahmak’, oyun ögesi öne çıkan öykülerden. ‘Ahmet Nabi Şentürk’te insanın bir insan yaratma çabasını, ‘Paraları Koklayan Ahmak’ta ise açgözlülüğün getirilerini okuyoruz. Bu öykülerin ilkinde ‘kendi olarak’ bir yere gelememe durumu, ikincisinde ‘sonradan görmelik’ insanın düştüğü durumlar üzerinden ele alınıyor. Koçak, iki öyküsüne de okuru hayrete düşürecek ayrıntılar eklemiş. Böylece etrafında dolaştığı gerçekleri okurun yüzüne çarpmak yerine onları daha yumuşak bir şekilde sunmuş. ‘Paraları Koklayan Ahmak’ın başkişisinin adının ‘Zeberget’ olması da dikkat çekici unsurlardan.

‘Bir Kırgınlıkla Başladı Her Şey...’, kadın ve erkek olmanın ‘güç’ odağındaki farklarının, içi çürümüş aile ilişkilerinin ve yaşanamayanların altını çiziyor. ‘Kor Adamın Garip Hikâyesi’nde, kendini, evini, ailesini, kedisini kısaca etrafında ona dokunan herkesi yaktığına inanan bir adamın başından geçenlere şahit oluyoruz. Bu şahitlik, başta yalnızca aklını yitirmiş bir hastanın tımarhane günlerineymiş gibi görünse de Koçak’ın fantastiğe göz kırpan anlatımıyla okurun gerçeklik algısında değişimler meydana geliyor.

‘Afiyet Hanım ile Kuru Sultan Arasındaki Et Dalaşına Dair’, kanaatimce kitabın en ilgi çekici öyküsü. Koçak’ın yakaladığı problemi işleyiş ve sunuş şekli oldukça başarılı. Yazar, her bir okuruna, metnini kendi muhayyilesine göre şekillendirme imkânı sağlıyor. Yani aslında, temel kurguya sadık kalarak öyküyü yeniden yazma imkânı. Anlamın yüzeye yakın olmadığını, özellikle öyküde yer alan ‘et seviciliğin’ bir metafor olarak algılanması gerektiğini hissediyoruz. Öykünün başında yer alan alıntılar da kötülüğün bir tercih değil kader olduğu fikriyle birlikte düşünüldüğünde oldukça manidar:

“Hiç kimse tam anlamıyla kötü değildir: Onları kötü yapan ya şartlardır ya da yaptıklarının kötü olduğunu bilmiyorlardır.” (Şarküteri, 1991)

“Yiyin birbirinizi, ete para vermeyin.” (Güven Erkin Erkal)

İNSAN OLDUĞUNU HATIRLAMAK

İnsanın kendiyle yüzleşmesi durumunun Koçak’ın kitabına da adını veren öyküsü ‘Yankı’da ele alınış şekli, dikkat çekici ve farklı. Kendini bir aynadan seyreden karakterlere de okuruna ayna tutan yazarlara da son dönemlerde oldukça aşinayız. Koçak ise insanı kendiyle burun buruna getirmeden evvel, ona kendini uzaktan seyretme imkânı sağlıyor. Öykünün başkişisi konumunda yer alan ‘gözlemci’, farklı evleri, hayatları, insanları gözleyerek sürdürüyor yaşamını. Bunun sapkın bir davranış olmadığı konusunda okuru uyarıyor. Başkalarının hayatına hem müdahil hem de değil. Onlarla birebir temas kurmadığı için büyük hayal kırıklıkları yaşamıyor. Fakat zaman içinde gözlediği evler arasında bir tanesine takılıp kalıyor, gecesi gündüzüne karışıyor. Öfkeleniyor ve yüzleşmeye karar veriyor. Bu yüzleşme arzusunun temelinde ‘ona’ -gözlediği kişiye- bir insan olduğunu hatırlatma dürtüsü var. Bu durumda kendi yaşadığı hayat sahici bir hayat mıdır, gözlemciye de bir insan olduğu ve bir insan gibi yaşaması gerektiği hatırlatılmalı mıdır, bunlar yazardan okura miras kalan meseleler. Öykünün çözüm bölümüne kadar okurun merak duygusunun diri tutulması ise ‘Yankı’nın kuvvetli yönlerinden.

