'Göç': I. Dünya Savaşı, aşk ve edebiyat
Yusuf Ziya'nın kitapları, İnkılap Kitabevi tarafından yeniden yayımlanmaya başladı. Yayımlanan kitaplardan biri olan 'Göç', Yusuf Ziya’nın yirmili yaşlarına, o yıllarda başından geçenlere, Nihat Ahmet ismindeki bir gencin üstünden odaklanır.
1895 yılında, İstanbul’da doğan Yusuf Ziya, edebiyatımızın usta kalemlerinden biri olarak anılagelir. Şiir, öykü, roman, deneme, tiyatro oyunu gibi pek çok türde verdiği eserlerle yeni bir dilin, yeni bir anlatımın peşine düştüğünü, hem yürüttüğü tartışmalardan hem de yazdıklarından öğreniriz. Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek ve Faruk Nafiz Çamlıbel ile oluşturdukları Beş Hececiler de bu derdin bir ürünü işte.
Yusuf Ziya, bir yandan eserlerine devam ederken bir yandan da edebiyat öğretmenliği yapar. Yakın arkadaşı Orhan Seyfi Orhon’la beraber çıkardığı meşhur mizah dergisi Akbaba başta olmak üzere hemen her dergi ve gazetede boy gösterir. 1967’de hayatını kaybedinceye kadar da yazmaya devam eder.
'GÖÇ': BİR TEFRİKA ROMAN
İnkılâp Yayınları geçtiğimiz haftalarda Yusuf Ziya’nın kitaplarını yeniden yayımlamaya başladı. 'Bizim Yokuş' isimli bir anı kitabı, 'Kürkçü Dükkânı', 'Üç Katlı Ev' ve 'Göç' isimli üç romanıyla beraber yeniden karşımıza çıkan Yusuf Ziya kitaplarına yenilerinin de ekleneceği belli.
Bu vesileyle Yusuf Ziya’nın belki de en kişisel kitaplarından biri olan 'Göç’ten bahsedebiliriz. 'Göç', tefrika olarak yazılır aslında. Çınaraltı dergisinin 33. ve 70. sayıları arasında yayımlanan 'Göç', çeşitli sebepler yüzünden yarım kalır. Ta ki 1943’e kadar. Yusuf Ziya, tefrikaları bir araya getirip tamamlar ve roman 1943’te Akbaba Yayınları tarafından 500 adet olmak üzere yayımlanır. Kapağını ressam Yalçın Çetin’in yaptığı roman hem Akbaba Yayınları’nın hem de Yusuf Ziya’nın üçüncü kitabıdır.
BİR ANNE BİR OĞUL
'Göç', Yusuf Ziya’nın yirmili yaşlarına, o yıllarda başından geçenlere, Nihat Ahmet ismindeki bir gencin üstünden odaklanır. Ve tıpkı gerçekte olduğu gibi, Nihat Ahmet lise son sınıftayken babasını kaybeder. 'Göç', işte bu olayla açılır. Babanın yokluğu, orta halli olan ailenin yükünü ekonomik olmaktan çok duygusal olarak arttırır. Bir anneyle bir oğul kalakalırlar ortada.
Anne daha otuz yedisindedir. Başında tek tel beyazı yoktur ama “kadınlığını kocasıyla beraber gömmüş, sadece anneliği kalan”, dindar ve oğluna düşkün biri olup çıkmıştır. Nihat Ahmet ise edebiyata meraklı bir gençtir. Birkaç şiir yazmıştır ancak cesaretten yoksun haline bir de annesinin baskısı eklenince, memur olmakla şair olmak arasında gelgitler yaşamaya başlar. Hayattan ne istediğini tam olarak bilmez.
Dört bölümden oluşan romanın ilk kısmı da zaten Nihat Ahmet’in erginleşme halinin bir yansıması gibidir. Ölü bir baba, korumacı bir anne, âşık olduğu bir kız ve edebiyat… Tıpkı Yusuf Ziya’nın yaşadığı gibi.
Elinde biriken duygularla n’apacağını bilemeyen Nihat Ahmet şiire olan ilgisini de saklayamaz bir türlü. Yengesi Gülter Hanım’ın yeni komşusu olan Filozof Ziya Refik, onu “Yeni Edebiyat Derneği”ne götürür ve Nihat Ahmet’in İstanbul’un yazarlarıyla, şairleriyle tanışmasına vesile olur. Dernekte iyi dostluklar kuran, cebindeki üç kuruşa rağmen, gerektiğinde yürüyerek gelip toplantılara katılan Nihat Ahmet’in ilk şiiri buradan sonra yayımlanır. Hatta Türk Derneği dergisini büyük bir hevesle alan Nihat Ahmet’in gözündeki dünya birden değişiverir. Etrafa bir başka bakar. “Yanımdan geçen bütün yolcular bana aşina görünüyor: Şu esmer genç, şu sarma çarşaflı kız şiirimi okudular mı acaba?” diye düşünür.
HER PARMAĞIN UCUNDA BİR KALP
Romanın bir diğer temasınıysa aşk oluşturur. Nihat Ahmet, yengesinin kızı Şehnaz’a körkütük âşıktır. Öyle ki ona dokunan “her parmağının ucunda bir kalp çarpar”. Şehnaz’la konuşmak, onunla vakit geçirmek için elinden geleni yapar ancak sorun başkadır; annesi bu aşkı onaylamaz bir türlü, araya çeşitli aracılar sokarak oğluna yeni kısmetler bulmaya çalışır fakat yine de olacakların önüne geçemez.
Nihat Ahmet de bunun farkındadır. “Annemin seccadesi kıbleye doğru serili kalmış. Burada aylardır Allah’a açılan eller şimdi benim yakamda” diye düşünür. Annesini kırmak istemez, onunla konuşmaya çalışır, yine başaramaz.
“‘Anneciğim…’
Ne var, dese, susacağım! İstiyorum ki içimdeki cümleleri onun dudakları tamamlasın…
Hayır, bu dudaklar yalnız göklerle konuşuyor.”
VE I. DÜNYA SAVAŞI
Tüm bu olayların arka planındaysa bambaşka bir hikâye akmaktadır. Eli kulağında olan I. Dünya Savaşı gün gelir ve resmen başlar. Savaşla beraber bütün şehir, bütün ülke, bütün dünya değişiverir. Günlük rutin, yerini belirsizliğe bırakırken ekonomi altüst olur, temel ihtiyaçlara zam gelir ve davulcular mahalle mahalle gezerek gençleri askerlik şubelerine çağırırlar.
İstanbul’un işgaline kadar ilerleyen 'Göç', sadece finaliyle değil, pek çok ara durağıyla ve sarmal şekilde devinen duygularıyla, bitmeyen, bitemeyen bir göç halini sunar aslında. Baba, öte âleme göçer; anne, yaşama aşkından göçer; Nihat Ahmet’in kalbi göçer sonra, kalbiyle beraber kendi de göçer; parasızlık başlar, bu sefer öğretmenlik için göçer; işgal başlar, koca bir toplumun umutları göçer ta ki direnişe kadar…
Yusuf Ziya, I. Dünya Savaşı’ndan önce, savaş zamanı ve işgal günlerinin baskısı altında hayata tutunmaya çalışan bir gencin dilinden kendi hayatını ikinci kez yaşıyor gibi; ilk şiirlerini yeniden yazıyor, yeniden âşık oluyor, yeniden boşanıyor ve bu sayede okurlarına o dönemin atmosferini bir tanık olarak yeniden anlatıyor.