İç savaş çıkmayacak
Altılı Masa ve Kılıçdaroğlu’na Emek ve Özgürlük İttifakı’nca verilen onay o kadar büyük bir halk desteği sağlıyor ki, muhalefetin sandıkta kazanacağı meşruiyeti Saray’ın silahlı güçleriyle ezmesi zor.
“İddialı konuşacağım: 1 Kasım; AKP’nin son tangosudur. 7 Haziran’da iktidarı kaybedip dört ay sonra bin bir Osmanlı ayak oyunuyla tekrar alan, özgüveni yüksek bir iktidar için söylüyorum bunu… Sorun şurada: Tango ne kadar sürecek ve bedeli ne olacak? Nazilerin son tangosu 1933’te başlamıştı ve on iki yıl sonra Berlin’de nihayete ermişti. Yani tango bittiğinde dans pistini de kaybetmiş olabiliriz.” [1]
Bu satırlar, 1 Kasım seçimlerinden hemen önce 2015 yılında Taraf’ta yazıldı. Bugünden bakınca tespit hatalı gibi görünüyor değil mi? Son cümle olmasa sekiz yıllık bir tarihsel sapmadan söz edebilirdik. Oysa Nazi Almanya’sına yapılan gönderme çok daha başka bir boyuta vurgu yapıyor: Mesele seçimi kimin alacağı değil, ülkenin Erdoğan Despotizmi altında yeniden inşa edilirken – ve kamusal devlet tüm kurumlarıyla dejenere olurken- Suriyeleşme (iç savaş) ihtimaliydi. Yazı tam da burada 1 Kasım seçimlerine iki hafta kala henüz Saray adını almamış otokrat partinin tangoya uzun süre devam edeceğini öngörürken dans sona erdiğinde ortada “Ülke ve İstiklâl”in kalmayabileceğini hatırlatıyor.
Uzun, karanlık, yorucu, ölümcül bir istibdat devri yaşıyoruz. Uzun çünkü onuncu yılını çoktan kutladı bu oksijensiz rejim. Karanlık çünkü kendinden olmayan kim varsa Silivri ve “sivil ölüm”e mahkûm etti. Yorucu çünkü güzel yeni bir gün umudunu tahrip etti. Ölümcül, çünkü kurumsal yozlaşma, afetlerde binlerce insanın ölümüne neden oldu. O gün öyle gerektirdiği için İstanbul Sözleşmesi’ne imza atanlar, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi bir belgeden bir başka gün çektiler imzalarını. Çünkü sözleşmenin ruhu değil özgürlük değil kadın hakları değil o günün şartlarıydı ideolojik temel. Hukukun ruhu bir yana yasaların uygulanabilirliği ortadan kalktı. Dolayısıyla Monarşi’de bile rastlanmayan despotik anomi rejimi kuruldu. İşkenceye sıfır tolerans ile iktidarlarını meşru kılanlar KHK’lar ile suç tanımı yaparak yüzbinlerce insanı mahkemesiz mahkûm ettiler. Milli Görüş gömleğini çıkaranlar gömlek üstüne gömlek giyerek Milliyetçi Mukaddesatçı Cepheyi kurarken aynı zamanda İslamcı aynı zamanda Türkçü aynı zamanda Fetihçi aynı zamanda Kemalist olabildiler. O kadar ki bu kırk yamalı cephe içinde bir kısım Ulusalcı Kemalist de yer aldı. Siyaset iktisat demek. Türkiye’de ise rant. Doğal olarak bu kırk yamalı bohçanın harcı rant ekonomisi. Kılıçdaroğlu’nun halktan çalındı dediği 500 milyar dolar, siyasi farklılıkları nasıl da yok ediyor değil mi?
Ancak tek ve temel mesele yolsuzluk değil. Ekonomik yağma ve buna dair yeni kaynakların bulunması için öyle yöntemlere tevessül edildi ki bunun sosyolojik, kültürel ve diplomatik sonuçlarıyla henüz yüzleşilmedi. Korkunç ve bir o kadar kârlı Uyuşturucu Ekonomisine yönelik heves ile ülke bir Narko Cumhuriyeti’ne dönüşmek üzere. Suriye’nin ekonomik değerlerine çökülmesi ileride maddi tazminat olarak geri dönecek. Şam’ı fethetme arzusu ise Türkiye’yi çoktan Küçük Suriye haline getirdi. Kürt Meselesini çözemeyen ülkenin başında şimdi bir de Arap Meselesi var. Türkiye mevcut haliyle güvenilmez olsa da sıkışırsa her denileni yapabilen bir müttefik. Bu nedenle kısa vadeli bir partner. Bugün ortak, yarın düşman, öbür gün yine ortak. Diplomasi manevra kabiliyetidir evet lakin dümensiz ve yolsuz bir rotada hareket özgürlüğü değil. Türkiye öngörülemez bir ülke. Ve bu sadece stratejik ortakları için değil geçici işbirlikleri için de risk.
Dünyanın dört bir yanında ilkesiz, kuralsız, tutarsız hamleler ile ulusal kapasitenin çok ötesinde işlere kalkışan Saray, ülkeyi sonu kaosla bitecek bir belirsizliğe sürüklüyor. Sebep “Milletin âli menfaatleri mi? Yoksa Saray’ın ebedi iktidarına angaje olmuş diplomasi mi?" Onlarca milyonluk dev bir halkın çıkarını “şahsı”yla özdeşleştiren, Millet deyince Saray anlayan, ülkenin kaderi ile şahsi ikbalini birleştiren ve ikbali için ne sandık ne seçim tanıyan bir siyasi anlayışın olduğu yerde devletin varlığı da tehlikeye girecektir.