‘Katil Maslow Tarafından Planlanmış Bir İntihar Vakası’, kitabın henüz adıyla dikkat çeken öykülerinden. Dağ yürüyüşüne çıkmış bir grup öğrenci bir anıtmezarda çürümeye yüz tutmuş bir kadın cesedi buluyor ve kadının başucunda duran defterde yazanların okura aktarılmasıyla şüpheli ölümün sırrı çözülüyor. Peki Maslow bu işin neresinde? ‘İhtiyaçlar Piramidi’ni düşündüğümüzde elbette Maslow sırf öylece bulunsun diye yer almıyor bu öyküde. Maslow’a göre ihtiyaçlarımızı karşılayamadığımız sürece piramidin üst katlarına çıkamıyoruz. Sürprizlerle dolu öyküdeki kadının hep en üste çıkmaya zorlandığını, toplumun dayattığı hiçbir şeyi gerçekleştirmediğini, sonunda ‘insan olduğunu hatırlayıp’ bilinçli bir şekilde ölüme yürüdüğünü görüyoruz: “İşte şimdi piramidin en tepesinden kendimi boşluğa bırakmak üzereyim ve nihayet tüm olan biteni anladım. Kendimi gerçekleştiriyorum. Tam istediğiniz gibi. Ne demiş Maslow: ‘Kendi kendisiyle barış yaşamak istiyorsa; müzisyen müzik yapmalı, ressam resim yapmalı, şair şiir yazmalıdır.’ İşte ben de atlamak istediğim için atlayıp kendimle barışık öleceğim.” (s. 59)

‘Hayat Öpücüğü’nde bir insanın annesinin ölümünü hayal edecek, arzulayacak, umacak hâle gelmesini takip ediyoruz adım adım. Koçak bu öyküde güncel bir meseleye değinmiş: Hepimizin hayatını alt üst eden virüse. Fakat okurun ‘felaket’ beklentisinin aksine bu virüs, bir ‘kurtuluş’a hizmet ediyor:

“Tüm dünya ülkeleri bu salgınla savaşırken bende barış dolu yepyeni umutlar filizleniyordu. Sokağa çıkma yasağı uygulanıyor, her gün binlerce kişi hastanelere taşınıyor, okullar kapatılıyor, işyerleri iflas ediyor, ekonomi çöküyor, hayat bambaşka bir düzene evriliyordu. Bense bu yeni düzen içinde, annemin ölümüyle alacağım rolü heyecanla bekliyordum. Annem televizyon karşısına çivilenmiş, hem sürekli dua ediyor hem de bana bela okuyordu.” (s. 83)

Bugüne dek annesinin baskılarına tahammül etmiş, onu öldürmek için bir hamlede bulunmamış olan anlatıcıyı harekete geçiren bu virüs oluyor. Öyle ki virüsü annesine bulaştırabilmek için bir morga girmeye, kendi sağlığını riske atmaya bile hazır. Onun cesaretinin temelinde bir başkaldırı fikri var. Bugüne dek ona ‘insan olduğunu unutturan’ şeyleri yok etmeye annesinden başlıyor. Yani başkaldırmaya...

Son olarak ‘Amaçsız Ahlat Derneği’nden bahsedelim. Bu öykü kitabın kapanış öyküsü ve şüphesiz kapanış için doğru bir tercih. Çünkü on bir öykü boyunca takip ettiğimiz meseleler bir sonuca bağlanıyor ‘Amaçsız Ahlat Derneği’nde. Öykünün başkişisi, sanki kitap boyunca hayatlarına konuk olduğumuz herkes adına konuşuyor, hepsinin sözcülüğünü yapıyor. ‘Yaptık, ama bir sorun niye yaptık?’ yahut ‘Biz sizin bildiğiniz insanlar değiliz’ mesajı var bu öyküde. Bu yönüyle ‘kim olduğunu hatırlama’nın iyi bir örneği. Koçak ‘uydurma’ bir kuruluş yaratmış, bu kuruluşun amacı bile yok. Tek misyonu ‘hiç yapmak’. Bir dizi absürt durumun yaşandığı öyküde, grup üyelerinin hem aileleri hem de toplum tarafından nasıl bir muameleye maruz kaldıklarını görüyor, üyelerin sıralı ölümlerini takip ediyoruz. Grup üyelerinden biri olan anlatıcının dilinden dökülenler, toplum-birey ilişkisini ortaya koyması bakımından kıymetli:

“Toplum olarak yaralıydık sanırım. Amaçsızlığımız sürekli birilerinin yarasına dokunur gibiydi. Kimse bizim hiçbir fikre bağlı olmaksızın sırf şaklabanlık olsun diye tuhaf kaçan şeyler yaptığımızı algılayamıyordu. Biz, takılmadan giden bir çizgiye atılmış kesiklerdik ya da akan suyun önüne çekilen set.” (s. 114)

‘Yankı’, rahatınızı kaçıracak bir ilk kitap. Hanelerin aydınlık, insanınsa karanlık yüzüne bakışıyla dikkat çekiyor. Müge Koçak ise bir yazar olarak denemekten sakınmıyor. Oyuna dayalı kurmaca algısıyla, mizahi ve cesur anlatımıyla öne çıkıyor.