İfşa ve inşa: Çöplüğün sosyolojisi
Ömer Faruk, 'Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp’te birçok şeyi ifşa ediyor, açığa çıkarıyor. İfşa ederken aynı zamanda inşa ediyor; zemini, çerçeveyi değiştirmeyi deniyor.
Besim. F. Dellaloğlu
Büyük bir bilgenin dediği gibi “bastırılan geri döner”miş. Ancak bu büyük bilgenin gözden kaçırdığı ya da başka bir bilgenin henüz onun yüzüne vurmadığı bir gerçek daha vardır: Her bastırılan da bulunmaz Hint kumaşı değildir. Bastırılan geri dönse bile çoğu zaman belli bir dolayım, simgesellik, estetikleştirme içerir. Yani bastırabilmek bile bir seviyedir bazen. Hatta çoğu zaman. Bu anlamda medeniyet sadece “iç”in bastırılması değildir, aynı zamanda iç ile dış arasındaki bir ekonomi-politik, kültür-politik, teoloji-politik, psiko-politiktir. Medeniyet ya da modernlik, bu işi yönetebilmektir. Yönetimselliktir. Bazen daha kaliteli, bazen daha kalitesiz bir biçimde. Her türlü maliyetine rağmen. Ve bu bazı okuryazar çevrelerde fazla erken küçümsenmiştir. İç ile dışın göreli medeni ilişkisini sağlayan ise kamudur. Kamusallıktır.
Samimiyet her zaman bir erdem değildir. Kamunun, kamusallığın çok yaygınlaşmadığı toplumlarda çoğu zaman samimiyetin kontrolsüzlüğü ciddi bir hödüklük kaynağıdır. Edep ise, örneğin, bu konudaki bir dengedir. Denge ise samimiyet ile mesafenin bir bileşkesidir. Bu dengeye kamu da diyebiliriz. Bir toplumun ortalama kalitesi eninde sonunda onu oluşturan bütün sınıfların, grupların, cemaatlerin, bireylerin içinden geçer. Ama maalesef ilgili özneler her zaman haberdar değildir bundan.
Kamuyu öngörmeyen bir özgürlük aslında keyfiliktir, hatta despotluktur. Kamuyu öngörmediğiniz zaman bir tür “tek adam” gibi eyleyebilirsiniz. Kamu ise adabımuaşeretle, gelenekle, edeple, normla, hukukla olur. İç ile dış arasındaki ilişkilerin bu yollarla yönetilmediği toplumlarda kurnazlık, entrika, dedikodu giderek bunların yerini almaya başlar. Her “tek adam”ın diğer “tek adam”ları anlayışla karşılamasıdır bu aslında. Normların içselleştirilememesi, herkesin kendi normuna sahip olması anlamına gelir.
Bu toplumlarda “baharatlı meseleler”in tartışıldığı masalar kamusunu üretememişlikle, normatifleştirememişlikle, yönetilememişlikle baş etme ortamlarıdır. Yüzleşme değil. Daha çok birlikte yaşama. Böyle masalarda herkes barmendir, herkes müşteridir. Barmen, müşteriyi barda tutabildiği ölçüde ona içki satabilir. Bunun içinse onu dinlemeyi bilmesi, en azından dinliyor görünmesi gerekir. Barmenlik ve müşterilik kolektifleştiği zaman ise dinlemek ya da dinliyor gibi görünmek, aslında kendi anlatma sırasını beklemektir. Sonra biri konuşmaya başlar ve arkası gelir. Her ortamın kendine özgü Sedat Peker örnekleri vardır.
Ben bu yazıyı yazarken ülkenin ormanlık alanlarının önemli bir kısmı yandı, kül oldu. Türkiye’de ormanlar yanarken birçok başka ülkede de ormanlar yandı. Bu ortaklık biraz da aynı gezegende yaşıyor olmanın getirdiği ve iklim değişikliği veya küresel ısınma denen meseleyle ilgiliydi elbette. Ama Türkiye’de orman yangınları genellikle gündelik siyasetin yüzeysel kavgalarına meze oldu. Hatta bir emekli general çıktı ve şuna benzer bir şey söyledi: Orman yangınlarıyla ilgili olarak iklim değişikliği ya da küresel ısınmadan söz edenler vatan hainidir.