Ne ironi değil mi? Kürtlerin ve sol muhalefetin hedefi olduğu iddia edilen o meşhur "Devlet Bekası”, ilk kez tam da o devletin merkezinde yer alan iktidarın tehdidi altında. Narko Cumhuriyet’ten Haydut Devlet’e giden yolun pek de uzun olmayacağı; içerde biriken toplumsal huzursuzluk ve kutuplaşma sonucunda sosyal patlamaya ramak kaldığı; iktisadi çöküntünün ücretliler için gündelik hayatı sürdürülemez hale getirdiği, dinden uzaklaşma görünür hızla artarken sünni dogmatizmin devlet politikası olarak dayatıldığı; dinsizlere-dindışılara her “Allah’ın günü” hakaretler yağdırıldığı; “Toprak kazanalım” derdinde Neo Osmanlı kalkanıyla dışarıda fetih-yağmaya girişilirken ülke demografisinin radikal şekilde dönüştüğü; Kürt Meselesi enternasyonal bir nitelik kazanırken Kürtlerle mücadelenin ülke dışına taşarak ekonomiyi ezen ve aslında “ ülke bütünlüğü” için eskisinden de büyük risk yarattığı; yolsuzluk ve kamusal soygunun dünya tarihine geçecek hadsiz bir cüret ve cesamette gerçekleştiği; ülke bürokrasisinde siyasetle bağlantılı yerel beyliklerin oluştuğu ve tüm bu anominin dehşet bir despotizm ve kaynak transferi üzerine inşa edildiği rejim ile mevcut devletin ayakta kalması ve bu haliyle kendini koruması mümkün görünmüyor.
Devletin beka sorunu o kadar kritik bir aşamaya geldi ki bu tehlikeyi bertaraf etmek için devlet içinde Saray’a mesafeli klikler Alevi Dersimli bir siyasetçinin cumhurbaşkanı olmasına destek verdiler.[2] Fatih Altaylı ile mülakatında Akşener bunu şu şekilde ifade edecekti: “Devletin güvenlik bürokrasisi” bu süreci engellemeyecektir.”
GELDİKLERİ GİBİ GİDİYORLAR, ESKİSİNDEN DE BERBAT BİR ÜLKE BIRAKARAK
Devletin silahlı bürokrasisi ve derin olarak ifade edilen devlet içi siyasi güç odaklarının bir bölümü seçimleri kaybetse dahi her ahval ve şartta Saray’ı desteklemeyi düşünüyor olabilir. Erdoğan’ın sandık yenilgisine rağmen iktidarda kalma çabasına arka çıkacak paramiliter milisler, silahlı bürokratik aygıtlar, bekçi polis jandarma teşkilatı, ordu, IŞİD militanları, eski Hizbullah katilleri sokağa inebilir ve iktidarın gayrimeşru bekası için kan dökmeye kalkabilir. Ancak Altılı Masa bileşenleri ve Kılıçdaroğlu’na Emek ve Özgürlük İttifakı’nca verilen onay, o kadar büyük bir halk desteği sağlıyor ki muhalefete, bu muhalefetin sandıkta kazanacağı meşruiyeti Saray’ın silahlı güçleriyle ezmesi çok zor görünüyor.
Bununla birlikte Türkiye’de bir iç savaşın değil sandığın ülke geleceğini belirleyeceğine dair en güçlü emare, mevcut iktidarın beka sorunu yarattığına dair “devlet kararı” olarak görünüyor. Akşener o masada sadece seçmenini değil devletin bu kesimini de temsil ediyor demek iddialı bir yorum olmasa gerek. Bu nedenle velev ki seçimlere yapılacak usulsüz bir müdahale veya Saray’ın seçim yenilgisine rağmen iktidarı gaspı durumunda yaşanacak kanlı kaos en fazla bir 15 Temmuz tekrarı olacaktır. Türkiye’de sandık her yurttaş için siyaset yapabiliyor olmanın kanıtı ve tuhaf şekilde dokunulmasını istemediği kutsalıdır. 15 Temmuz darbe kalkışmasına karşı Erdoğan nasıl demokrasinin meşru gücünü arkasına aldıysa sandığa karşı bir duruş halk tarafından darbe olarak kodlanacaktır. Bu durumda Saray’ın hiç şansı yoktur.
14 Mayıs akşamı Türkiye sadece bir iktidar değişimine sahne olmayacak. Nihayet geleceğini öngörebilen yurttaşların yeniden umut edebildiği bir ülke olacak. Sahiden bu kez olacak. Sonrasına, sonra bakarız artık.
NOTLAR:
[1] “1 Kasım; AKP’nin son tangosudur.” Murat UTKUCU Taraf Gazetesi 10.11.2015. Yazının yer aldığı gazetenin internet sayfası yasaklandığı için link verilemiyor.
[2] Bu durum, Kemal KILIÇDAROĞLU’nun gerek ittifak gerek adaylık sürecindeki başarılı performansını ve diplomatik ustalığını ortadan kaldırmıyor.