Bu aslında şu anlama da gelebilir: Türkiye’nin yüzeysel gündeminin dışında dertleri olan herkes potansiyel olarak bir vatan hainidir. Ömer Faruk’un 'Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp' kitabında tartıştığı temayla söylersek çöptür. Farklı olanı, aykırı olanı çöpleştirme siyaseti ise uzun vadede “bu topraklar”da neredeyse kıymetli hiçbir şey bırakmamıştır. Ülkeyi çöpleştirmiştir. Kamu çok dardır, çoğunlukçudur ve fazla yereldir. Böyle bir kamuya kamu demek bile eşyanın tabiatına uygun değildir aslında.
Kamu öncelikle mekânsal değil, zihinseldir. Kamusallık, zihninde ötekine yer açmaktır. Bu anlamda duvarlar da önce zihinlerde oluşur. Kendisi gibi olmayan herkesi kapatmaya, hatta yok etmeye koşullanmış zihinler dünyayı bir hapishane gibi algılarlar. Somut duvarlar aslında soyut duvarların tezahürüdür.
Dünyayı kirletenlerin hepsi bir tür “tek adam”dır. Sadece kendinden menkul. Kendini bir dünya içinde, tüm ötekilerle tasavvur edemeyen. Sadece kendi klonlarına tahammül edebilen.
Bir ülke, bir toplum aslında kendisinin bir parçası olan bazı insanlara, gruplara, zümrelere “çöp” muamelesi yaparsa ne olur? Etnik, mezhebi, siyasi, fikri, cinsi hatta sınıfsal, kuşaksal bir azınlık çöp muamelesine tabi tutulabilir mi?
Örneğin 68 Kuşağı diye adlandırılan bir kuşak o zamanlar için oldukça “marjinal” olarak değerlendirilebilecek taleplerle tarihin sahnesine çıktı. Ve bu, Batı’da ciddi bir kültürel çatışmaya neden oldu. Sonuç olarak 68 Kuşağı hiçbir zaman iktidara gelmedi. Ama çöpe de atılmadı. Uzun vadede bu kuşağın değerleri, içinde yaşadıkları toplumlarda yerleşiklik kazandı. Cinsel özgürlük, toplumsal cinsiyet, ırkçılık, ayrımcılık, çevre duyarlılığı gibi konularda çok önemli bir dönüşüm oldu bu toplumlarda.
Ancak çok benzer bir kuşak Türkiye’de özellikle 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’yle topyekûn çöpe atıldı. Maddi ve manevi olarak bu gençler dışlandı. Topluma kabul edilmediler. Bu sadece siyasetin, devletin bir kararına dayanmadı üstelik. Toplum, hatta bu gençlerin kendi aileleri en azından bu karara karşı çıkmadılar. Ve onların talepleri, değerleri yatay bir düzlemde bile olsa topluma nüfuz edemedi.
Bir toplumun kalitesini artıran biraz da içindeki tüm bileşenlerden yüksek verim alması değil midir? Her farklı toplumsal kesimin toplumun hamuruna katkı vermesi önemli bir katma değer olarak değerlendirilemez mi? Kamu dediğimiz, biraz da bu tip süreçlerin hem nedeni hem de sonucudur aslında. Eğer bu değerlendirmeler doğruysa, kendi içindeki bazı kesimleri çöpleştiren bir toplumun yüksek bir kalite üretmesi mümkün müdür? Bu tip toplumlar her alanda, her anlamda yüksek katma değer üretebilirler mi?
Hatta, bir toplumda sofrada bulunanlar, çöpe atılanlardan daha değerli değilse bunun maliyeti nedir? Bir insanın sürekli olarak nitelikli gıdaları çöpe atması ve niteliksiz gıdalarla beslenmesine benzemez mi böylesi bir durum? Bir toplum kendi çoğunluk değerlerini koruma uğruna, bunlara kendi içinden farklı kesimlerin alternatif önerilerini çöpe atıyorsa, üstelik bunu kuşaklar boyu da sürdürüyorsa, uzun vadede aslında kendisini çöpleştiriyor olamaz mı?
Ömer Faruk bu kitabında çöpten, sınırlardan, duvarlardan, seçilmiş ve seçilmemiş tek adamlardan söz ediyor. Seküler bir entelektüel olarak söz alıyor. Tıpkı daha önce ürettiği metinler gibi. Burada “seküler”i Edward Said’den öğrendiğim, özel ve henüz Türkçe zihin dünyasında pek yerleşmemiş bir anlamda kullanıyorum. Dünyayı bir bütün olarak görebilmek, geniş bir insanlık mefhumuna sahip olmak anlamında. Bu bir anlamda yukarıda çerçevelendirmeye çalıştığım kamunun bütün dünyayı ve insanlığı içine alır bir şekilde genişlemesi anlamına geliyor.
Ömer Faruk’un ürettiği metinleri Doğu/Batı, yerlilik/evrensellik gibi ikilemler üzerinden okumak anlamlı olmaz. Kullandığı referanslar içinde tüm dünya eşit bir biçimde yer almasa bile Ömer Faruk dünyalıdır. Çünkü Ömer Faruk’un derdi, belki ethos da diyebiliriz, dünyalı bir derttir. Ben bir süredir “dünyalılık” kavramını yukarıda ifade ettiğim ikilemlerin dışında bir tutumu ifade etmek için kullanıyorum. Bu ikilemler, düşünen zihinleri bazı çıkmaz sokaklara hapsediyor.
Bunlardan bir tanesi Türkiye’yi kendinden menkul, başka bir yere benzemeyen ve hatta kendisinden geri kalanla neredeyse sistematik olarak kavgalı olarak görmek. Diğeri ise bazı Batılı düşünürlerin hangi konuda ne dediklerini sürekli tekrar eden bir konuma sürüklenmek. Ömer Faruk ise öyle yapmıyor. O, dünyanın bütününe dair eleştirel bir söylem inşa etmeye çalışıyor. Onun dünyaya baktığı pencereyi Türkiye’de yaşayan pek çok okuryazarın “marjinal” olarak değerlendirdiğine bahse girerim. Özellikle de “marjinal” Türkçede kullanıldığı anlamıyla, yanlış veya saçmadan hallicedir. Oysa marj daha çok, uç demektir. Zeminin merkezinde değil sınırda yer alır. En önemlisi ise marjın, zeminin dışında değil, ona dahil olmasıdır.
Ömer Faruk’u son zamanlarda keşfettiğim Kojin Karatani ve Byung-Chul Han gibi yazarlara benzetiyorum. Bu isimler dünyanın merkezinden ahkâm kesmiyorlar. Belli bir yerellik adına da konuşmuyorlar. Bütün dünyaya, dünya hakkında yazıyorlar. Bugün Türkiye’de üretilen kitapların büyük bir bölümü dünyalı değildir. Çünkü bu kitapların bir kısmı büyük düşünürlerin ne dediklerini anlatırlar. Diğer bir kısmı ise Türkiye’nin sadece ona özgü addedilen dertleriyle uğraşıp dururlar. Bu nedenle de örneğin başka dillere çevrilmelerine hiç gerek yoktur. Örneğin Foucault’nun aslında ne dediğini anlatan bir Türkçe metin neden İngilizceye, Fransızcaya ya da Almancaya çevrilsin? Ya da Türkiye hakkında yazılmış, aslında Türkiye’nin dünyanın geri kalanından apayrı olduğunu ve sorunlarının da dünyanın geri kalanından kaynaklandığını iddia eden bir kitabı dünyanın geri kalanı niçin merak etsin?
Oysa Ömer Faruk’un 'Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp' metninde böyle bir ayrım mevcut değil. Dünyanın dertleriyle Türkiye’nin sorunları birbirlerinden kopuk değil. Dünyanın dertlerini konu ederken Türkiye apayrı bir yerde kalmıyor. Ya da Türkiye’yi tartıştığı zaman, onu dünyanın bir parçası olarak ele alabiliyor. Zaten bu ilişkisellik fikir üretmenin, kavram inşa etmenin temel bir koşulu değil mi?
Ömer Faruk yer yer bana şüphesi sadece yöntemsel olmayan bir Descartes gibi de geliyor. Her şeyden ama her şeyden şüphe ediyor sanki. Ama geçici ve yöntemsel bir şüphe değil bu. Oldukça yıkıcı bir şüphe. Yani inşa etmek için eskiden beri var olagelenler arasında kullanışlı pek bir şey kalmadığını ima ediyor. Bunu nereden mi anlıyoruz? Çünkü “bu ülke”de dünyanın, insanlığın ortak sorunlarıyla ilgili söz alabilen, konuşabilen, yazabilen; “bu topraklar”ı dünyanın bütünlüğü içinde sorunsallaştırabilen insan sayısı pek fazla değil. Sanki herkes kendi “baharatlı masa”sını kurmuş, oradan verip veriştiriyor gibi.
Ömer Faruk’un şüphesi aynı zamanda onu radikal kılan bir şey. Genelde anlaşıldığı gibi değil ama, Marx’ın anladığı anlamda. Marx, radikalliği sorunların temeline inmek olarak tanımlıyor. Ömer Faruk işte tam da bu anlamda bir radikal. Çünkü yüzeyi değil, derini tarıyor. Derine bakabilme ihtiyacı için zaten yüzeyde olup bitenler hakkında ciddi bir şüphe, temel bir şart değil mi?
Radikal bir şüphe bütün görünenler arasında aslında apaçık olmayanı da görmeyi sağlayabiliyor. Ömer Faruk’un 'Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp' adlı kitabının bana en ilginç gelen yanlarından biri de düşünce tarihinde Platon’dan Spinoza’ya, Marx’tan Weber’e, Derrida’dan Mevlana’ya neredeyse hiçbir düşünürün çöpten söz etmemiş olduğunu fark etmiş olması. İşte bu tam da hakiki bir dikkat, bir nazar gerektirecek bir şey.
Ömer Faruk’un ürettiği metnin formu da benim ilgimi çekiyor. Onun düzyazısını okurken görsel hafızam beni erken dönem modernist (modern değil) şairlerin şiirlerinin sayfada yer tutma biçimlerine götürüyor. Başlangıçların, puntoların, doğrultuların şiir deyince akla ilk gelebilecek standartların dışında olduğu bir form hayal edin. Bu açıdan bakıldığında Ömer Faruk’un yazdıklarıyla, onları yazma biçimi arasında da bir ilişki var. Zaten kaliteli metinlerde bu hep biraz böyle değil midir? İçerik ile biçim arasında, söz ile üslup arasındaki bir tür mübadele değil midir anlamı inşa eden?
Ömer Faruk’un formu, biçimi, tarzı, üslubu bence okuru zinde tutuyor. Onu sadece bir alımlayıcı konumuna hapsetmiyor. Onu şüpheye, düşünmeye, çağrışımlara yönlendiriyor. Metnin tartıştığı meselenin cevaplarının sadece metnin içinde olmayabileceğini ima ediyor. Sanki okuru metnin dışına çıkmaya davet ediyor. Ömer Faruk’un metnini okurken andığı bütün diğer metinleri de okumak istiyorsunuz. Aslında metinlerde alıntı kullanımının mantığı bu değil midir? Evet, bu da anlamlı bir soru ama kaç metin bunu sahiden başarabiliyor?
Ömer Faruk, 'Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp'te birçok şeyi ifşa ediyor. Açığa çıkarıyor. Görünür kılıyor. Bunlar, bu ülkenin ortalamasına bakıldığında kıyıda köşede kalmış meseleler olarak görülüyor olabilir. Ama Ömer Faruk bu konuların Türkiye’de genelde gündem tutan konulardan çok daha önemli olduğunu da iddia ediyor aslında. Başka bir öncelikler listesi öneriyor. Kendimize ve dünyaya daha farklı bir bakış geliştirmeye çalışıyor. Yani ifşa ederken aynı zamanda inşa ediyor. Zemini, çerçeveyi değiştirmeyi deniyor. Elbette her ifşa bir inşa olmayabilir. Ama özellikle bazı toplumlarda ifşa etmeden inşa da edemezsiniz.